5 Eylül 2021 Pazar

Christine (2016)

 
Yönetmen: Antonio Campos
Oyuncular: Rebecca Hall, Michael C. Hall, Tracy Letts, Maria Dizzia, J. Smith-Cameron, Timothy Simons, Kim Shaw, John Cullum, Kimberley Drummond
Senaryo: Craig Shilowich
Müzik: Danny Bensi, Saunder Jurriaans

Senaryosu Craig Shilowich'e, yönetmenliği Antonio Campos'a ait Christine, 1974 yılında Florida, Sarasota’da 30 yaşındaki hırslı bir TV muhabiri olan Christine Chubbuck'ın gerçek hikayesini anlatıyor. Christine, haber yönünden kısır bir yerde yaşamasının verdiği mesleki monotonluktan bir türlü kendini kurtaramamış bir kadındır. Özellikle de terfi almak konusunda yaşadığı rekabet, iş arkadaşı George'a beslediği karşılıksız aşk ve ikinci baharını yaşama peşindeki annesi Peg'den ibaret ev hayatı onu farklı parçalara bölmüştür. Reytinglerdeki düşüş sebebiyle kanal müdürü ondan daha sansasyonel haberler bulmasını, bunları duygu sömürüsüne varacak boyutlarda kullanmasını ister. Bir de bunların üstüne vücudunda teşhis edilen ufak bir tümör eklenir. Tüm bu bileşenlerle kuşatılmış Christine'in ruhsal ve fiziksel sıkışmışlığını adım adım çok iyi inşa eden film, onun trajik sonuna giden yolu da aynı titizlikle döşüyor. Satır aralarında daha önce şiddetli bir atak geçirdiğini öğrendiğimiz Christine'in bu istikrarsız ruh hali, kendini daha iyi hissetmek için annesiyle geldiği Sarasota gibi sakin ve küçük bir yerleşim yerinde iyice o sıkışmışlıkla daha da bileyleniyor.

Christine'in iş ve özel yaşamındaki gelişmeleri gereksiz ve abartılı yükselişler yerine olabildiğince sade bir şekilde anlatmayı seçen film, bu üslubunu Christine'in bazen tedirgin edici sakinliğiyle, bazen patlamaya hazır bir bomba görünümüyle çok iyi dengeliyor. Filmin yegane pusulası olan Christine de böylesine kestirilemez ve dalgalı olunca o pusulanın göstereceği yöne de güven olmuyor. Bu durum filmi daha da çekici hale getiriyor. Senarist Craig Shilowich, Christine'in etrafındaki karakterleri kesinlikle kötü örnekler olarak tanımlamıyor. Onu çok seven yardım sever iş arkadaşı Jean'e ve yine onu çok seven annesi Peg'e ergenlik çağındaki kızlar gibi naz yaparak, bazen de kıskanarak yaklaşan, hoşlandığı kanalın "anchorman"i George'un kendisine olan tavırlarından duygusal çıkarımlar yapan, kanal müdürü Michael ile sürekli didişen, onu kanala çarpıcı hikayeler getirmesi için serbest bırakmasına rağmen bir türlü yaratıcı şeyler bulamayan, bulduğu beğenilmeyince de öfkelenen yine Christine'in kendisi. Kısacası etrafında onu sıkıştıran, mobbing uygulayan veya duygularıyla alay eden kimse yok. Ama film öyle bir atmosfer kuruyor ki, bu insanlar sanki Christine'in önünde bir kariyer, aşk, huzur engeliymiş gibi varlıklarını sürdürüyorlar. O atmosfer de Christine'in ta kendisi.

Christine, ana karakterini duygusal yönden savunmasız, kırılgan ve kederli yansıttığı kadar, aynı zamanda onu kibirli, tekinsiz, sinir bozucu şekilde yansıtmayı da beceren bir film. Üstelik bu zıtlığı nasıl ustaca dengeleyebildiğini de birbirini takip eden sahnelerle Christine'in farklı olaylara verdiği tepkilerden, yükselişlerinden, alçalışlarından sezmek mümkün. Bir haber muhabiri olarak kanalına reyting getirmek uğruna sansasyonel olaylar peşinde koşmak ile, inandığı habercilik şekli arasında kalan, lakin inandığı doğrultuda da içerik üretmede ve ürettiklerini kabul ettirmede sıkıntılar çeken Christine için daralan psikolojik çemberin yol haritası da çok iyi çizilmiş denebilir. Kanal müdürü Michael ile yaşadığı tartışmalar, annesiyle inişli çıkışlı diyalogları, George'un bizim için bile yanlış anlamaya müsait belli belirsiz sinyalleri, çocuk sahibi olmasını riske sokan rahatsızlığı derken, küçük bir yerleşim yerinin yerel kanalında hem psikolojik, hem de fiziksel daralmanın tam ortasında bir kadının varoluş çabasını izliyoruz. Shilowich ve Campos ikilisi, yazım ve yönetim anlamında bu karışıklığı çok yerinde kurgu hamleleriyle, dramatik etkilerini seyreltmeyen bir sakinlikle organize ediyorlar. Ama çeşitli bağımsız festivallerden ödüllerle dönen Rebecca Hall'ın güçlü performansı olmasa tüm bu organizasyon nasıl yürürdü bilinmez. Sarsıcı finaliyle ardında cevaplı cevapsız sorular, derin psikolojik çıkarımlar bırakan Christine, televizyon tarihinin en unutulmaz olaylarından birini, karakterinin de hakkını vererek masaya yatıran bir film.

23 Ağustos 2021 Pazartesi

Au revoir les enfants (1987)


Yönetmen: Louis Malle

Oyuncular: Gaspard Manesse, Raphael Fejtö, Francine Racette, Stanislas Carré de Malberg, Philippe Morier-Genoud, François Berléand

Senaryo: Louis Malle

Au revoir, les enfants, İkinci Dünya Savaşı sırasında kiliseye bağlı bir yatılı okulda eğitim gören çocukların arasına birgün aniden katılan gizemli Bonnet’nin, okul öğrencilerinden Julien ile başlayan dostlukları temelinde, az evvel bahsettiğimiz toplumsal eleştirilerini dile getiriyor. Okul yetkililerinin Bonnet’nin Yahudi kimliğini diğer öğrencilerden gizlemeleri, Julien’in bu gerçeği kendi çabasıyla öğrenmesi, ama buna rağmen bu dostluğu sürdürmesi, çocuksu bir saflıktan öte, insani duyarlılık taşıyor. O çocuksu saflık ve önyargıya kapıları açık görünen, lakin içinde bunun mantığını sorguladığını hissettiren Julien’in, zeki, çalışkan ve sırlarla dolu Bonnet’nin kişiliğine aşama aşama gösterdiği yakınlık da, çocuk olmanın öncesinde insan olmuşluğun altını çiziyor.

Film her ne kadar bu saflığın vurgusunu yapıyor olsa da, Julien ve Bonnet’nin olgun görünüm ve davranışları biraz fazla baskın sanki. Hatta şunu söyleyeyim: Kimi zaman bu ağırbaşlılığı ve frenleme duygusunu soğuk, hatta itici bulmak da ihtimal dahilinde mümkün. Bu durumun nedenleri hem film ile, hem de film dışı gerçeklerle ilgisi olabilir. Din tabanlı bir yatılı okulun disiplini gereği öğrenciler kimi duygularını bastırmayı öğrenmişlerdir. Böyle bir ortamda bir de derslerin ağırlığı insanları hissizleştirir. Bu durum onların hem ruhlarına, hem de yüzlerine yansır. Belki de Louis Malle özellikle böyle bir oyunculuk arzu etmiştir. Amacı da o hep söylediğimiz fuzuli duygu sömürülerine mahal vermemek, bu tip sömürü çağrışımları yapacak duygusal iniş çıkışlar olmadan da hikayesini dramatize edebileceğini göstermek olabilir. Neticede göstermiştir de.. Yine tam da bu noktada tamamen kişisel ve masum bir “fakat”ım olacak.

Au revoir, les enfants, sömürü zihniyeti ile hareket etmeyen bir film ve buna rağmen çok güçlü. Ekranı gereksiz yere kana bulamıyor, işkence, cinayet, tecavüz olmadan da taş gibi bir drama yaratıyor. Hatta güzel piyano öğretmenini, ergenlik coşkusunun getirebileceği beklenti ile soyunurken veya banyo yaparken göstererek ve çocuklara onu dikizleterek istismar etmiyor. Fakat böylesine güzel bir hikayenin, masum bir dostluğun işlenişinde iki damla gözyaşının, sıcak bir kucaklamanın, kısacık da olsa bir isyanın, öfkenin duygu sömürüsü yapmayacağını düşünüyorum. Kime ne zararı olurdu ki! Son derece manalı yüzlere sahip Julien ve Bonnet’yi çoğu yerde neredeyse politikacı ciddiyeti ile işlemenin, bir izleyici olarak beni oyunculuk izleme zevkinden zaman zaman mahrum ettiğini söylemeliyim.


Özellikle Bonnet’nin durduğu yerde konuşan yüz ifadesi, azınlık olmanın verdiği dışlanmışlık ile parlak ve iyi niyetli zekasının karışımı bir güç taşısa da, yine benzer güçteki Julien’in hatları biraz daha koyu sanki. Her ikisi de çoğunlukla şaşkın bakışlar fırlatmaktan diğer duygularla paslaşmıyorlar pek.. Bu durum artık bir süre sonra bende bir duygu birikimi yarattı. İçimde bir şeyler biriktikçe birikti. Bu yüzden, herkesin sığınağa gidip de ikisinin piyano başında eğlendikleri bölüm ve okulda Chaplin seyrettikleri sahnelerde Julien ve Bonnet’yi neşeli gördüğüm vakit, tuhaf biçimde hüzünlendim. Acaba Louis Malle’in amacı bu muydu? Onları bu halleriyle kabul etmemiz gerektiğini mi söylemek istedi? Salya sümük bir hüzün değildi beklediğim. O manidar yüzlerin biraz daha söz hakkı almasını istemiştim. Finaldeki “au revoir” sahnesi de bana oldukça ciddi gözüktü bu yüzden. Dostluğun yürek burkan elvedası yerine, gerçeklerin ayazında kaldığımı hissettim.


Au revoir, les enfants, benim gibi düşünenler için az da olsa hayalkırıklığı yaşatabilir. Ama dostluğun ve ilk gençliğin samimi ayrıntıları içinde, bastırılmış bir hüznün, ayrılığın, pişmanlığın filmi olarak önemli bir konumda. Filmin üzerinden yıllar geçmesine rağmen, zamansızlığına da katılmamak elde değil. Benzer önyargılar, azınlık politikaları, din sömürüleri, sınıf çekişmeleri hep oldu ve olacak. Yatılı okullarda eskiden 1001 Gece Masalları okunuyordu, günümüzde başka şeyler yapılıyor. (Bu durum, günümüz ergenlerinin cinselliğe bakış açılarının kör yörüngesini de tanımlıyor.) Disiplinli bir okulda okumalarına rağmen yasak yayınlar okuyabilen, ders esnasında hoş espiriler yapabilen, büyüklerinin kalıplaştırdığı önyargıları, “serir” duyguları, ergenlik sezileri ile filtreden geçirebilen Julien ve Bonnet de birer bağımsız ruh değilse nedir!

16 Ağustos 2021 Pazartesi

CODA (2021)

 
Yönetmen: Sian Heder
Oyuncular: Emilia Jones, Troy Kotsur, Marlee Matlin, Daniel Durant, Eugenio Derbez, Ferdia Walsh-Peelo, Amy Forsyth
Senaryo: Sian Heder
Müzik: Marius De Vries

2014 Fransa/Belçika ortak yapımı La famille Bélier filminin yeniden çevrimi olan CODA (Child of Deaf Adults), dört kişilik Rossi ailesinin işitme engelli olmayan tek üyesi olan lise öğrencisi Ruby'nin hikayesini anlatan bir film. Orijinal hikayenin sahiplerinden Victoria Bedos, Bélier ailesini mandıracılıkla tanıtırken, bu yeni uyarlamayı yazıp yöneten Sian Heder ise Rossi ailesini balıkçı olarak tasarlamış. Ailede duyabilen tek kişi olan ve işaret diliyle çevirmenlik yaparak onların hem iş, hem de sosyal yaşamlarında sesi olan Ruby, bir yandan da lisede okumaya çalışmaktadır. Hoşlandığı çocuk okul korosuna girdiği için koroya girer ama daha ilk günden korkup kaçar. Müziği çok seven Ruby'nin şarkı söyleme yeteneğini fark eden müzik öğretmeni Bernardo Villalobos, onun burs kazanıp üniversiteye gidebilmesi için ücretsiz özel ders vermek ister. Ne var ki ailesinin yaptığı balıkçılık işi tehlikeye girdiğinde hayalleri ve ailesi arasında bir yol ayrımına girmesi kaçınılmaz hale gelir. İçinde böyle güçlü bir çatışma barındıran orijinal hikayenin Amerikan uyarlaması hiç de sürpriz sayılmaz. Altyazı sevmeyen Amerikan seyircisi için yapılan Avrupa, İskandinav ya da Uzakdoğu uyarlamalarının iyi sonuçlar verdiği pek söylenemez. Ama CODA belki de bu uyarlamaların en iyilerinden biri.

Küçük bir Amerikan kasabası fonunda, sevimli bir aile bünyesinde dinamik ve duygusal bir büyüme hikayesi işleyen CODA, aslında içinde bulunduğu şartlar yüzünden zaten mental olarak büyümek zorunda kalmış fakat yaşının gerektirdiği önemli bazı aşamalarla yüzleşince tekrar kendi yaşına dönme, hayallerini gerçekleştirme yoluna girmiş Ruby merkezli bildik formüller sunan bir film. Yine de bu formülleri özellikle işitme engeli üzerinden çok katmanlı okumayı başarıyor. Önünde çok iyi çekilmiş, ülkesinde iyi gişe yapmış, ödüller, adaylıklar almış La famille Bélier gibi bir pusula olsa da, o filmi görmemişler için de kendi ayakları üzerinde duran sıcak, sevimli, ikilemlerini ikna edici kılabilmiş iyi bir aile dramı. Rossi ailesinin işaret ve vücut diliyle şekillendirdiği şen şakrak, samimi ilişkileri, sağırlığın bir engel oluşunu, hatta ve hatta sağırlığın kendisini bile zaman zaman unutturacak derecede içten ifade ediliyor denebilir. Ailenin tek duyan ferdi olduğu için evleri dışında onların sesi olan ama kendi sesini bulma zamanının geldiğini anlayan Ruby'nin bu yol ayrımını şarkı söyleme yeteneğiyle tanımlamak da ayrıca manidar. Ruby'nin sevimli ailesiyle, kendisine çok inanan müzik öğretmeni Bernardo ile, hoşlandığı ve koroda You’re All I Need To Get By şarkısıyla düet yapma görevi aldığı Miles ile ilişkilerini derli toplu bir kurguyla rotaya oturtan Sian Heder, hem filmi, hem de kahramanı Ruby'yi güçlendiriyor, boyutlandırıyor, özdeşleştiriyor.


Ruby'nin hayalleri için üniversiteye gitme veya işlerini yürütebilmeleri için tercümanlık yaptığı ailesiyle kalma ikilemi, bunun yanında ailenin tek duyan üyesi olmasının aile içi konuşulmamışlığı, annesi, babası ve ağabeyi ile ayrı ayrı yüzleşme ve yükselme sahneleriyle kıvamını buluyor. Ailesi Ruby'nin varlığına o kadar çok alışmış ki, onun bir gün bir sebeple yuvadan uçup gideceğini akıllarına bile getirmediklerinden, hele de hiç duymadıkları sesinin güzelliğini bilmediklerinden bu durumu hazmetmekte güçlük çekiyorlar. Baba Frank bunca yıldır yaptığı işin sesi olmuş kızının bir gün kendi yoluna gideceği gerçeğiyle hüzünlü bir yüzleşme yaşıyor. Anne Jackie, Ruby doğduğunda iletişim kuramayacağını düşündüğünden onun da sağır olmasını istediğini itiraf ediyor. Daniel, kardeşinin yardımı olmadan da işleri idare edebileceklerinin savunusuyla Ruby'ye ihtiyaç duyulmasına öfke duyuyor. Alışık oldukları düzen bozulma riskiyle karşı karşıya kalsa da hepsi Ruby'yi çok seviyor ve onun önünde birer engel teşkil etmekten kaçınıyorlar. Üstelik Ruby'nin ailesi dışında öğretmeni ve erkek arkadaşıyla da farklı çatışmaları var. Tüm bunlardan ucuz dramlar yaratmadan başarıyla çıkan film, pastanın üstüne de çok güzel bir çilek koyuyor. Seçmelerde Ruby rolüyle Emilia Jones'un sesinden Kanadalı şarkıcı Joni Mitchell'ın 1969 tarihli Both Sides, Now şarkısının çok güzel bir yorumu... Hem de işitme engelliler versiyonuyla birlikte.

Genç İngiliz oyuncu Emilia Jones, performansıyla, Amerikan işaret dili kullanımıyla, söylediği şarkılarla bir başrol olarak her şeye hakim, etrafını aydınlatan parlayan bir yıldız gibi. Orijinal filmden farklı biçimde CODA'da Ruby'nin ailesi olarak Troy Kotsur, Daniel Durant ve 1987'de ilk filmi Children Of A Lesser God ile En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ı kazanan Marlee Matlin gibi gerçekten işitme engelli oyuncular yer alıyor. Bu gerçekliğin sağladığı avantajı da hepsinde hissediyoruz. Sundance Film Festivali'nde dört önemli ödül birden alan, Sundance karakterine göre biraz ana akım gibi görünse de bağımsız ruhunu da elden bırakmayan CODA, istenirse bir yeniden çevrimin de tat verebileceğinin kanıtlarından. Yeniden çevrimlerin en olması gereken amaçlarından biri de, böylesine güzel hikayelerin daha geniş kitlelere ulaştırılması ki, bu film sayesinde belki de pek çok insan La famille Bélier'den haberdar olacak, bağlantılı şekilde başka Avrupa yapımlarını da keşfedecek. Şayet CODA kötü ve ruhsuz bir film çıksaydı La famille Bélier'in kıymeti daha çok bilinecekti. Ama iyi çıkınca hem yine kıymeti biliniyor, hem de sinema dünyası güzel bir uyarlama daha kazanıyor.

12 Ağustos 2021 Perşembe

La nuit a dévoré le monde (2018)

 
Yönetmen: Dominique Rocher
Oyuncular: Anders Danielsen Lie, Golshifteh Farahani, Denis Lavant, Sigrid Bouaziz
Senaryo: Pit Agarmen, Jérémie Guez, Guillaume Lemans, Dominique Rocher
Müzik: David Gubitsch

Pit Agarmen'in romanından Jérémie Guez, Guillaume Lemans ve Dominique Rocher'in uyarladığı, ilk ve şu ana kadar tek uzun metrajı olarak Dominique Rocher'in yönettiği La nuit a dévoré le monde (The Night Eats The World), birkaç eşyasını almak için uğradığı bir ev partisinde içkinin de etkisiyle uyuyakalan Sam'in ertesi sabah başladığı hayatta kalma mücadelesini anlatan bir film. Bulunduğu binadaki insanların zombiye dönüştüğünü, dışarı bakınca da Paris'in zombilerce istila edildiğini fark eden Sam, yaşadığı şoku atlattıktan sonra dışarı çıkamayacağını ve mahsur kaldığı apartmanın artık tek yaşam alanı olduğunu anlar. Bu durumu kabullenince hayatta kalmak için sistematik bir düzen kurması gerektiğinin bilinciyle apartmanın diğer dairelerine tehlikeli ziyaretler yaparak erzak, kıyafet ve işine yarayacak başka eşyalar arayışına girer. Bu ziyaretler tehlikeli olabilir zira bazılarında hala zombiye dönüşmüş sakinler bulunmaktadır. Roman ile uyarlaması arasındaki ilişkinin ne boyutlarda olduğunu bilmesek bile, filmden Pit Agerman'ın bir hayatta kalma mücadelesi yanında, büyük ölçüde Sam'in yalnızlıkla olan imtihanına dair vurgusuna vakıf olabiliyoruz. Yaşayan ölüler türüne dair basmakalıp tercihlerden kaçınamayacağını anlayan yazarlar veya yönetmenlerin farklı arayışlar içinde olmaları, bu ürkütücü fantastik fenomenden insan olmaya yönelik çıkarımlar peşinde yol almaları gayet olumlu. La nuit a dévoré le monde, ekonomik biçimde bu klişelerden faydalansa da özellikle yalnızlık olgusu üzerine düşündürücü tavrıyla bu yapımlardan biri.

Bu zombi salgını nasıl ortaya çıktı, Sam'in bulunduğu apartman dairesindeki partiye nasıl bulaştı gibi sorularla uğraşmadan onun sarhoş bir gece sonrası böyle bir dünyaya uyanmasıyla ustaca zamandan kazanan, yine de birkaç gerilim/aksiyon hamlesiyle Sam'in rehin kaldığı bu yeni dünyayı özetleyen film, asıl uğraşmayı düşündüğü "bir adamın korkunç yalnızlığı" sadedine geliyor. Sam geniş dairelerden oluşan bu apartmanda kendini güvene aldıktan sonra her evden yaşaması için gerekli yiyecek, giyecek ve çeşitli araç gereçler topluyor. Evin içinde walkmenini takıp sabah koşusu yapıyor, bateri çalıyor, çeşitli eşyalarla deneysel müzik yapıyor, bulduğu bir paintball silahıyla dışarıdaki zombileri vuruyor. Ama bunun yanında ufak seslerden irkiliyor, geceleri kabuslar görüyor ve korkunç bir yalnızlık çekiyor. "Dünyada kalan son insan" fantezisinin orijinalliği, seyircide yarattığı empatinin gücüyle ölçülebilir. Sam'in, ailesi tatile çıkmış çocuk gibi mahsur kaldığı apartmanın dairelerinde dolaşması, odaları kurcalaması, ihtiyacı olan şeyleri toplaması, onun durumunda kalmamız halinde bizim de yapacağımız, hatta keyif bile alabileceğimiz yaramazlıklar gibi görünüyor. Duvarlardaki kan izleri, dağıtılmış odalar, kimi zaman Sam'in bu izole huzuruyla ironik bir uyum yakalıyor. Dışarıdaki ölümcül salgından korunmak için evde kalmanın zorakiliğini yaşadığımız şu dönemden habersiz bir zamanda dile getiren film, salgın gölgesinde oluşturulan güvenli ortamların bile bir süre sonra insanı ve sahip olduğu önceki özgürlüklerini nasıl daralttığını da vurguluyor.

Sam, ruhen daraldıkça, günler önce özgürlük sandığı duyguyu yalnızlık gerçeği ile değiştirmeye başlıyor. Aradan kaç gün geçtiği, Sam'in ne kadar süre binada mahsur kaldığı bize söylenmiyor. Filmin başındaki ev partisi bölümünde insan kalabalığının hissettirdiği gereksiz karmaşadan uzak, huzur dolu bir yalnızlık, artık yerini ev içinde bir ses, bir canlı arayışına bırakıyor. Binanın eski tip asansöründe mahsur kalan Alfred adlı enfekte adam ile ara sıra konuşması, dışarıda gördüğü kediyi eve almak için hayatını tehlikeye atması, sırf sokaklarda canlı görebilmek için canhıraş biçimde bateri çalarak sese gelen zombileri balkon altına toplaması bu yalnızlığın ulaştığı boyutu gösteren örnekler. Ama kendisi gibi sağ kalmış biriyle karşılaşacak mı, bu durum Sam'in yalnızlığına ne ölçüde çare olacak, sonrasında neler yaşanacak noktasında seyirciyi kurnaz ve trajik biçimde ters köşeye yatıran iyi de bir fikri var. Aslında bu bölüm için de söylenecek çok şey mevcut. Fakat filmin bu noktada kurguladığı büyüsünü kendine saklamak en doğrusu. Danimarkalı yönetmen Joachim Trier filmleri Reprise ve Oslo, 31. august ile adını duyuran Norveçli aktör Anders Danielsen Lie'nin tek başına başarıyla sırtladığı rolüyle (senaryonun da büyük katkılarıyla) seyirciyle empati kurmakta zorlanmıyor. Sınırları tam olarak bilinmeyen, bir sabah uyanıldığında dünyada ya da en azından bulunduğu coğrafyada tek başına kaldığını fark eden karakterlerin hikayelerine özellikle Avrupa sinemasının özgün yaklaşımlarını görmekteyiz. La nuit a dévoré le monde, Avusturya/Almanya yapımı Die Wand (2012) ve İtalya/Almanya yapımı In My Room (2018) gibi bir zombi tehditi olmadan gizem, gerilim, felsefi derinlik yaratmamış olsa da, zombi tehditini yalnızlık temasıyla çok iyi buluşturmuş bu örneklerden biri.

28 Temmuz 2021 Çarşamba

Revanche (2008)


Yönetmen: Götz Spielmann
Oyuncular: Johannes Krisch, Ursula Strauss, Andreas Lust, Irina Potapenko, Johannes Thanheiser
Senaryo: Götz Spielmann
Müzik: Walter W. Cikan

Ukraynalı bir fahişe olan Tamara, Avusturya’da çalıştığı genelevin patronunun adamlarından biri olan Alex ile gizli bir ilişki içindedir. Birbirlerini seven Tamara ve Alex, bu durumu patronlarına sezdirmeden gizli gizli buluşmaktadırlar.Patronunun Tamara’ya yaptığı sınıf atlama teklifinden sonra bu işin böyle gitmeyeceğini anlayan Alex, bir banka soygunu planlar. Çünkü iki sevgilinin bulundukları hayattan kaçabilmeleri ve hayallerini gerçekleştirebilmeleri için paraya ihtiyaçları vardır. Öte yandan polis memuru Robert ile süpermarket görevlisi Susanne’ın uyumlu evliliklerine rağmen bir türlü çocuk sahibi olamamaları evliliklerini sıkıntıya sokmaktadır. Bu iki alâkasız hayatın kesişmesi ve sonrasında yaşananlar, şehirden kırsala uzanan hata, pişmanlık, ihanet, intikam ve sırlar dizisiyle zorlu bir sınavın çözülmesi güç sorularını oluşturmaktadır.

2008 Oscar’larında En İyi Yabancı Film adaylarından biri olan Avusturya yapımı Revanche, psikolojik dramlara ilgi duyan seyirciyi avucuna almak için gerekli niteliklere sahip bir film. İlk bölümü adım adım suç janrında ilerlerken, kırılma noktasından sonra beklenmedik biçimde sakinleşen, gerilimini bireysel psikolojik açmazlara sabitleyen, naifleşen, esas gücünü de buradan alan omurgalı bir yapım. Şehrin kirlenmişliği ile köyün saflığını belirgin çizgilerle ayırması yanında, birbirinden tamamen kopuk bir devamsızlık da yaşamıyor. Bu yapısıyla karakterlerin ruh hallerinde kademeli bir gelişme / değişme sağlayabilme gücü de oldukça fazla denebilir. Şehir yaşamının aşağılamalarına, riyâkârlığına karşılık saklanmak için seçilen köy atmosferinin huzurlu olduğu kadar sıkıntılı pastoral dokusuna sağlanılan uyum, başlangıçta doğal bir uyum değil, bir mecburiyet gibi görünse de, şehirde adam dövüp silahla banka soyan Alex’in, köyde odun kesip inekleri yemlemesine dönüşen geçişindeki samimiyeti –o gizlenme mecburiyetine rağmen- sezebiliyoruz. Rutin çiftlik işlerinde çalışmanın sağladığı arınma duygusu, üç farklı vicdan muhasebesinin filme kattığı kasvetli havayı hüzünlü bir şekilde dengeliyor, hatta kimi zaman o havayı bir nebze ferahlatıyor.

Karmaşık ilişkilerden kesişmeler yaratmayı, sonra onları çıkmaz sokağa sokmayı seven anlatımıyla Götz Spielmann, sade ama mesafeli yaklaşımından, tempo ayarlayışı ve solgun görünüşünden ötürü İskandinav sinemasına yakınlık hissi uyandırıyor. Tabiî çoğu Avrupa filminde bu havayı solumak mümkündür. Fakat özellikle tempo ve solgunluk yönünden ağır, sıkıcı, seviyesiz bir yapıda olduğu düşünülmesin. Normalde bazı çağdaşları, çektikleri birtakım sahnelere saniyeler, dakikalar boyu kilitlenirken, Spielmann istese rahatlıkla saniyeler, dakikalar boyu kilitleneceği pek çok sahneyi tadında bırakıp, o minimal duyguyu sunmanın yanında filmin ritmini bozmayarak hem olay örgüsüne, hem de ilgili sahnenin iç dinamiğine ilgiyi taze tutuyor. Belki film için getirilebilecek en ilginç eleştiri, içinde insana dair türlü kötü niyetler, ihanetler, zayıflıklar bulundurmasına rağmen, bütünüyle kötü niyetli bir film olmayışı olabilir. Çünkü yapısı itibariyle Avrupa sinemasının besleyip büyüttüğü farklı gerçekçi şiddet gösterilerine son derece müsait olması, fakat bunu daha çok bağlılık ifadesi veya köreltilmesi gereken bir cinselliğe, intikam ateşini yakıp yakmama arasında sıkışıp kalmış vicdan gerekçelerine döndürmesiyle film tam anlamıyla frenlenmiş. Senaryo açısından ilgi canlı tutulsa da, filmin gidip tutunduğu dallar bu sebepten fazla sağlam görünmüyor veya fazla iyi niyet, fazla insanî didaktiklik içeriyor. Yine de bir anlamda böyle filmleri Lars von Trier’in ellerinde hayal ediyor, sonra en iyisi hayal etmemek diye de düşünebiliyorum kendi adıma.

                         

Filmin niyeti konusunu biraz daha iğdiş etmek gerekirse, suç ve ceza konumlandırmaları ışığında seyircinin ekran karşısında dileyebilecekleri ile, kendini akıntıya bırakmışlığı arasında bulduğu çözümlere cevap veriş şekli tartışmaya açık hale getirilmiş. Evet, filmin bir sonu var. Ama son olarak gördüğümüz finallerin aslında bir başlangıç oluşlarına bakış açılarımız o kadar farklı ki, bu anlamda Revanche’ın sonu da, filmin bütünü düşünüldüğünde çetrefilli tartışmalar doğuruyor. Suç filmlerinin çoğunda esas olan şekilde suç sonucu elde edilen ganimetin Revanche’da esamesinin okunmayışı, suç sonrası süreçte filmin tamamen karakter odaklı bir sürece indirgenmesi, aslında hakiki bir yükselme. Çünkü ganimet mevzunun yanında, filmin iki kadın, iki erkek arasında dönüştürdüğü sebep-sonuç ilişkileri didaktik olmayan kurnaz hamleler barındırıyor ki, işte bu anlamda hiç de adil olmayan bir adelet sağlaması bakımından Spielmann’ın çözümleri gayet orijinal ve tatmin edici. Spielmann’ın bir gaf gibi senaryosunda o suç ganimetini unuttuğunu bile düşüneceğimiz bir noktada, aslında kendisinin esas aldığı ganimetin çok başka bir şey oluşuna uyanışımız Revanche’ı daha da anlamlı kılıyor. İşin tuhaf yanı, bu ganimetin insanın insanî yanları kadar, karanlık yönleriyle de çözümler üretebildiği gerçeğinin ele alınış biçimi olarak beliriyor.

Filmin merkezindeki Alex rolüyle Johannes Krisch, olgun ve sert olduğu kadar, o olgunluk ve sertliğin içinde barınan kırılganlığı yansıtmada çok başarılı. Pek çok erkekte görülen, kaba görüntünün gizlemeyi başardığı sevgi ve bağlılığı doğal bir kalıba dökmeyi başarıyor. Revanche için yalnız kalmanın, yalnız bırakılmanın, yalnızlığı tercih etmenin, yalnız kalmayı kabul edememenin filmlerinden biri diyebiliriz. Vicdanın ne derece güçlü, ne derece zayıf suretlerde görünebildiğinin işaret fişeğini yakan filmlerden biri de diyebiliriz. Fakat belki de en önemlisi, hayatın bize tattırdığı yenilgilere karşı sunduğu rövanş şansında bile tuzaklar bulunduğunu fark ettiğimiz filmlerden biri diyebiliriz. Yine de insan olarak işimize geldiği ölçülerde bazen o tuzaklara o kadar hazırlıklıyız ki, hayran olunacak derecede hınzır çözümlerimiz var. Etik açıdan kötü olarak nitelenen çözümlerimizle iyi niyetlerimizi gerçekleştirecek kadar hem de…

17 Temmuz 2021 Cumartesi

Spy Game (2001)

 
Yönetmen: Tony Scott
Oyuncular: Robert Redford, Brad Pitt, Catherine McCormack, Stephen Dillane, Larry Bryggman, Marianne Jean-Baptiste, Amidou, Todd Boyce
Senaryo: Michael Frost Beckner, David Arata
Müzik: Harry Gregson-Williams

CIA'de 30 yıl boyunca başarıyla görev yapan Nathan Muir (Robert Redford), emekli olmadan önceki son iş gününe uyanır. Eşyalarını toplamak ve çıkış işlemlerini yapmak için son kez ofisine gelen Muir, daha önce Vietnam, Berlin ve Beyrut gibi birçok bölgede birlikte çalıştığı Tom Bishop'ın (Brad Pitt) Çinliler tarafından yakalandığını ve 24 saat içinde idam edileceğini kendi kaynaklarından öğrenir. Bishop hakkında bilgi vermek için CIA'in üst düzey yetkilileri ile toplantıya çağrılan Muir, üst yönetimin Bishop'ı harcamaya karar verdiğini anlar. Çin hükümeti ile önemli bir ticari anlaşmanın öncesinde ilişkilerin bozulmaması için bir ajanın hayatı feda edilecektir. Bunun üzerine Muir, yıllarını birlikte geçirdiği ve neredeyse tüm bilgilerini aktardığı öğrencisini kurtarmak için tüm erişimlerinden yoksun biçimde zamana karşı yarış içine girer. Michael Frost Beckner ve David Arata'nın senaryosunu yazdığı, Tony Scott'ın yönettiği Spy Game, Scott kariyerinin en heyecan verici örneklerinden biri olarak yıllandıkça değerlenen bir politik gerilim.

Ajanlar, zamana karşı yarış, politik gerilim gibi bileşenlerin yer aldığı filmlerden çok büyük farklılıklar taşımayan ama kurgu dengesi ve heyecanı diri tutma çabasıyla 2000'lerin başında eski formüllerin başarıyla modifiye edilebileceğini kanıtlayan Spy Game, iki koldan ilerleyen bir film. 30 yıllık CIA kariyerinin son gününde en iyi adamının Çin'de idam edilmesini önleme şansı elde eden Muir, kendisine bilgi vermekten kaçınan, sadece Ajan Bishop ile olan geçmişini araştıran yetkili ekibe bir yandan bilgi verirken, bir yandan da onlara çaktırmadan olayın iç yüzünü anlamaya ve halen elindeki yetkilerle Bishop'ı kurtarmak için girişimlerde bulunuyor. Çoğunluğu CIA merkezindeki toplantı odasında geçen bu kol, tansiyonun yüksek tutulduğu sıkı bir tek mekan gerilimi tonu taşırken, diğer kol ise Muir'in Bishop ile ilk tanışması, ajanlık eğitim süreci ve birlikte giriştikleri önemli operasyonların harmanlandığı geri dönüşlerden oluşuyor. En önemlisi de, 1985 yılında Bishop'ın bir gazeteci kimliğinde Beyrut'ta katıldığı tehlikeli ve çok iyi korunan Şeyh Salameh'e yönelik operasyon. Buradaki uluslararası sağlık örgütünde görevli İngiliz Elizabeth Hadley ile çalışan Dr. Ahmed'in, Şeyh Salameh'in aile doktoru olması sebebiyle Hadley'ye yaklaşan fakat onunla duygusal bir ilişki yaşamaktan kaçamayan Bishop'ı Çin'de tutsak olmaya götüren yol da açılmış oluyor.

Ofis ve saha arasındaki dengeyi çok iyi kuran senaryo, Vietnam, Berlin, Beyrut gibi farklı coğrafyalardaki operasyonlarda, hem bu coğrafyaların kendi askeri ve siyasi dinamiklerini, hem de CIA'nin her şeye burnunu sokma politikalarını kısalı uzunlu mercek altına alıyor. CIA'de sorgu bölümlerinde de merkezi haber alma teşkilatının dış operasyonlarındaki plan, tutum ve önceliklerinin Bishop/Muir özelinde özeti çıkarılıyor. Neticede bir Amerikan filmi olduğu ve tarafsız ya da eleştirel bakışı açısından kendi dengelerine sahip olduğu için, hemen her Tony Scott filminde olduğu gibi gereksiz aksiyona bulanmamış heyecan verici bir maceranın izi sürülüyor. CIA'nin uluslararası çıkarları uğruna personelini harcamaktan çekinmeyeceği, sadece CIA'nin değil, coğrafya gözetmeksizin her türlü mekanizmayı döndüren her çarkın sadece basit bir çark olarak muamele göreceğinin altı çiziliyor. Usta müzisyen Harry Gregson-Williams'ın müzikleriyle, Robert Redford ve Brad Pitt'in görüntü ve performans olarak varlıklarıyla etkisini ikiye katlayan Spy Game, 19 Ağustos 2012'de Vincent Thomas köprüsünden atlayarak intihar eden Tony Scott'ın filmografisinde övgüyle anılmayı hak eden filmlerden biri.

10 Temmuz 2021 Cumartesi

The Little Death (2014)

 
Yönetmen: Josh Lawson
Oyuncular: Bojana Novakovic, Josh Lawson, Damon Herriman, Kate Mulvany, Kate Box, Patrick Brammall, Alan Dukes, Lisa McCune, Erin James, T.J. Power, Kim Gyngell
Senaryo: Josh Lawson
Müzik: Michael Yezerski

* Cinsel Mazoşizm: Aşağılanmaktan, acı ve ıstıraptan haz duyma. (Meave & Paul)
* Rol Yapma Fetişizmi: Başka biri gibi davranmaktan tahrik olma. (Evie & Dan)
* Dacryfili: Ağlayan birini görmekten duyulan cinsel haz. (Rowena & Richard)
* Somnofili: Uyuyan birini seyretmekten tahrik olma. (Maureen & Phil)
* Telefon Sapkınlığı: Yabancılarla yapılan müstehcen telefon konuşmalarından duyulan haz. (Monica & Sam)

Kendi cinsel yaşamlarında bu beş tuhaf fanteziye sahip beş çiftin yaşadıklarını komik, romantik, dramatik açılardan hikayeleştiren The Little Death, Josh Lawson'ın yazıp yönettiği, ayrıca Paul karakterini de canlandırdığı Avustralya yapımı bir film. The Little Death adı ise Fransızcada orgazm anlamına gelen “la petite mort” sözünden esinlenerek konmuş. Tecavüze uğrama fantezisi olan Meave, eşiyle sürekli "roleplay" yoluyla cinsel ilişki yaşamak isteyen Dan, sadece kocasını ağlarken görünce cinsel haz duyup orgazm olabilen Rowena, kendisine soğuk davranan karısını sadece uyurken gördüğünde tahrik olabilen Phil ve işaret dili yoluyla online seks deneyimi yaşamak için işitme engellilere hizmet veren video chat merkezine bağlanan Sam'den oluşan beş karakter ve onların partnerleriyle yaşadıklarını izliyoruz. Josh Lawson, bu hikayeleri sırayla anlatmak yerine, çok doğru bir tercih olarak karışık bir kurguya başvuruyor. Her birinin giriş gelişme ve sonuç kısımlarını filmin ana gövdesine o kadar yerinde dağıtıyor ki, karışık kurguyla hikayeden hikayeye geçiş yaptığımızda dikkatimiz dağılmıyor, ilgimiz kaybolmuyor.

Partnerleriyle daha iyi bir cinsel yaşam, kaliteli orgazm ya da sadece orgazm arayışında olan karakterlerimizden bazıları, sahip oldukları bu fantezileri onlarla paylaşıyor, bazıları da anlaşılmayacakları düşüncesiyle saklamayı tercih ediyor. Paylaşsalar da, saklasalar da başlangıçta her şey yolunda gidiyor ve arzu ettikleri cinsel heyecanı yakalıyorlar. Lawson'ın çiftleri ve onların sorunlarını tasarlayışı romantik komedi sınırlarında teoride ve pratikte o kadar sağlam ki, asıl meselesinin sadece orgazm olmadığını, aşk, evlilik, çocuk sahibi olma, çiftler arası uyum, iletişimsizlik, bencillik, dürüstlük, fedakarlık, güven gibi konuların hepsine temas edebildiğini gösteriyor. Söz konusu fanteziler üzerine iyi kurulmuş çift hikayeleri, önce bu fantezilerin uygulanması sonrasındaki olumlu geri dönüşlerle, sonra da bunların alışkanlık haline gelişleriyle yerlerini iyice sağlamlaştırıyor. İstediklerini alan, bunlara alışan, bazen de yalan yalan üstüne koyarak o tempoyu sürdürmek isteyen kimi karakterler, bu bencilliklerinin bedellerine de hazırlıksız yakalanıyorlar. Fantezilerin hayata geçirilmesiyle cinsel yaşamlarına hakim olmaya başlayan bu bencillik, filmin mükemmel çatışmalarından biri. Her bir çift içinde bazen kadın, bazen erkek bireylerin  kendi cinsel mutlulukları uğruna yaptıkları tercihler ve hatalar, sürekli birbirini tetikleyen ve önüne geçilmesi zorlaşan başka hataları da beraberinde getiriyor. Böylece bu sorunlar yumağı, komedi veya dram tonu fark etmeden kendi sahiciliklerini yaratıyor kendi derinliklerini yakalıyor.


The Little Death'in özellikle Rowena/Richard ve Maureen/Phil çiftleri üzerinden kurduğu "tuhaf cinsel fantezilerimizi partnerimizle paylaşmalı mıyız, yoksa anlaşılamayacağımız ve onu kaybedebileceğimiz korkusuyla bunları kendimize mi saklamalıyız" ikilemi oldukça düşündürücü. "Tuhaf" kelimesinin göreceliği bir yana, tam tersine fantezilerini birbirleriyle paylaşan Meave/Paul ve Evie/Dan çiftlerinin bu defa farklı sorunlarla yüzleşmeleri, sorunun fantezilerde mi, onların cinsel hayata geçiriliş biçiminde mi olduğu ikilemini doğuruyor. Meave/Paul çiftinin hikayesinde, biri tecavüze uğramak istediği anda o eylemin tecavüz olmaktan çıkması yorumunda olduğu gibi, bazı fantezilerin partnerlerle paylaşılmasının onları fantezi olmaktan çıkarması durumu için yapılacak hiçbir şey yok. Mesela Richard ve Maureen eşlerinin fantezilerinden haberdar olsalardı onları cinsel yönden mutlu etmek için ne yapabilirlerdi? Kısacası bazı fantezilerin çaresi varken, bazılarının uygulanabilirliği pek mümkün olmayabiliyor. Öte yandan işin ucunda orgazm olduğu için tuhaf veya değil, bu fantezilerin önünde kimse duramıyor. Lawson, bu fantezi ve fetişlerin önüne, arkasına, arasına ustalıkla farklı ilişki analizleri yerleştirerek basit bir seks komedisinden öte, katmanlı bir romantik komedi dizayn ediyor.

Kimi mutlu sona ulaşan, kimi ulaşamayan, kimi de çok yerinde bir ucu açıklıkla, devamı hakkında düşündürecek ölçüde iz bırakan bir boyutlandırmayla bitirilen hikayeler yer yer ufak kesişmeler yaşasalar da, asıl kesişme noktaları, partnerlerini ya da kendilerini cinsel anlamda mutlu edebilmek için sıra dışı fantezilerini uygulamak isteyen karakterlerin iyi niyetleri ve bunların geri dönüşleri şeklinde özetlenebilir. Sadece Monica ve Sam'in hikayesi diğerlerinden farklı bir tona sahip ve yukarıdaki bazı yorumlardan muaf kalıyor. Ayrıca kahramanlarımızın bulunduğu mahalleye yeni taşınan, onlara tanışma ikramı olarak kendi yaptığı umacı kurabiyeleri hediye eden, hem de federal yasalar gereğince hüküm giymiş bir seks suçlusu olduğunu belirten Steve karakterinin de ufak bir tekinsizlik katma dışında pek bir fonksiyonu yok. Bazı hikayelerin fiziksel olarak kesiştiği final ise filmin kara komedi karakterine ince bir dokunuş sağlıyor. Oyuncu perfomansları da bu komedinin "kara"lığına renk katan hoşluklara sahip. Avustralya sınırlarını aşamamış bir aktör olan Josh Lawson'ın yazarak yönettiği bu ilk uzun metrajı, yüzlerce cinsel fantezi arasından seçilen beş tanesi için planlanmış eğlendiren, düşündüren, kalp kıran, empati yaptıran dengelerle kurulup kurgulanmış iyi bir film. Üstelik o yüzlerce cinsel fantezi arasından seçilecek başkalarıyla kurgulanabilecek devam filmleri potansiyeli bile olan kıvamda.