27 Nisan 2008 Pazar

American Gangster (2007)


 Yönetmen: Ridley Scott
Oyuncular: Denzel Washington, Russell Crowe, Chiwetel Ejiofor, Josh Brolin, Carla Gugino, Lymari Nadal, Ted Levine, RZA, Ruby Dee, Cuba Gooding Jr., Armand Assante, Common, T.I., John Hawkes
Senaryo: Steven Zaillian
Müzik: Marc Streitenfeld
 
Genelleme yapmadan konuşursak, son yılların en heyecan verici ve cesur yapımlarının Amerika’dan çıkmaya başlaması, zaten sinema sektörüne hakim Amerika’nın adeta kendini yeniden keşfetmesi, muhalif sinemacıların seslerini daha güçlü duyurma girişimleri memnuniyet verici. Üstelik önceleri sıkça propaganda amaçlı yapımlar üreten, piyasa normlarını baz alarak basmakalıp örneklerle gişe başarısını birinci hedef sayan Amerikan sineması, her ne kadar kendi büyüklüğü içinde bu tutumunu sürdüren örnekleri terk etmemiş olsa da, çoğalan örneklerle yeni bir rüzgara kapılmış izlenimi uyandırıyor. Önceleri sadece birtakım bağımsız yapımların veya büyük yapım şirketlerine nazını geçirebilen nüfuzlu sinemacıların sahip olduğu cesaret, artık büyük prodüksyonlara da sıçramış durumda. Bunun sebepleri çeşitli şekillerde yorumlanabilir. Bush iktidarının çalkantılı dönemi içindeki 11 Eylül saldırıları, ardından Irak’a sözde demokrasi götürme operasyonları, ülke çapında sağlıksız bir milliyetçiliği, paranoyayı körüklediği gibi, etkiye verilmesi elzem tepkinin de ağır sorgusunu beraberinde getirmişti.
 
Amerikan toplumu, Bush yönetimin tutarsız ve saldırgan tutumunun eleştiri konusu olmaya başlaması, ülkeye Ortadoğu’dan giriş yapan asker tabutlarının sayısının artması, ama buna rağmen yıllardır o sözü edilen demokrasinin bir türlü sağlanamaması ile kafası karışık bir toplum haline geldi. Tüm bunların dışında yükselişe geçen dizi sektörü ve onun zaman zaman güçlü biçimde gözlemlediği politik, toplumsal zaaflar sinema sektörünü de etkiledi. İronik biçimde belki de Bush iktidarı sayesinde Amerikan sinema sektörü yakın ve uzak geçmişine daha objektif, daha cesur bakmaya, meydan okumaya başladı. Anıtlaşmış, tabulaşmış, kahramanlaştırılmış değerlerini yüreklilikle deşmeye cüret etti. Bunu yaparken genlerindeki yine kendi içinden kahramanlar yaratma alışkanlığını bırakmasa da kimi zaman onları “anti”ye çevirmeyi başarabildiği, kimi zaman da filmlerin eleştirel omurgasını sağlam tuttuğu için mazur görülmesi de yerinde olur.

Gençlik filmlerinden politik yapımlara kadar Amerikan sinemasının tüm türlerini etkisi altına almaya başlayan bu cesur bakış açısının getirileri, onların çeşitli Avrupa festivallerine davet edilmesi, ödüllendirilmesi ile kendini gösterdi. Önceleri sadece dünya starlarını kendi kırmızı halılarında görmek isteyen birtakım festival zihniyetleri, zamanla gerçek sinema sanatı çerçevesinde önemli boşlukları doldurma yetisindeki Amerikan yapımlarını programlarında görmek istediler. Hatta Amerikan sinemasına önyargısı olduğu iddia edilen, beğeni çıtası yüksek bazı sert eleştirmenler bile, yılın en iyi seçkilerinde yarıdan fazla Amerikan yapımları bulundurdular. Bu rüzgar, muhalif çizgisi zaten belli Amerikalı sinemacılar dışında, gerekli cesareti gösterememiş yönetmenleri, genç yetenekleri ve festival kalitesini gişe endişesine kurban etme eğilimindeki Amerikalı prodüktör/yönetmenleri de etkisi altına aldı. Elbette bunu bir moda şeklinde algılayıp, cahil bir oryantalizm ile, kırılamamış önyargılarla filmler çeken, kendi içine döndüğünde ise hoşgörüsüz bir milliyetçiliği bu rüzgarın getirisi sanan insanlar da oldu. Tabi bunları yorumlamak kişiden kişiye farklılık arz eder. Ama gerçekten samimi olan ya da sırf sinema dili açısından iyi niyetini belli eden yapımlar haklı olarak öne çıktı.


Başında “American” ifadesi bulunan filmlerin fazlalığı, bu filmlerin içerik bakımından duruşları ile kendini bulan bir anlam bütünlüğü taşıyor. Toplumun belli bir kesimindeki yozlaşmayı sert biçimde eleştiren bir filmin “American” oluşuna yapılan ismen gönderme, onun sahiden kendine sıkı bir tokat attığına veya sadece kendi pisliğini yine en iyi kendisinin temizleyebildiğine yönelik bir anafikir barındırıyordur. Bunlardan ilki gerçekten takdir edilecek bir tavırken, ikincisini de o temizlenen pisliğin boyutlarını ele almadaki samimiyeti yönünden değerlendirmekte fayda var. Kaldı ki Amerikan yanlışının her zaman Kurtlar Vadisi’nde olduğu gibi başka bir ülke vatandaşı tarafından düzeltilmesini beklemek fanteziden öte gitmez. Amerikan yanlışının özeleştirisini ve bunun yine kendi içinde düzeltilebileceğini içten ve inandırıcı bir idealizm ile sunma yönünde bu sinemanın pozitif geçiş döneminde olduğunu düşünmek (taklit ve yalancıları dışarıda tutarak) mümkün. Bunun bir geçiş dönemi mi, yoksa daha da sertleşecek ya da netleşecek bir akıma mı dönüşeceğini söylemek için şimdilik erken.
 
American Gangster, 1970’li yıllarda Amerikan suç tarihine damgasını vurmuş iki önemli figürü ele alan, gerçekliğine inanması güç gerçeklere dayalı bir polisiye dram. Dönemin saygın gangsteri (böyle de bir durum var!) Bumpy Johnson’ın 15 yıl boyunca şoförlüğünü, korumalığını ve tetikçiliğini yapmış, bu sayede pişmiş olan Frank Lucas’ın, Johnson’ın ölümünün ardından Amerikan suç tarihinin en tehlikeli uyuşturucu baronlarından birine (hatta kimi otoritelere göre en tehlikelisine) dönüşme sürecini anlatmakta. Lucas yoksullara yardım eden, ailesine, geleneklerine bağlı, tek eşlilik yanlısı, kilisesine giden, her siyah gibi Martin Luther King hayranı, zeki ve çalışkan bir mafya babası. Sicilyalı ailelere benzer bir yapılanmayla kalabalık kardeş-kuzen güruhunun meydana getirdiği ekibi ile 70’lerde farklı bir siyah ikon haline gelmiş.

Bunun yanında diri diri adam yakabilecek, gündüz gözüyle sokak ortasında bizzat infaz yapabilecek ve de en önemlisi uyuşturucu işinin tek patronu olmak adına güçlü rakiplerine rağmen tüm piyasa risklerini göze alabilecek kadar da gözünü karartmış bir adam. Ona tüm raconu öğretmiş olan Harlem’in Robin Hood’u Bumpy Johnson’ın ölümünden sonra onun gibi olmak ile en güçlü olmak arasında kalıp, her ikisi birden olmaya karar veren Lucas kısa zamanda bir numara olmayı başarıyor. Aslında belki bu süre bize kısa bir zaman gibi geliyor. Fakat Lucas’ı bir numara yapan şey, cesareti ve zekası yanında, uyuşturucu piyasasını allak bullak eden akılalmaz yönteminde gizli. Beyazperdede gördüğümüz çoğu mafya babası gibi, yaptığı kötülükleri oturttuğu zemin ile izleyene sempatik gelen, kişisel ilkeleriyle insanlara doğru kanallardan erişebilen, üstelik siyah oluşunun sağladığı “sıfırdan zirveye” izleğiyle ezikliğe meydan okuma sembolü olan bir karakter. Ama prensiplerinden biri olan ve bu kadar büyük oynamasına rağmen uzunca bir süre görünmez olmasını sağlayan "ortamdaki en gösterişli kişi, en zayıf kişidir" savunusuna ters düşme zaafına düşebilecek kadar da elle tutulur bir sembol.


İtalyan aileler, piyasaya mal dağıtımı yapan ufak tefek siyah çeteler, rüşvetle geçinen yoz polislerle dolu kurtlar sofrasında bir numara olabilmek için alınabilecek en çetin riskleri alan Frank Lucas, dönemin kaos ortamını çok iyi kullanıyor. Vietnam savaşının dekorunda yükselişe geçen Lucas, karanlık askeri bağlantıları sayesinde Asya dağıtımcıları ile yüklü miktarda Blue Magic adı verilen %100 kalitedeki eroinin anlaşmasını yapıyor. Yıllar boyu savaşların yarattığı karışıklıklardan karaborsa, yağma, gasp ile yolunu bulmuş zihniyetin bir benzerini burada da görmekteyiz. Lucas, çok büyük miktardaki uyuşturucuyu, sokması asla mümkün görünmeyen Amerika’ya, Vietnam’da ölen askerler için hazırlanan tabutlarla sokuyor.
 
Burada bir parantez açıp yazının başında belirttiğim cesaret/cüret konusunda Amerikan sinemasının eğilimini tekrar hatırlatmak isterim. 70’lerin en büyük uyuşturucu girişinin yapıldığı Lucas dönemi ile ilgili belki de bir numaralı referans olabilecek bir filmin ancak 2007’de önümüze gelmesi de bu tavrın bir örneği sayılabilir. Vietnam’da ülkesi için savaştığını düşünen askerlerin uyuşturucu batağına saplanmasından, ordunun da bu trafiğin içinde oluşundan, kaliteli Asya eroininin ülkeye giriş yönteminden, dönemin emniyet teşkilatının, hatta narkotiğinin rüşvet ve yolsuzluktan başı dönmüş halinden, mafya babalarının kendi görkemli ocaklarını tüttürmek için başkalarınınkini umursamadan söndürmelerinden ve çok acı bir gerçek olarak, uyuşturucunun yarattığı inanılmaz istihdamdan sözünü esirgemeyen bir film American Gangster… Bir dönemin kirliliğine ışık tutma görevi yanında aynı zamanda Lucas’ın “iyi” tarafıyla “kötü” tarafı arasındaki çizgilerden hareketle toplumsal bir yozlaşmanın analizini bireyler bazında da dramatize edebiliyor. Haliyle dram yönü daha keskin hatlarla çizilmiş. Filmin önemli işlevlerinden biri olması gereken bilgi verme riski ise, fonda sürekli açık televizyonlardan alınma çok çarpıcı gerçeklerin kolajlanmasıyla halledilmiş. Böylece bu cümleleri filmin karakterlerine söyletmek için gereksizce kasmamış, dramatik yapıyı bilgilerle akıllıca süslemiş.
 

American Ganster sadece bir mafya babasının doğuş-yükseliş-çöküş hikayesi değil. Bunun yanında çarpıcı bir adalet-cesaret-dürüstlük örneği. Sıradan bir narkotik dedektifi iken ufak tefek uyuşturucu davalarıyla, pisliğe batmış iş arkadaşlarıyla ve boşandığı eşiyle arasındaki vesayet sorunuyla boğuşan Richie Roberts’ın gerçeklere dayalı kesitine tanık oluyoruz. Bu kadar yolunu şaşırmış bir toplumun kanun koruyucularının da aynı yolsuzlukların parçası oldukları bir sistemin içinde debelenen dedektif Roberts, her şeye rağmen mesleki açıdan temiz kalmayı başarmış örnek bir kanun adamı. Hatta gerçek olduğu bize söylenen, fakat böylesi bir iş ahlakına sahip olmasına inanması bazılarına zor gelebilecek derecede bir süper kahraman adeta. Özel hayatının dengesizliğinin ele alınması fazlalık gibi gözükse de, bu dengesizliğin sebebi olarak kendini işine adamış olması vurgusu onun idealist duruşunu pekiştirmekte. Ortağıyla birlikte bir baskında ele geçirdikleri 1 milyon dolarlık uyuşturucu hasılatını götürüp amirlerine teslim eden, bu yüzden rüşvet batağının güllleri haline gelmiş kendi camiasında enayi bir gammazcı olarak mimlenen / dışlanan / efsaneleşen Roberts, çürümüşlüğün boyutları içinde eriyip gitmemiş olmasının ödülünü, Washington’da kurulan özel ve gizli bir narkotik ekibin başına getirilerek alıyor.
 
Yolda para bulsalar bile almayacak bir grup seçilmiş temiz polisten kurulu bu özel birimin görevi ise yükselen uyuşturucu hakimiyetinin kaynağını, kollarını bulup kökünü kurutmak. Kendini meşhur eden baskında bulduğu yüklü uyuşturucu parasıyla kendi teknesinde köpekbalığı avlayabilecek iken, sokaklara zehir saçan köpekbalıklarıyla uğraşmayı seçen Richie Roberts ile Frank Lucas’ın yolları da ağır ama sağlam adımlarla kesişmeye başlıyor. Zorlu virajlarla dolu bu yollar, her ikisi için de tuzakları, sürprizleri, sıkı testleri hazırlamış biçimde bekliyor. Uyuşturucunun sistematik dağıtım ağı, kilit isimlerin takip süreci, birtakım narkotik prosedürleri ve raconları, uyuşturucu mafya patronları arasındaki ekonomik hiyerarşi, yine bu işin ekonomisinde dikkat edilmesi gereken gayri resmi (ya da resmen resmi) kaideler, polislerin ve başka özel narkotik birimlerin rüşvet rutinleri, filmin temposu dahilinde polisiye macera ile belgesel estetiğine yakın bir stil ile kaynaştırılarak elit bir sinema aklıyla sunuluyor. İki buçuk saatlik süresine, bazı beklentilerin aksine neredeyse sadece bir tane ciddi çatışma sahnesine sahip olmasına rağmen son derece akıcı ve tempolu anlatıma sahip bir film American Gangster
 
 
Frank Lucas - Richie Roberts
 
Oyunculuk olarak filmi sırtlayan iki güçlü aktör artık kanıksanmış tarzlarını yine karizmalarıyla birleştirmekteler. Tabi Danzel Washington’ın biraz daha ön planda olduğunu ve özellikle sinirlendiği sahnelerde ustalığını zirveye taşıdığını söylemek gerek. Richie Roberts rolü de Russell Crowe tarafından olması gerektiği gibi abartısız ama içten içe Roberts’ın idealizmini, hırsını hissettiren şekilde yorumlanmış. Film boyunca sadece birkaç kez karşılıklı sahneleri olmasına rağmen, özellikle çok iyi yazılmış sorgu sahnesinde Heat’deki Pacino-De Niro’nun kafe buluşmasına benzer bir havayı hissetmek de olası. Gerçek Frank Lucas ile Richie Roberts’ın sette danışman olarak bulunmaları oyuncuların motivasyonlarını da etkilemiştir muhakkak. İkiyle eşlik eden kalabalık kadro içinde formunun zirvesinde olan Josh Brolin yine göz dolduruyor. Siyah kanatta ise Chiwetel Ejiofor, Joe Morton ve Cuba Gooding Jr. gibi sıkı aktörler ile RZA, Common, T.I. gibi rapçiler var. Elbette en önemliyi sona saklayarak usta yönetmen Ridley Scott’ın tartışılmaz hakimiyetinden de söz etmeli. Bilim kurgudan, romantik dramlara kadar geniş bir yelpazesi, son derece güçlü bir görsel disiplini olan Scott, dönem filmlerindeki titizliğini koruyor. American Gangster, gerek kapsadığı dönem, gerek ele aldığı dönemin atmosferik detaylarını sunuşu, gerekse o döneme damgasını vurmuş ve birçok insanın hakim olmadığı gerçekleri iyi etüd etmiş aydınlatıcı tarzları yönünden Zodiac ve Munich gibi filmlere de yakın duruyor. Amerika bir kez daha sinema kanalıyla gayri resmi tarihine etkileyici temaslarda bulunuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder