30 Ağustos 2025 Cumartesi

U Are The Universe (2024)

 
Yönetmen: Pavlo Ostrikov
Oyuncular: Volodymyr Kravchuk, Alexia Depicker
Senaryo: Pavlo Ostrikov
Müzik: Mykyta Moiseiev

Bilinmeyen bir gelecekte insanlık 150 yıl boyunca geçici depolama alanlarında 3 milyar tondan fazla nükleer atık biriktirmiştir Bu duruma çözüm olarak Doğu Avrupa'nın en büyük nükleer atık bertaraf şirketi, OBRIY adlı kargo gemisiyle nükleer atıkları Dünya'dan Jüpiter'in uydusu Kalisto'ya taşımakla görevlidir. Gemide bir salon, spor salonu, mutfak, yatak odası ve pilotun moralini yüksek tutmak amaçlı Maxim adlı bir robot bulunmaktadır. İki yıl gidiş, iki yıl dönüş olmak üzere 4 yıllık bir yolculuk gerektiren bu görevin pilotu Andriy Melnyk kendine bu gemide basit bir yaşam kurmuştur. Ama bir gün sebebi belirsiz patlamalarla dünya yok olur. Andriy bir anda evrende sağ kalan tek insan olmuştur. Geleceğin belirsizliğiyle yaşamayı sürdürürken, Satürn atmosferini izlemekle görevli Catherine adlı bir Fransız meteoroloğun bulunduğu istasyondan çağrı alır. Gecikmeli bağlantı ve tercüman uygulamasıyla sonsuz uzayda konuşmaya, geçmişlerini, yaşamlarını, hislerini paylaşmaya başlarlar. Bu sohbetlerin birinde Catherine'in tehlikede olduğunu öğrenen Andriy, hasarlı gemisine, uzun mesafeye rağmen onu kurtarmak üzere çılgın bir yolculuğa çıkar. Birkaç kısa film ve dizi bölümü sonrasında ilk uzun metrajını çeken Ukraynalı Pavlo Ostrikov'un yazıp yönettiği U Are The Universe, fantastik fikri, referansları ve izole duygusallığıyla başarılı bir ilk film.

Silent Running (1972), The Moon (2009) gibi yapımları anımsatan U Are The Universe, Andriy'in rutini, Andriy ve robot Maxim'in sohbetleri şeklinde ilerlerken, etkileyici bir sahneyle dünyanın yok oluşunu görüyoruz. Sebebi dile getirilmiyor ama sanki nükleer savaşların paranoyasıyla tahmin yürütüyoruz. Asıl konumuz, önce uzayda, şimdi de evrende tek başına kalan Andriy'in hayatını bundan sonra nasıl sürdüreceği. Dönecek bir eviniz, bırakın evi, bir dünyanız bile kalmamış, evrendeki tek insan siz kalmışsınız. Pek çok insanın aklına gelmiş bu fantezi Pavlo Ostrikov'un da kafasını kurcalamış, buradan ilham verici hikayeler fışkıracağını fark etmiş olacak ki, bu en temelde hüzün veren durumu aksiyon veya komediye çevirmeden haklı olarak melankoliye oynamış. Çünkü evrende bir başınıza sınırlı kaynaklarla bir kargo gemisinde kaldıysanız, kurtulsanız bile zaferle döneceğiniz bir eviniz yoksa bunun en güçlü hissedileceği yer sonsuz uzay boşluğunda sürüklenen yaralı bir geminin kederli kolları olsa gerek. Ostrikov, gerilim yaratmak için kasmak yerine, dram, mizah, hüzün, gizem ne varsa onları bu melankoli üzerinden tanımlıyor. Tesadüfen bağlantı kurduğu meteorolog Catherine ile işin içine romantizm de girince, bu kanalın tüm ümit ve ümitsiz verilerini kullanmak istiyor. Maxim dışında konuşacak birinin olmaması yüzünden, onunla da geçen zamanla artık uzun yıllardır birlikte yaşayan huysuz bir çiftin sıkıcılığına kapılmışken Catherine sayesinde hem Andriy'i yakından tanıma, hem de kelimenin tam anlamıyla bu "uzak mesafe ilişkisinin" gelişimini izleme fırsatı buluyoruz.

Catherine'in sesiyle filme dahil olmasıyla farklı bir ivme kazanan, izole yapısını ikiye bölen film, kanlı canlı gördüğümüz Andriy'in içinde bulunduğu durum gereği büründüğü duygu yoğunluğunu da kendince betimlemeye çalışıyor. Konuşmalar ilerledikçe, paylaşılanlar iki karakteri birbirine daha da yakınlaştırdıkça Andriy'in bazı ergen davranışlarını anımsatan, adeta çaresizliğin gölgesinde filizlenen, yüreğinden kelebekler uçuran duygusal coşkusu ve temkinsizliği Ostrikov tarafından çok iyi dikilmiş bir kıyafet gibi. Elindeki tüm imkanları kullanarak Catherine'i bulmak isteme çılgınlığı da bunlardan biri. Ufak kırılma anları, gelgitler, sürprizler, bir sürü güzel ayrıntı ve aynı güzellikteki final, filmin seyirciyle olan bağlantılarını hep dinç tutuyor. Gemi dışındaki uzay görüntüleri, gemi içine sızan ışık ve gölge tanımları, gemi içinin modern tasarımıyla Andrey'in bazı alanları özelleştirmesinden mülhem rafinelik arasında yaratılan dengeler, uzayda olduğumuzu unutturmadığı gibi, evrende kalan tek insanın sınırlı yaşam alanlarıyla insan kalmaya çalışmasının da fikriyatını ortaya koyuyor. Video klip kökenli görüntü yönetmeni Nikita Kuzmenko ile birlikte Pavlo Ostrikov, filmin duygusal yönden ağır görünen havasına çok çarpıcı uzay görüntüleriyle genişlik katmak, aynı zamanda Andriy'in yalnızlığını keskinleştirmek arasında usta bir denge kuruyorlar. Andriy rolünde başlangıçta çok sıradan bir görüntü veren, giderek açılan ve kendini benimseten oyunuyla Volodymyr Kravchuk filmi gayet iyi taşıyor. Zamanla yalnızlık üzerine çekilmiş en iyi filmler arasında gösterilecek potansiyeldeki U Are The Universe, 2024'ün en iyi filmlerinden de biri kesinlikle.

25 Ağustos 2025 Pazartesi

Hallow Road (2025)

 
Yönetmen: Babak Anvari
Oyuncular: Rosamund Pike, Matthew Rhys
Senaryo: William Gillies
Müzik: Peter Adams, Lorne Balfe

Maddie ve Frank çifti, gece yarısı dışardaki kızları Alice'den bir telefon alırlar. Alice, 50 dakika uzaklıktaki Hallow Road'da önüne çıkan bir kıza çarpmıştır ve panik içindedir. Hemen yola çıkan çift, Maddie'nin bir paramedik olması ve kızına telefondan ilkyardım talimatı verebileceği güveniyle ambulans ve polisi aramazlar. Ama zamana karşı bir yarışa girişen anne ve baba için işler umdukları gibi gitmez. İlk uzun metraj senaryosu olarak William Gillies'in yazıp, İran kökenli İngiliz yapımcı, senarist, yönetmen Babak Anvari'nin yönettiği Hollow Road, tek mekan gerilimlerini sevenleri memnun edecek unsurlara sahip bir film. Mekan ise tıpkı 2013 yapımı Locke'da olduğu gibi hareket halindeki bir araba. Locke'da sadece Tom Hardy'yi telefon konuşmalarıyla izlemiştik. Hollow Road'da ise kaza yapan kızlarına yetişmek için yola çıkan iki ebeveyni izliyoruz. Haliyle ikisi de çok gergin ve bu kazanın öncesinde kızlarıyla bir tartışma yaşamış olmanın vicdan azabıyla daha fazla gerginlik yaşamayıp bu olaydan olabildiğince hasarsız çıkmak istiyorlar. Ancak gerek kızları Alice'in, gerekse anne baba olarak daha bilinçli, daha sorumlu olmaları gerekirken Maddie ve Frank'in hataları, zaten zor bir durumu daha da içinden çıkılması güç bir yola sokuyor. 

Gillies senaryosu, iki karakter ve telefondaki sesiyle Alice olmak üzere üç kişilik bir tek mekan içinde gerilimi açmayı, genişletmeyi ve zinde tutmayı başarıyor. Alice ile konuşan, olay yeri ve gelişmeler hakkında bilgi alan, Alice ile konuşmadıkları anlarda birbirleri ve üniversite öğrencisi kızlarının yaptığı seçimleri sorgulayan çiftin ruh haline ortak olmak hiç de zor olmuyor. Alice diğer arabayı alıp evden çıkmadan önce yaşadıkları tartışmanın konusu, ailenin ona verdiği tepki, ardından bu olayın yaşanması, üç kişilik bir şok dalgasının tohumlarını oluşturuyor. Özellikle arabada Alice ile konuştukları, Maddie'nin ilkyardım talimatları, sonrasında yaşananlar, kısacası onunla irtibat halinde oldukları her sahnede sadece Maddie ve Frank'i görüyor olsak da, telefonun diğer ucunda yaşananları gözümüzde canlandırmamızı kolaylaştıracak kadar detaylı, aynı zamanda gizemli bir gece modu içinde olay yerine doğru götürülüyoruz. Üstelik bir sebepten polisin ve ambulansın aranmamış olması filme kriminal bir kimlik yüklüyor. %90'ı sadece arabanın içinde, sadece iki kişiyle geçiyor olmasına rağmen Babak Anvari, mümkün olan her açıyı ve ışıklandırmayı kullanarak, karanlık ve kimsesiz yol görüntüleriyle yalnızlık hissini kuvvetlendirerek iyi bir reji sergiliyor.

Filmin kırılma noktalarını, final sürprizini açık edip tadını kaçırmamak için etrafından dolaşmak gerekirse, günümüz şartlarında kendi ölçeklerinde evrimleşen ebeveynliğin ne kadar meşakkatli bir konum, yapılabilecek bazı hataların da geri dönüşünün ne kadar zor olduğunu mesajlardan biri olarak belirleyebiliriz. Teknik olarak 18 yaşında başlayan yetişkinliğin aslında sadece kağıt üstünde başladığını, ergenliğin alınan kararlarda, uygulamalarda, davranışlarda bir müddet daha sürdüğünü kimse inkar edemez. Öte yandan modern ebeveynliğin gittiği yer de hiç iç açıcı sayılmaz. Evlatlarına eskisinden daha düşkün bazı ebeveynlerin, onların adına kararlar almak, onları korumak uğruna yaptıkları kimi yanlışların da ergenlik hatalarından farkı kalmayabiliyor. Tecrübe eksikliklerini yaşayarak gidermelerini beklemek yerine, onlara kolay çıkış yolları sunmak için çabalıyorlar. Kazalara, hatalara, ilişkilere karşı donanımsız yetişen, artık çocukluktan sözde yetişkinliğe adım atmış gençlerdeki bu "kollanma" güvencesinin kişilik oluşumuna negatif etkileri ebeveynlerin karşısına sürekli çıkmak zorunda. Tabii ki her ebeveyn güven vermek ister, vermelidir de. Ama fazlasını verdiğinde bunun bedelleri de olabiliyor. Tüm bunları sadece bir arabanın içinden ve telefon konuşmalarıyla yaratılan gerilimden çıkarıp seyirciye beyin fırtınası yaptıran Hollow Road, Rosamund Pike ve Matthew Rhys'in güçlü performanslarıyla da etkisini arttıran iyi bir psikolojik gerilim örneği.

12 Ağustos 2025 Salı

Heldin (2025)

 
Yönetmen: Petra Biondina Volpe
Oyuncular: Leonie Benesch, Sonja Riesen, Urs Bihler, Margherita Schoch, Elisabeth Roll, Heinz Wyssling, Jürg Plüss,  Heinz Wyssling
Senaryo: Petra Biondina Volpe
Müzik: Emilie Levienaise-Farrouch

Petra Biondina Volpe'nin yazıp yönettiği Heldin (Late Shift), İsviçre'deki bir hastanenin cerrahi bölümünde hemşire olarak çalışan Floria'nın bir gece vardiyasını perdeye taşıyor. Tecrübeli olduğu belli olan Floria'nın, o vardiyada personel yetersizliği nedeniyle yavaş yavaş zor anlar yaşayacağını anlıyoruz. Zira film en baştan hastane gibi pek de hoş olmayan bir ortamda ve o ortamın gergin, telaşlı, hüzünlü atmosferinde geçtiği için bu ön kabulle başlamak bir yerde kaçınılmaz görünüyor. Vardiyaya gayet enerjik ve pozitif başlayan Floria, hepsi farklı yerlerden ilgi bekleyen hastalara yetişmekte güçlük çekmeye başlayınca filmin adım adım yükselen tansiyonuna ayak uydurmak kolaylaşıyor. Ayak uydurunca da, kendimizi adeta gerçek bir hemşireyi vardiyasında takip ettiğimiz bir belgesel izliyormuş halde buluyoruz. Kamerasıyla sürekli Floria'yı takip eden Volpe, onun oda oda hasta kontrol edişini, ağrı kesici hazırlayışını, tekerlekli ekipmanıyla koridorda yürüyüşünü sık sık göstererek bu rutinin otomatikliğini, bu durumdan kaynaklanan hemşire disiplinini, aynı zamanda odağına aldığı Floria'nın yıpranmaya başlayan ruh halini gerçekçi aşamalarla detaylandırıyor. Tabii bunlar, hasta veya refakatçi olarak hastanelerde bir süre kalmış insanlara hiç de yabancı gelmeyen detaylar ve film gücünün önemli bir kısmını bu gerçeklikten devşiriyor.

Film bittikten sonra altyazıyla "2030 yılına kadar İsviçre'de 30.000 hemşire açığı olacak. Eğitimli hemşirelerin %36'sı sadece 4 yıl içinde mesleği bırakıyor. Dünya çapında hemşire eksikliği küresel bir sağlık krizidir. Dünya Sağlık Örgütü, 2030 yılına kadar 13 milyon hemşire açığı olacağını öngörüyor." bilgileri veriliyor. Bu cümleler filme bir nebze kamu spotu rengi veriyor gibi görünse de bir buçuk saat boyunca izlediklerimizi dünyanın her yerindeki hemşireler, ağırlıklı olarak nöbetlerinde her gün yaşamaktalar. Özellikle pandemi döneminde hayatını kaybeden binlerce insanın arasında sağlık çalışanları da vardı. Onların ne tür fedakarlıklarda bulunduklarını gördük, duyduk. Floria'nın gece vardiyası sadece bu rutin gecelerden biri. Hastaların altını değiştirmek, onların otel hizmeti bekleyen kaprislerine maruz kalmak, öncelik bekleyenleri idare etmek, ilaç ve tedavi takibi yapmak, doktorlarla hastalar/hasta yakınları arasında köprü görevi görmek gibi daha pek çok işe bakmak zorunda kalan Floria, bir de üstüne kendinden daha tecrübesiz genç bir hemşireyle tüm bunları üstlenmek zorunda kalınca gittikçe artan bir stres ve gerilimle başa çıkmaya çalışıyor. 

Hemen hemen aynı sıralarda ortaya çıkan Danimarka yapımı Zinnini Elkington filmi Det andet offer ile de tescilleniyor ki, Avrupa ülkelerinin sağlık politikalarında ciddi sıkıntılar var. Biri Danimarka'dan, biri İsviçre'den, biri doktor, biri hemşire iki sağlık çalışanı üzerinden sistem aksaklıkları, insani ikilemler, sonuçları vahim olan basit ihmaller, ayakta kalmaya çalışan karakterler, etik ve duygusal çatışmalarla yüklü bu iki medikal dramı birer yardım çığlığı olarak da görebiliriz. Bireysel hatalara ve ihmallere her meslekte rastlanır. Ama söz konusu sağlık olunca bunların telafisi çok daha zor görünmekte. Bireyleri de bu hata ve ihmallere sürükleyen de çoğu zaman sistemin imkan, kaynak, denetleme, eleman, ekipman vb. sorunları çözemeyişi oluyor. Çoğu iş alanında özellikle eleman sıkıntısının yarattığı aksaklıklar, iş yükünün tek veya az sayıda çalışanın üzerine binmesiyle ölümle sonuçlanan durumlara dahi yol açabiliyor. İşte hemşirelerin üzerindeki iş yükünün de psikolojik olarak son derece yıpratıcı boyutlara vardığını gösteren Heldin, kendi çapında önemli bir farkındalık yaratabilecek kapasitede bir dram. Fakat hem Heldin, hem de Det andet offer, sadece kamu spotu düzeyinde farkındalık misyonu üstlenmiş filmler değil, sinema kaygısı, senaryo matematiği, gerçeklik duygusu, performans dengesi yönlerinden de çaba gösteren filmler. Bu çabalarında da çoğu zaman başarılılar. Das Lehrerzimmer (The Teachers' Lounge) filmindeki öğretmen performansıyla tüm övgüleri hak eden Leonie Benesch burada da çok güçlü. Her karede ne yapması gerektiğini bilen, profesyonelliğinin ardında saklamaya gayret ettiği duygusallığını ara sıra koklatan, patladığında bile vakur kalabilen etkileyici bir duruş. Das Lehrerzimmer'ı izleyen Petra Biondina Volpe'nin bu senaryo için en önce Benesch'i düşünmüş olmasını tahmin etmek hiç de zor değil.

3 Ağustos 2025 Pazar

Det andet offer (2025)

 
Yönetmen: Zinnini Elkington
Oyuncular: Özlem Sağlanmak, Trine Dyrholm, Mathilde Arcel F., Olaf Johannessen, Anders Matthesen, Iman Meskini, Anne Sofie Wanstrup, Anders Hove, Jacob Spang Olsen, Morten Hee Andersen, Pernille Højmark
Senaryo: Zinnini Elkington
Müzik: Jenny Rossander

Zinnini Elkington'un senaryosunu yazıp yönettiği Danimarka yapımı Det andet offer (Second Victims), deneyimli bir nörolog olan Alexandra’nın, baş ağrısı şikayetiyle annesiyle birlikte acil servise gelen 18 yaşındaki Oliver'ı muayene ettikten sonra gerek gördüğü üzere evine göndermesinin ardından, Oliver'ın daha hastaneden çıkmadan beyin kanaması geçirip komaya girmesi üzerine yaşanan trajedi üzerine yoğunlaşıyor. Hastanenin acil servis rutiniyle başlayan film, daha en baştan Alex ile seyirciyi birbirine kilitlemeye çalışıyor ve bunu başarıyor. Pozitif, anlayışlı, yardımsever bir doktor olan Alex, filmin kırılma noktası olan Oliver vakasından sonra yavaş yavaş bir dönüşüm içine girerek bu özelliklerini korumakta yaşadığı sıkıntılarla bir mücadele içine giriyor. Tamamı Herlev Hastanesi gibi gerçek bir lokasyonda çekildiği, uzun plan çekimleri ve el kamerası kullanımına gerektiği kadar ağırlık verildiği için gerçeklik duygusu yüksek bir medikal drama izliyoruz. Elkington seyirciye acil servis ortamının stresini ve baskısını hissettirmekte hem senaryo, hem de yönetmenlik olarak sade bir beceri sergiliyor.

Filme adını veren “second victim”, beklenmeyen olumsuz bir hastalık vakasına, kasıtsız bir sağlık hizmeti hatasına veya hasta yaralanmasına, hatta ölümüne doğrudan veya dolaylı olarak karışan, haliyle bundan olumsuz etkilenen sağlık çalışanına denmekte. Hastadaki tıbbi başarısızlığın yanı sıra, bu durum doktor ve hemşirelerde derin duygusal izler bırakmakta. Doktorların, hemşirelerin ve hastane sistemi içinde çalışan herkesin karşılaşabileceği suçluluk, sorumluluk ve sistemsel baskı üzerine düşündüren Elkington, seyirciyi empatiye davet ediyor ve davetine karşılık bulmakta zorlanmayacak güçlü çatışmalar kuruyor. Karakterler arasında suçlama ve vicdan tartışmaları giderek yoğunlaştığı için ahlaki ikilemler yakamızdan hiç düşmüyor. Doktor olanların Alex ile özdeşlik kurması kolay gözükse de, günümüz şartlarında bir hastalık için ikinci, üçüncü görüş almak isteyecek kadar sağlık sistemi unsurlarına karşı güven sorunu yaşayan başkaları için ihmalkalığın tahammül edilemeyişi gayet anlaşılır bir durum. Öte yandan, dünyanın en zor mesleklerinden birinde saatler, hatta dakikalar içinde bir suçluya ya da kahramana dönüşme ihtimalinizin mevcudiyeti ancak üzerlerine bu sorumluluğun yüklendiği kişilerce tanımlanabilir. Bireysel sorumlulukların kolektif bir sorumluluğa dönüşmesinden endişe edilmesi, söz konusu sorumlu bireyi korumak ile onun kellesini verip kurtulmak arasında ince bir çizgiyi de içerdiği için çatışmalar kartopu misali büyüdükçe büyüme eğilimde oluyor.

Filmin bu ahlaki belisizlikler, sorumlu ve suçlu tespit etme ikilemleri, etik yönlerden empati arayışları üzerine kurduğu hikayesi, aslında bir hikayeden ziyade herhangi bir gün, herhangi bir hastanenin acil servisinde yaşanabilecek, defalarca yaşanmış, sonuçları zincirleme etkiler yaratmış bir gerçek kesit niteliğinde. Bu bakımdan yer yer ağır bir izleme deneyimi, bir tetikleyici olabilir. Üstelik hem doktor, hem hasta, hem de hasta yakını perspektiflerinden psikolojik gerilime varan güçlü bir tansiyon mevcut. Bu tansiyonun ortasında oradan oraya koşturan, koşturmadığı anlarda mental olarak bulunduğu ortam tarafından absorbe edildiği hissedilen Alex'in psikolojisi çok çarpıcı. Bu psikolojiyi yansıtmada Danimarka doğumlu oyuncu Özlem Sağlanmak çok başarılı. Oliver'ın annesi Camilla rolünde izlediğimiz tecrübeli oyuncu Trine Dyrholm'ün ve stajyer doktor Emilie rolündeki Mathilde Arcel F.'in bu sıkıntılı atmosferden nasibini alan destekleyici performanslarını da unutmayalım. Det andet offer, insani ikilemleri, kırılgan karakterleri, yoğun temposu, etik ve duygusal çatışmalarıyla bir acil servis üzerinden sağlık dünyasındaki hassas dengeleri çok iyi yoklayan bir dram. Üstelik bu drama doğal beklenti gereğince gerilim de katmış bir yapım.

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Mensaje en una botella (2025)

 
Yönetmen: Gabriel Nesci
Oyuncular: Luisana Lopilato, Benjamín Amadeo, Benjamín Vicuña, Luciano Cáceres, Rafael Spregelburd, Eduardo Blanco, Luis Machín, Luciano Cáceres, Inés Estévez, Marina Bellati, Gabriel Corrado
Senaryo: Gabriel Nesci

Denise, belirli bir yıla ait etiketli boş bir şarap şişesine bir mesaj koyarak geçmişini değiştirebileceğini keşfeden bir şarap garsonudur. Geçmişteki hatalarını sürekli düzeltmeye çalışırken, kendini bu zaman yolculuklarında sıkışmış halde bulacaktır. Sadece kendi şimdiki zamanını değil, etrafındakilerin de kaderlerini değiştirir. Geçmişi telafi etme fırsatı olarak başlayan bu durum, her şeyin kontrolden çıkmasını önlemek için zamana karşı bir yarışa dönüşür. Gabriel Nesci'nin yazıp yönettiği Mensaje en una botella (Message in a Bottle), absürt mizahı zaman yolculuğuyla birleştiren bir Arjantin komedisi. Hatta romantik komedisi de diyebiliriz. Fantastik olay örgüsünde farklı şarap türlerinin zamansal bir mekanizma olarak kullanması, bu fantastik mantık dahilinde oldukça özgün. Hikâye ise, klasik bir olay örgüsünün tüm bileşenlerine sahip: İyi tanımlanmış karakterler, mantığa (ve fiziğe) meydan okuyan iniş çıkışlar ve parodiye varan o kadar mantıksız durumlar. Hem fiziksel bir nesne, hem de temsil ettiği olgu olarak şarabın zamanla ilişkilendirilmesi çok iyi bir fikir. Filmin başında Denise'in babası Mateo'nun restorandaki ilk sözlerinden şarabın hikâyede oynayacağı temel rol açıkça ortaya çıkıyor. Bu dinamik kurulduktan sonra, hikâyenin fantastik kısmı başlıyor ve Nesci bir şişe aracılığıyla bu zaman yolculuğu ağını örmeye başlıyor.

Bu tür hikâyelerde sıkça görüldüğü gibi, asıl devinim başlamadan önce Denise'in şimdiki zamanıyla tanışıyoruz. Bu tanışma, ilginç, işlenebilir, geliştirilebilir yan karakterleri de kapsıyor. Kimin kim olduğu, Denise için ne ifade ettiği, bunun yanında Denise dışında birbirleriyle ilişkilerinin şekli gibi bir girizgahla başlamak çok faydalı oluyor. Zira zaman yolculuğu başlayıp işler değişmeye yüz tutunca bu ilişkilerin öncesi veya sonrası hep şimdisiyle karşılaştırılacağından eğlenceli ve sürprizli anlar yaşanacağını hissediyoruz. Tıpkı Back To The Future'da Marty'nin olduğu gibi, başlangıçta Denise kendisine sunulan bu fırsatın ilerlemenin anahtarı olabileceğini fark etmiyor. Zamansal değişimler başladığında gerçekte hatalarını düzeltmeye çalışmayıp her şeyin eskisi gibi olmasını istiyor. Ne zaman ki seyahat ettiği zamanlarda hiç tahmin etmediği şeyler yaptığını ya da olayların asla ihtimal vermeyeceği yönde gerçekleştiğini görüyor, o zaman artık bir konfor alanı kalmadığını, var olanı da korumak için elinden geleni yapması gerektiğini fark ediyor. Bazı izleyicilerin olay örgüsüne hemen bağlanmaları zor olabilir ve bu da dikkatlerini erken kaybetme riskini doğurabilir. Aslında bunun sebeplerinden biri, Denise'in gittiği her yıl kendini aynı karakterlerle farklı konumlarda bulması, bunun şaşkınlığını yaşaması, tekrar şişeye yeni bir mesaj atma bilincine ulaşana kadar geçen sürede yaşadıkları, daha sonra ileriye veya geriye tekrar döndüğünde/döndüğümüzde kaldığımız yeri hatırlamaya çalışmamız.


Gabriel Nesci, fantastik güzel bir fikirden yola çıkan tipik bir zaman yolculuğu hikâyesi kurmakla, geçmişin yarattığı duyguları yakalamayı hedeflerinden biri olarak belirliyor. Bazen görünüşte önemsiz bir olayı değiştirmek suretiyle gerçek çatışmanın hüsran dolu ilişkilerde veya kaybedilen iş fırsatlarında değil, başlangıç noktasında, yani baba figüründe olduğunu fark etmek için yeterli olduğunu vurgulamaya çalışıyor. Denise, geleceğin hâlâ daha iyi olma potansiyeline sahip olduğunu onunla ve onun öğretileri sayesinde anlıyor. Nesci'nin Días de vinilo (2012) ve Casi leyendas (2017) gibi diğer filmlerinin hikâyeleri de, bir zamana hapsolmuş ve o ana geri dönemeyeceklerinin farkında olan karakterler etrafında dönüyordu. Dolayısıyla yönetmenin amacı geçmişi değiştirmek değil, geçmiş hatalarla daha fazla sınırlanmadan şimdiki zamanla ve gelecekle nasıl yüzleşileceğini daha iyi anlamak için geçmişi yeniden ziyaret etmek. Nesci geçmişe dönüşü, karakterlerin bugün hâlâ ağır basan hatalarla yüzleşmelerine yardımcı olmak için kullanıyor. Amaç veya çözüm, yanlış gidenleri değiştirmek denemez. Çünkü bu bizi "ya şöyle olsaydı?" sorusu içinde bir kısır döngüsüne sokar. Belki de filmin önerdiği şey, bu kusurları daha derinlemesine incelemek, anıları ortaya çıkarmak ve sorunun kökenine inmek. Klişe tabirle biraz da varılan yer değil, yolculuğun kendisi daha önemli.

Tüm bunların yanı sıra Mensaje en una botella, şarabı zamanı özetleyen bir unsur olarak çok yaratıcı bir fikir şeklinde kullanan bir film. Yıllandıkça lezzetlenen, kalite kazanan, fiyatı da ona göre artan şarabın, dolayısıyla şarap şişesine konmuş mesajların bir zaman makinesi işlevi görmesindeki incelik, her türlü senaryo açısından adeta bir maden. Nesci, şarapların şişelendiği yıllardan geriye yolculuk ederken hataları düzeltmekten ziyade, bireylerin kendileri için en değerli şeyin ne olduğunu anlamaları, sevgiyi korumaları ve geçmişe hayıflanmadan önüne bakıp ilerlemeleri üzerine kafa yoruyor. Şarabın hangi yemekle, hangi peynirle iyi gideceği, hatta Denise'in babası Mateo'nun hangi plakla hangi şarabın iyi gideceğine dair The Police, Pink Floyd, Queen, Fleetwood Mac plaklarına kendi yazdığı notları iliştirmesi misalı, her halükarda bir eşlikçiyle tadına tat katacağını da ihmal etmeyerek, hayatlarımıza tat katan, iz bırakan eşlikçilere de gönderme yapıyor. Sıklıkla karikatürize de olsalar, oyuncu kadrosunun sevimliliği, Luisana Lopilato'nun iyi taşıdığı başrolle taçlanıyor. Mensaje en una botella, sahip olduğu parlak fikri zekice işleyen, komedisini sulandırmayan, romantizmini sakız yapmayan başarılı bir zaman yolculuğu filmi.

22 Temmuz 2025 Salı

On Falling (2024)

 
Yönetmen: Laura Carreira
Oyuncular: Joana Santos, Inês Vaz, Piotr Sikora, Lukasz Kornacki, Itxaso Moreno, Neil Leiper
Senaryo: Laura Carreira
Müzik: Joshua Sabin

Üç kısa film sonrası Laura Carreira’nin yazıp yönettiği ilk uzun metrajı On Falling, Portekizli göçmen Aurora’nın Edinburgh/İskoçya'da büyük bir e-ticaret deposundaki iş hayatını ve göçmen işçilere tahsis edilmiş ortak kullanım alanlarına sahip ev hayatını izliyor. Tarz ve karakter olarak, bu filmin de yürütücü yapımcılarından biri olan Ken Loach sinemasını anımsatan Carreira anlatımı, sosyal gerçekçi sinemanın etkileyici bir örneği olarak dikkat çekiyor. Minimal, sade ama derinlikli bir dengede ilerleyen film, robotik çalışma şartları, ekonomik zorluk, yalnızlık ve bunların bireyin ruh sağlığı üzerindeki baskısını, her an gerçekliğini koruyarak resmediyor. Aurora’nın sabah uyanışından depo koridorlarında barkod okutmasına, öğle arasından iş bitiminde eve dönüşüne tekrar eden gün döngüsüne tanık oluyoruz. Bu tekrarlar, kapitalist sömürü mekanizmasının kurbanı haline getirdiği bireylerdeki zihinsel aşınmanın nasıl gerçekleşebileceğine dair güçlü fikirler veriyor. Her ne kadar yaptığı iş bir hazine avcılığı oyununu andırsa da, bir süre sonra göze amaçsız görünecek bir sıkıcılık içinde psikolojik olarak boğulacağını tahmin edebileceğimiz Aurora ve diğer işçilerin kapitalizm tarafından nasıl modern kölelere dönüştürülüp çiğnendiğinin binlerce örneğinden birini izliyoruz. Aurora'nın hem işte, hem evde yaşadığı yalnızlığın da bu aşınmada, çiğnenmede payı büyük.  

Şirketlerin çalışma politikalarının katılığı, ama bu katılığı bilinçsiz bir kibarlık ve tuhaf jestlerle sağaltma çabaları, insani açılardan ne kadar zayıf olduklarının bir göstergesi. Hıza ve kısa bir süre içinde yapılan çalışmanın miktarına bakılan bir iş yapan Aurora'nın, bir gün yüksek performansı nedeniyle ofise çağrılıp kutudan istediği çikolatayı seçmesine izin veriliyor örneğin. Aurora bir Portekiz göçmeni olmasına rağmen Carreira özellikle göçmen veya göçmen işçi sorunları üzerine basmaktansa genel olarak işçi sınıfının yaşadığı zorluklara Aurora üzerinden mercek tutmuş. Onun ulaşım, barınma, yemek, satın alma, sosyalleşme gibi temel ihtiyaçlarının hepsine son derece doğal ve aşinalık yaratan dokunuşlarda bulunarak bu kalemlerde yaşadığı zorlukların onu nasıl sessizce yıprattığının profilini çıkarmış. Kendisini arabasıyla işe götürüp getiren iş arkadaşının benzin parası talebi, telefonu bozulduğunda hesapta olmayan tamir ücreti, başka göçmen işçilerle kaldığı tesiste sıra kendisine geldiği halde ödeyemediği fatura gibi unsurlar, Aurora'nın ekonomik açıdan köşeye sıkışmışlığını o kadar yalın, kavgasız gürültüsüz, doğal biçimde betimleniyor ki, belki de bu yüzden çok daha sarsıcı bir etki bırakıyor. Yine aynı doğallıkla, onun işyerinde ve tesiste az miktarda yaşadığı sosyalleşme çabaları da burukluk yaratıyor. Kısaca hem ekonomik, hem de psikolojik yönden "kriz" yaşayan bir bireyin sessiz çığlığındaki o sessizliğin hayranlık verici gücünü izliyoruz.

Dar ve yer yer klostrofobi yaratan depo koridorlarında barkod cihazı bipleri fonunda gördüğümüz sahnelerin biraz uzun tutulması, Aurora'nın yaptığı iş üzerine ve o işin tekrara dayalı uyuşmuşluğunu seyirciye yansıtması açısından amacına ulaşmış denebilir. İş ve özel hayatının monotonluğu onu o denli esir almış ki, iş görüşmesi sırasında kendini ifade edemeyişi, artık kendini tanıyıp anlama melekelerinin zedelendiğine işaret ediyor. Minimal anlatımının içinde bu gibi o kadar güzel anlar var ki, yukarı doğru ilerleyen bantta olduğu yerde yuvarlanıp duran küçük kutu sahnesinin Aurora'nın hayatını özetliyor oluşundaki güzellik ve hüzün bunlardan biri. Onun yaşadığı ekonomik ve duygusal zorlukların sessiz tanığı olurken, varsa kendi tecrübelerimizi aklımıza getirmememiz çok zor. Büyük laflar etmeden, mesajlar savurmadan, sadece sadeliğine sığınan film, bir süre sonra Aurora'nın konuşmadan, sadece gözleriyle bile kurduğu cümleleri kafamızda kurmamızı sağlayabiliyor. Onu canlandıran, televizyon ağırlıklı bir kariyere sahip Joana Santos'un iddiasız ve en çok da bu yüzden güçlü performansı filmin doğasıyla son derece uyumlu. Laura Carreira güçlü anti-kahramanlar yaratmıyor, sloganlar atmıyor, büyük ödüller vaat etmiyor, göçmen meselesini istismar etmiyor, tribünlere oynamıyor, gereksiz germiyor. Yalınlığı ve yalnızlığı öne çıkarıp bireyin kapitalizm canavarı karşısında düştüğü çaresizlik suretlerini hayatın doğal akışındaki dramatik ve hüzünlü sadeliğiyle yoğuruyor. İşte bu sadeliğiyle her türlü amacına ulaşmayı başarıyor.

14 Temmuz 2025 Pazartesi

Le Hérisson (2009)

 
Yönetmen: Mona Achache
Oyuncular: Josiane Balasko, Garance Le Guillermic, Togo Igawa, Anne Brochet, Ariane Ascaride, Wladimir Yordanoff,  Sarah Le Picard
Senaryo: Mona Achache, Muriel Barbery
Müzik: Gabriel Yared

Varlıklı insanların bulunduğu bir apartmanda ailesiyle birlikte yaşayan zeki ve hayattan şimdiden bıkmış 11 yaşındaki Paloma, 12 yaşına gireceği 16 Haziran'da intihar etmeyi planlamıştır. Önünde 165 gün vardır ve geride el kamerasıyla çekeceği bir film bırakmaya karar vermiştir. Hayatın neden anlamsız olduğunu gösteren bir film... Mona Achache’ın yazıp yönettiği 2009 yapımı filmi Le hérisson, Muriel Barbery’nin çok satan romanı The Elegance Of The Hedgehog'dan (Kirpinin Zarafeti) uyarlanmış sade, sıcak, hüzünlü, derinlikli bir yapım. Hikâyenin merkezinde Paloma var gibi görünse de aslında üç yalnız ruh yer alıyor: Dış dünyaya karşı duvarlar örmüş 54 yaşındaki apartman görevlisi Renée, ölüm ve hayatın anlamsızlığı üzerine kafa yoran Paloma ve apartmana yeni taşınmış zarif bir Japon beyefendisi olan Kakuro Ozu... Film bu üçlü sayesinde hayatın görünmeyen köşelerine ışık tutan, zeki, elit ve içsel bir keşif barındıran, birbirleriyle kesişmesi kaçınılmaz, iç içe geçmiş üç küçük hikaye sunuyor. Temel harcında burjuva hayatının yüzeysel görkemine karşı duran bir anlatı mevcut. Apartman görevlisi bir kadın, varlıklı bir adam ve yaşına rağmen son derece olgun fikirlere sahip bir çocuk arasındaki etkileşimler belli konular etrafında çok güzel şekilleniyor. Üç karakter farklı açılardan birbirlerine çok ince dokunuşlarda bulunuyor, birbirlerine çok iyi geliyorlar.

Paloma'nın depresif ama bir o kadar da renkli iç dünyası seyirciyi çocuk bakışıyla sorgulamaya yönlendirirken, Renée'nin katı yalnızlığı ve bu katılığı yumuşatmaya çalışan Kakuro'nun ikinci bahar arzusu filme çeşitlilik, derinlik ve denge sağlıyor. En derinlikli karakter sayabileceğimiz Renée dışarıdan donuk, sıradan ve asabi bir kadın gibi görünürken, içinde büyük bir edebiyat ve sanat evreni taşıyor. Bu çelişki, filmin temel metaforu olan "kirpi" benzetmesinde ifadesini buluyor: Dışı dikenli, içi yumuşak. Zengin insanların yaşadığı bir apartmanın görevlisi olmasından dolayı sınıfsal mesafesini korumaya çalışmanın, uzun süre dul ve yalnız kalmış olmanın dikenleri bunlar. Onun bu dikenler gerisinde kalmış anaçlığına Paloma, duygusal ve sanatsal derinliğine ise Kakuro sızmayı başarıyor. Gardını düşürdükçe hayattan aldığı tat da artıyor. Paloma kamerasıyla onu filme alırken söyledikleriyle kendine olan olumsuz bakışını bu iki karakter sayesinde değiştirebileceğine olan inancı büyüyor. Paloma gibi şımarık olması beklenen ama olgun ve zeki bir zengin çocuğunun, Kakuro gibi kültürlü bir centilmenin kendisinden pekala hoşlanabileceğini sindirmeye başlıyor. Her ne kadar Paloma kendi ölümüne hazırlık yapıyor olsa ve onun sayesinde filmin üzerine ölüm ve yalnızlık temalı bir kasvet çöküyor gibi görünse de film aslında hayatın değerini kutsuyor. O yalnızlığın paylaştıkça nasıl azalacağını, hatta iyileştirici bir duyguya evrilebileceğini çok güzel betimliyor.

Paloma, Renée, Kakuro farklı sahnelerde birbirlerine ilişkilerini pekiştirici çok hoş dokunuşlarda bulunuyorlar. Çikolata, ramen, bir kedi, bir fanus balığı, Anna Karenina, 1950 yılına ait Yasujirô Ozu filmi Munekata kyôdai (The Munekata Sisters - bu arada Renée'nin, soyadı Ozu olan Kakuro'ya "yönetmenin akrabası mısınız" diye sorması da çok tatlıydı) ve daha bir çok ayrıntı filmin içinden serin yaz meltemi gibi geçiyor. Rus yazar Leo Tolstoy'un Anna Karenina romanının girişindeki " bütün mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz ailenin mutsuzluğu da kendine özgüdür" cümlesi, uzunlu kısalı hayatlarında farklı mutsuzluklar yaşamış bu üç insanın aynı evde yaşamayan ama küçük ve çok özel anlar paylaşan bir aileye benzeyip kendine özgü bir hal almalarına atıf sayılabilir. Mona Achache’ın yönetmenliği sade ama etkili. Le hérisson görsel estetik anlamında kitaplar, çay fincanları ve kitaplarla dolu odaları ile Japon estetiğini çağrıştırır biçimde minimal ama anlam yüklü. Achache’ın arada sırada sessiz anlara yer vermesi, karakterlerin iç dünyalarını daha derin hissetmemize olanak tanıyor. Oyunculuk yönünden ise Renée karakterini canlandıran Josiane Balasko öne çıkmakta. Balasko, kelimelerden çok bakışlarla ve beden diliyle karakterinin iç dünyasını nasıl yansıtacağını o minimallik anlayışına uygun bir biçimde gösteriyor. Le hérisson ölüm, sınıf ayrımı, yalnızlık ve edebiyat gibi temaları zarif bir şekilde ele alırken yaşamın küçük, sessiz, dokunaklı anlarının da ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatan bir film. Kitabın edebi dilinin sinemaya çok iyi uyarlandığı anlaşılmakla birlikte ortaya melankolik bir yapım çıkmış. Fransız sinemasının naif, içsel ve entelektüel tarafını sevenler için Le hérisson, izlenmesi gereken özel filmlerden biri.