17 Aralık 2024 Salı

Hypnosen (2023)

 
Yönetmen: Ernst De Geer
Oyuncular: Asta Kamma August, Herbert Nordrum, Andrea Edwards, David Fukamachi Regnfors, Moa Niklasson, Simon Rajala
Senaryo: Ernst De Geer, Mads Stegger
Müzik: Peder Kjellsby

Vera ve André çifti birlikte geliştirdikleri kadın sağlığı uygulamasını saygın bir yarışmada tanıtma fırsatı yakalamışlardır. Bu önemli sunumdan önce Vera sigarayı bırakmak için hipnoterapi seansını denemeye karar verir. Terapiden sonra beklenmedik bir şekilde Vera'nın sosyal çekinceleri ortadan kalkar, kendini daha rahatlamış, hafiflemiş hisseder. Ne var ki mizacından farklı davranmaya başladığı için hem sunumu, hem de André'yi zor durumda bırakacak kadar tuhaf davranışlar sergiler. Senaryosu Mads Stegger ve Ernst De Geer'e, rejisi yine De Geer'e ait Hypnosen, kara mizahı dramla harmanlayan, yer yer sinir bozucu, rahatsız edici, ilişkiler hakkında seyirciyi zor seçimlere iten etkileyici bir ilk film. Özellikle Vera'nın hipnoterapi sonrası gösterdiği davranışlar üzerinden etkili çatışmalar kuran, bu sayede seyirci olarak genelimizi André yanında konumlandıran bu anlatım, Vera adına utanmanın hissiyatını tattırmaktan keyif alıyor adeta. Hatta bu tavrını birkaç yerde André'ye de uyarlayarak Vera için düşündüklerimizi André üzerinde de test etme fırsatı sunuyor. Böylece cinsiyet eşitliği sağlayarak ilişki dinamiklerinden doğan marazları hipnoz temasının ötesine taşıyor. Sevgi, sorumluluk, sosyalleşme, özgürlük kavramlarını ikili ilişkiler sınırları içinde, zaman zaman dışına da taşırarak birbirine çarpıştırmak suretiyle ifade ediyor. Vera'nın tekinsizleşmesiyle yaratılan gerilim, kimi zaman anlaşılır, kimi zaman da kestirilemez oluşuyla dramatik bir kaygan zemin meydana getiriyor.

Filmin kendi zemininde meydana getirdiği bu kayganlık, "başkasının adına utanmak" duygusunu o kadar iyi pekiştiriyor ki, hem Vera, hem André, hem de seyirci sık sık kayıp düşüyor. İşte düşme ile hissedilen şaşkınlık, komiklik ve ince dram aslında filmin duygusunun da kısa bir özeti adeta. Vera'nın mizacından farklı davranmaya başlamasıyla onu çok seven André'nin düştüğü zor durumların yarattığı psikolojik gerilim de eklenince film kendine gerçekçi bir kimlik oluşturuyor. İşte kaygan zeminde seyreden bu gerçekliğin ilişkilerdeki fedakarlıkları, bencillikleri, sevgiyi, nefreti, ihaneti ve sadakati test edici yönlerine ufak dokunuşlar yapan film, adını aldığı hipnoz olgusunda saklı mesajına da çok güzel bir zemin hazırlıyor. Hipnoterapi görmüş insanların sanıldığının aksine gündelik hayatlarında hipnotize olmuş bir şekilde dolaşmadıkları, sadece psikolojik olarak daha özgür, daha dobra, daha içten bir ruh haline bürünebildikleri ihtimali üzerinde duruluyor. Kişinin seansa ne derece hazır olduğu, ne ölçüde verim aldığı, asıl amacına nasıl ve ne zaman ulaşabileceği gibi değişkenler üzerinde durmaktansa, numune olarak alınan Vera üzerindeki hızlı ve etkili sonuçlarına bakıyor. Hepimizin kişiliği farklı kalıplardan oluşmakta. Çizgilerimiz, sınırlarımız, ilkelerimiz, kriterlerimiz var. Zamanla tüm bunlar belli bir çoğunluğa ulaştığında toplumsal ve dokunulmaz hale geliyorlar. Yasalaşıyor, kanunlaşıyor veya mahalle baskısı dediğimiz bir tür zorbalığa evriliyorlar.


Zamanla sosyal, cinsel, ahlaki kodlar oluşuyor. İçlerinden biri bu kodları farklı girdiğinde ya da doğrudan reddettiğinde ise ötekileştirilmeye mahkum ediliyor. Ama bunu göze alamayan geniş kitleler ne kadar istemeseler, ne kadar kişilik özelliklerine ters düşse de sisteme boyun eğmeyi kanıksıyor, bu kodları içselleştiriyorlar. Bazı durumlarda devreye giren uyarıcılar, bilinçaltını harekete geçirmek suretiyle bireye özgüven, cesaret ve zihin serbestliği sağlayınca, tüm o bastırılmışlıklar yüzeye çıkmaya başlıyor. Hipnozun da bu uyarıcı etkenlerden biri olduğu savını hesaba kattığımızda Vera'nın davranışlarındaki tuhaflığın aslında Vera'nın normalliği olabileceği ihtimali üzerine okumalar yapabiliyoruz. Hipnozun bireyi tuhaf bir robota mı çevirdiği, yoksa kalıpları değiştiren bir araç mı olduğu tartışmasına bu küçük hikaye ile dahil ediliyoruz. Vera'nın daha önce yaşadıkları üzerine verdiği tepkileri aslında daha farklı karşılayabileceği, hipnoterapi sonrasında sergilediği davranışların, bu önceki tepkilerini telafi etmek istemesinin bir sonucu olduğu, kısacası hipnoterapinin belirli ölçülerde bir uyanışa sebep olabileceği gibi çıkarımlarla karşılaşıyoruz. Kişinin bireysel ya da sosyal değerlerinde yer edinmiş dürüstlüğün, açık sözlülüğün ön saflara geçmesine sebep olan modern bir terapi yönteminin sunduğu zihin açıklığının, pratikte o bireyi zor durumlara sokabildiği ironisi de senaryonun özünde kendine yer buluyor.

Bastırdığımız o kadar çok şey var ki, bazılarının açığa çıkmasından korkarak ömür boyu kendimize saklıyor, bazılarını da açığa çıkarabilmek için uyarıcı, tetikleyici unsurlara ihtiyaç duyuyoruz. Aslında normal kişilik özelliklerimiz böyle olmasa da zamanla bu ket vuruşlardan kendimize yeni kişilikler inşa etmeye başlıyoruz. Normalimizin altında başka normaller ve anomaliler saklanmaya başlıyor. Hipnoz gibi farklı yöntemlerin ortaya çıkardıklarının birer utanç gibi görünmelerinin sebebi biraz da bu. Zihnimizi özgür bırakarak yaşayamamızın yıpratıcılığı çok üzücü. Hayatımızın her anında üzgün üzgün dolaşmamak, topluma karışmak, onun içinde daha rahat ve güvenli hareket edebilmek için bu saklamaları, ket vurmaları, sınırları kendi normalimiz haline getiriyoruz. Hypnosen bu açıdan insan psikolojisindeki kör noktalardan birine böyle mütevazi ve etkili bir temasta bulunduğu için iyi bir film. Aynı mütevazilik rejisinde ve başrolleri Asta Kamma August ile Herbert Nordrum'un performanslarında da görülüyor. Avrupa ağırlıklı bazı festivallerde sessizce birkaç ödül ve adaylık alarak yolculuğunu bitiriyor. Fırtınalar koparmıyor belki. Ama psikolojinin puslu kalmış bir noktasına böylesi bir kara mizah tonuyla dokunmasıyla, psikolojik dengesizlik dediğimiz şeyin perde arkasına bakma girişimiyle, seyircisinin sinir uçlarıyla oynamasıyla, onlara kişisel bastırılmışlıklarının muhasebesini yaptırma potansiyeliyle kıvamını buluyor. 

14 Aralık 2024 Cumartesi

Inside Llewyn Davis (2013)


Yönetmen: Ethan Coen, Joel Coen
Oyuncular: Oscar Isaac, Carey Mulligan, Justin Timberlake, John Goodman, Garrett Hedlund, F. Murray Abraham, Ethan Phillips, Robin Bartlett, Adam Driver, Max Casella
Senaryo: Ethan Coen, Joel Coen


"Bir şarkı eskimiyorsa, yeni de değilse folk'tur."
 
Joel ve Ethan Coen kardeşler bugünlere gelene kadar filmlerinde çeşitli dönemleri ve farklı türleri elden geçirdiler. Ama bu farklılıkları bir bütün haline getiren benzersiz tarzları birkaç istisna dışında hep ortadaydı. Mafya, western, komedi ve ketum dramlar, unutulmaz sahne, replik ve karakterler, yenilikçi, varoluşçu ve felsefi derinliğe kara mizahla ulaşan üslüpları onları 90'lardan günümüze bir marka, bir referans haline getirdi. Ancak bir Coen filmiyle karşılaştırılabilecek Blood Simple, Fargo, Barton Fink, No Country For Old Man gibi yapımlar yıllandıkça tatlanan şaraplara benziyorlar. Ve onlara yeni bir kardeş geliyor: Inside Llewyn Davis!
 
Film, 1961 kışında Greenwich Village, New York'ta yaşayan tanınmamış folk şarkıcısı Llewyn Davis'in birkaç gününü anlatıyor. Dış görünüm itibariyle filmin hiç de iddialı bir konusu yok. Sadece tanınmaya çalıştığı müziğiyle iyi kötü yaşamaya çalışan bir tutunamayanın birkaç puslu günü var. Ama o birkaç günü kendimize ait birkaç gün gibi derinleştirecek birçok ayrıntının izini sürerken, kendimize ait olmayanı da benimsetebilme, empati / sempati kurdurabilme gücünü hissettiren film, nereye nasıl gideceğini kestiremeyeceğimiz Coen genlerini yine taşıyor. Başladığı yerde, başladığı şarkıyla biten bir kısırdöngüne hapsolmuş görünen filmin hikayesizliği, finalsiz Coen mantığı için bulunmaz bir nimet. Asıl hikaye Llewyn Davis'in kendisi. Beraber çalıştığı arkadaşı yakın zamanda intihar etmiş, yatacak bir yeri olmayan, yaptığı Inside Llewyn Davis albümünü piyasa çıkarmaya çalışan, arkadaşının sevgilisini hamile bırakan (kürtaj parası için de her şeyden habersiz bu arkadaşından borç isteyen) bir folk şarkıcısı Llewyn Davis. Bir folk şarkısının öznesi aslında.
 
1936-2002 yılları arasında yaşamış Brooklyn'li folk şarkıcısı Dave Van Ronk'un hayatından esinlenilmiş, puslu ve soğuk Greenwich Village günlerinin mükemmel fonunda Llewyn'in etrafında şekillenen film, tek bir konuya odaklanmadan kendi çizdiği yolda ilerlerken, onun artık yırtıp yırtmayacağı beklentisi dışında özel birşey vaat etmiyor. Lakin bu beklenti sadece olayın kabası. En özel yanı da burada zaten. Bu amaçsızlığı özel kılan mantıklı veya absürt herşey kendi sadeliğinden türemiş bir başyapıtın tuğlalarını örüyor. Llewyn'in kibirli, öfkeli, bencil, sorumsuz bir adam olduğunu biliyoruz ama ona kızamıyoruz. Çünkü bu özelliklerinin hiçbiri yanına kar kalmıyor ve o da bunun farkında bir yılgınlık içinde oradan oraya savruluyor. Yoluna çıkanlara (hatta gerçek anlamda yoluna çıkanlara) kalıcı hasarlar bırakabiliyor. Bu birkaç gün içinde yaptığı, gördüğü, duyduğu hiçbir şeyden hayatına bir ekleme yapmayan, daha da derinleşen bir hüznün gediklisi bir adam Llewyn. Orada olmayan adamlardan sadece biri.
 
 
Inside Llewyn Davis bir dönem filmi ve bu özelliğini yapaylıktan uzak, göze sokmadan aktarmayı her Coen filminde olduğu gibi beceren bir yapım. Bunda Fransız görüntü yönetmeni Bruno Delbonnel'nin etkisi büyük. Vietnam öncesi, beat kuşağı, eşcinsel bakış açısı, uyuşturucu, protest müziğin yükselişi sessiz sedasız ve kısacık anlara sığmış şekilde filmin içinden akıp gidiyor. Llewyn ise başına kalan sevimli burjuva kedisi ve gitarıyla gecesini nerede geçireceğini düşünmediği günlerini yaşamaya çalışıyor. Akıbetini bilmediği albümünün gönderildiği Chicago'ya gidip yapımcı Bud Grossman ile görüşmek istiyor ki artık sefil hayatında birşeyler değişsin. Ama bu bir "A Star is Born" filmi değil. Zaten beleşe getirdiği Chicago yolculuğu, karizmatik şoför Johnny Five ve şoförlüğünü yaptığı varlıklı uyuşturucu bağımlısı müzisyen Roland Turner sayesinde tuhaf bir yol hikayesine, daha doğrusu bir yol tribine direksiyon kırıyor. Bir Coen filminde Chicago'ya yapılan bu umuda yolculuğun amacına ulaşıp ulaşmayacağını düşünmek yerine yolculuğun tekinsizliğinin tadını çıkarmak gerekiyor. Çünkü öngörülemez bir gidişat, ancak öngörülemez bir üslup ile kendini buluyor.
 
Zaten başkası olsa o yolculuğu başka türlü planlar, yolculuğun sonunda sıkı dostluklar kurulmuş, hayattan gerekli dersler çıkarılmış şekilde bırakırdı. Başkası olsa Llewyn'in Chicago'daki görüşmesinden sonra nihayet bir yıldız yaratma (belki de o yıldızı yaratıp büyüttükten sonra tekrar düşürme) rotasına sapardı. Başkası olsa Llewyn'in yolunun üstündeki Akron yoluna da sapar, gereksiz bir aile dramıyla şişkinlik yaratırdı. Başkası olsa Llewyn, Jim, Jean üçlüsünden aynı şişkinlikle bir sadakat muhasebesine soyunurdu. Jean'i doğru adamı seçme yavanlığıyla yönlendirip filmi pembe dizileşinceye kadar kızartırdı. Başkası olsa Llewyn'in babasıyla olan sorunlu ilişkisindeki buzdağının görünen ve görünmeyen yanlarını tek bir sahneyle ifade edemezdi. Başkası olsa belki o kedinin adını Ulysses koymazdı. İşte bu yüzden Inside Llewyn Davis tüm bu "başka"lardan arınarak seyircisine de mütevazi bir arınma duygusu aşılayan bir film.
 
60'lardan kalma bir romanın canlanmış haline benzeyen Inside Llewyn Davis, aslında en iyi benzetmeleri yine kendi içinden çıkarabileceğimiz bir yapım. Llewyn'in, sahip çıkamadığı kedinin kendisinde olduğunu telefonda söylerken "Llewyn has a cat" cümlesini karşı tarafın "Llewyn is a cat" olarak yanlış anlamasının ironisi. Bud Grossman'ın Llewyn'e verdiği tavsiye. Chicago yolculuğunun tamamı. Akron yol ayrımı. Bir "Stream of Consciousness" (Bilinç Akışı) klasiği Ulysses'ın, önce entellektüel sahiplerinin dairesinden, sonra da sefil Llewyn'den kaçıp tekrar evine dönen bir kedi olarak vücuda gelmesi. Islak çorapların çaresizliğe (s)övgüsü. Buna benzer daha pekçok cümlenin sonuna "gibi" koyarak filmi benzetmek olası. Dave Van Ronk için "o, Greenwich Village'in kralıydı" diyen Bob Dylan, Llewyn'in başladığı yere döndüğü kulüpte efsanesinin temellerini atarken, yüzlerce kaybeden folk şarkıcısının sadece bir numunesi olarak Llewyn'in hikayesi de yarım kalıyor. Coen kardeşler Llewyn'in 20 küsür stüdyo albümü yapmış olan Van Ronk gibi bir kariyerin başında olup olmadığıyla ilgilenmiyorlar. Çünkü önemli olan onun hapsolduğu döngü. Ve Coenler için hayata dair en önemli şeyler o döngüde saklı.
 
 
Filmde herşey ve herkes Llewyn'in, yani Oscar Isaac'in etrafında tamamlayıcı detaylar olarak beliriyor. Isaac, kendisine yüklenmiş tüm özellikleri özel bir çaba sarfetmeden üzerinde taşıyor. Atmosfer o kadar tuhaf ve hüzün yüklü ki, bir kedi, havada uçuşan dumanaltı folk şarkıları, ıslanmış çoraplar, Justin Timberlake bile temsil ettiklerinin içini doldurup "karakter" oluşturabiliyorlar. Spielberg ve Scorsese gibi artık ezberlenmiş formüllerin cepten yiyen yönetmenlerinden, sırf markaları yüzünden kutsanıp ödül ve adaylıklara boğulan vasat (hatta daha beter) filmler izliyor olmamıza rağmen, Coenler sadık hayranlarını kendine has yöntemlerle yarı yolda bırakmıyorlar. Herkes bir sonraki projesinde daha görkemli, daha pahalı, daha Oscarlı olmaya çabalarken onlar hala Inside Llewyn Davis gibi bağımsız karakterde filmlerle nefes alınacak alanlar yaratmayı sürdürüyorlar. Bu tip filmlerin kıymetini de çoğunlukla Cannes Film Festivali biliyor. O kadar benzetmenin üzerine son bir tane daha eklersek, Inside Llewyn Davis'e Coen sinematografisine eklenmiş içli bir folk şarkısı diyebiliriz. Bu benzetmeye de Llewyn'in "Hang Me, Oh Hang Me" şarkısının ardından seyirciye söylediği cümleyle destek çıkabiliriz. "Bir şarkı eskimiyorsa, yeni de değilse folk'tur."