30 Eylül 2024 Pazartesi

Skunk (2023)

 
Yönetmen: Koen Mortier
Oyuncular: Thibaud Dooms, Natali Broods, Dirk Roofthooft, Boris Van Severen, Flo Pauwels, Colin Van Eeckhout, Sarah Vandeursen, Soufian Farih
Senaryo: Koen Mortier, Geert Taghon
Müzik: Amenra

Küçüklüğünden beri şiddet, istismar, alkol, uyuşturucu ile kuşatılmış olan 17 yaşındaki Liam, sosyal hizmetler tarafından ebeveynlerinden alınıp kendisi gibi gençlerin topluma kazandırılması için toplandığı yatılı bir kuruma verilir. Başta kurum eğitmenlerinden Pauline olmak üzere çalışanlar onunla yakından ilgilenirler. Ama yıllar boyu çok ağır şeyler yaşadığı için burada da uyum sorunları yaşaması kaçınılmazdır. Geert Taghon'un romanından Koen Mortier'in senaryosunu yazıp yönettiği Skunk, sert, çiğ, gerilimli, hüzünlü bir dram. Özellikle 2007 yılında çektiği Ex Drummer ile ses getiren Mortier, o filmdeki tuhaf kara mizahı konusu gereği Skunk'ta kullanmıyor. Zaten buna elverişli sayılmaz. Biçim olarak o filmden farklı olsa da, Mortier'in refah düzeyi yüksek Avrupa'nın karanlık öteki yüzüne yönelik anlatımı sürüyor. Mortier bu defa 17 yaşındaki bir ergenin hayatının önemli bir kırılma noktasından işe başlayarak çarpıcı bir büyü(yeme)me romanını uyarlıyor. Yıllarca eziyet gördüğü ebeveynlerinden alınınca hayatının düzene gireceğini düşünen/düşündüğümüz Liam'ın o saatten sonra da başka etkenler tarafından sağlıklı bir şekilde büyümesine bir türlü izin verilmeyişi, şiddetin, zorbalığın, sefaletin hayatın her evresinde pusuda bekliyor oluşuyla açıklanıyor. Gerçek yaşamda travmatik geçmişini geride bırakıp hayatını rayına oturtan gençler de olabilir. Ama Liam'ın durumu da gerçekçi psikolojik değerlendirmelere açık bir konumda bulunuyor.

Genç Liam'ın yerleştirildiği kuruma uyum sürecini izlerken ara sıra geçmişine dönerek yaşadığı korkunç tecrübeleri de görüyoruz. Bu görüntüleri abartılı bulmak için biraz saf olmak gerekiyor. Gerçek hayatta buradaki kurgudan çok daha acımasız, çok daha vahşi birçok olay duyuyoruz. Eski hayatıyla yeni hayatı arasında kurulan bu kontrast, Liam için normal bir hayata sahip olmanın ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu, fakat aynı zamanda ona uyum sağlamanın o kadar da kolay olmayacağını gösterir nitelikte. Her ne kadar oradaki görevlilerin yakın ilgisi sayesinde adapte olma yolunda olumlu adımlar atsa da, zorbalık, dışlanma ya da en ufak bir yükselme dahi Liam'ın travmalarını tetikleyebiliyor. Zira bu kurumda da sorunlu çocuklar var ve görevliler her zaman her yerde olamayabiliyorlar. Kendimizden veya başkalarının tecrübelerinden bildiğimiz kadarıyla çocuklukta yaşanmış şiddet, hakaret, aşağılama, istismar, zorbalık vs. anlarının yarattığı travmaları atlatmak o kadar kolay değil. Liam ise adeta bu travmalardan koleksiyon yapmak zorunda kalmış bir genç. Onun normal bir birey olma çabasının veya çabasızlığının iç içe geçtiğini görüyoruz. Hala o canavar ebeveynlerine karşı içinde çocuksu bir bağlılık, bir sevilme, önemsenme ihtiyacı taşıyor. Bu travma birikimi "acılarla olgunlaşma" düzeyini aşmış, delirmeye doğru evrilmeye başlamış adeta. Film de bu gidişatı belirleme ve artık iyice ipini koparan finale ulaşma yolunda oldukça başarılı.

Ebeveynleri köhne evlerinde çılgın partiler verirken küçük Liam'ı kilere kapatıyorlar. Oradaki küçük televizyondan bile şiddet içerikli filmler izleyerek büyüyen bu çocuğun etrafını saran bu çürümenin resmini iyi çizen Koen Mortier, kamerasını çok nadir ayırdığı Liam'ın dramını iliklere işlemeyi çoğu kez başarıyor. Tesisteki görevlilerden Pauline'in yakın ilgisiyle, oradaki çocuklardan Johan'ın saflığıyla, Momo ve arkadaşlarının zorbalığıyla karşılaştığında yaşadığı gelgitler, normal hayata uyum yolunda Liam'ın kafasını karıştırıyor. Örneğin okula başladığında sınıfta öğretmenin kendisinden bahsetmesini istediği sahnede "ne dememi istiyorsunuz" diye sormasındaki sosyal acemilik, kanıksanmış itaat ve ürkeklik bu ruh halinin karmaşıklığını tanımlayan anlardan biri. Yine Pauline'in kameraya kaydettiği rutin konuşmalarından birinde yaşadığı yürek burkan duygu patlaması da filmin en çarpıcı anlarından. Özellikle bsahnede ve aynı zamanda filmin genelinde genç oyuncu Thibaud Dooms'un performansı olağanüstü. Şimdiye kadar sadece Estonya menşeli Tallinn Black Nights Film Festival'inden iki ödülle dönen Skunk'taki Dooms'un bu performansını hiçbir festival görmemiş ne yazık ki. Pauline rolünde TV ağırlıklı bir kariyere sahip oyuncu Natali Broods da dikkate değer tamamlayıcı bir oyunculuk sergiliyor. Koen Mortier ise çok üretken sayılmayacak uzun metraj kariyerindeki en önemli filmi olan Ex Drummer'ın yanına Skunk'ı da ekliyor.

15 Eylül 2024 Pazar

The Killer (2023)

 
Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Michael Fassbender, Tilda Swinton, Sala Baker, Charles Parnell, Kerry O'Malley, Arliss Howard
Senaryo: Alexis Nolent, Luc Jacamon, Andrew Kevin Walker
Müzik: Trent Reznor & Atticus Ross

Alexis Nolent'in yazdığı ve Luc Jacamon'un resimlediği The Killer adlı Fransız çizgi roman uyarlamasının David Fincher tarafından yönetileceği, hele de Se7en'ın senaristi Andrew Kevin Walker'ın senaryosunu yazacağı haberi büyük heyecan yaratmıştı. Se7en'dan tam 28 yıl sonra bir araya gelen ikilinin, ters giden bir suikast sonrası işverenleriyle ihtilafa düşen profesyonel bir tetikçinin hikayesini ele alıyor olmalarının sebep olduğu bu heyecan, filmden sonra yerini karışık yorumların ortaya çıkmasına bıraktı. Se7en senaryosunun Walker'ın özgün senaryosu olması, ama Walker'ın da Se7en ve 8MM'dan sonra neredeyse hiç orijinal bir iş çıkaramamış olması, 90'lar sinemasıyla yaşanan kuşak farkı gibi nedenlerden ötürü filmin Fincher çıtası altında kaldığı yorumları arttı. Film, ister istemez Se7en ile karşılaştırılma talihsizliği yaşadı. Oysa The Killer, her ne kadar oyuncaklı bir temaya sahip olmasa, basit bir intikam öyküsüne evrilse de, sık sık Fincher dokunuşlarının ve derinleştirme çabalarının görüldüğü mütevazi bir suç filmi olarak yönetmenin filmografisinde demlenmeye bırakıldı. O filmografi ki, içinde başyapıtlar, abartılanlar ve beğenilmeyenler barındırmakta. Mesela The Killer'dan önceki son filmi Mank, Fincher'ın üzerine yapışmış olan "gizemli suç filmleri yönetmeni" ve "her filmiyle başyapıt çıkarması beklenen yönetmen" gibi tanımlamaların dışında da görülmek istediği izlenimi uyandırabiliyor. The Killer'ı, hatta bundan sonraki her Fincher filmini de bu izlenim çerçevesinde değerlendirmek filmleri daha farklı bir gözle okumamızı sağlayabilir.

Açılışından itibaren sıradan bir aksiyon olmayacağının sinyallerini veren film, Michael Fassbender'in canlandırdığı isimsiz tetikçinin aldığı son iş için kendine kurduğu rutini tanıtmasıyla başlıyor. Monologlarla ilerleyen bu bölüm, sıkıcı ve sabır gerektiren bir bekleme sürecini betimliyor. Suikast için uygun anı bulmaya yönelik bu süreci "hiçbir şey yapmamanın fiziksel olarak ne kadar yorucu olabileceği şaşırtıcı. Eğer can sıkıntısına dayanamıyorsanız, bu iş size göre değil" şeklinde tanımlayan suikastçi, kısa süreliğine ikamet ettiği "doğru yerde" kendine has bir disiplinle "doğru zamanı" bekliyor. Beklerken de seyirciye beklemenin, uykusuzluğun, kılık değiştirmenin, işinde sahip olduğu ilkelerin detaylarını anlatıyor. "Plana sadık kal, öngör, doğaçlama yapma, kimseye güvenme, sadece savaşman için para aldığın savaşı savaş, empati kurma" gibi ilkelere sahip kahramanımız nihayet aradığı fırsatı bulunca tetiğe basıyor. Lakin hedefini vuramayınca, ikinci bir şans da bulamayınca geri dönüşü olmayan bir yola giriyor. Bağlı olduğu gizemli organizasyon ve işverenleri, bu başarısızlığın faturasını kesmek istiyorlar. Olaylar gelişiyor ve intikam çanları çalmaya başlıyor. Jason Statham filmlerinde bile görülebilecek bu basit rota, Fincher'ın ellerinde gerilimini içinde eritmiş, ihtiyaç duyduğunda da diriltmiş bir durağanlıkla çiziliyor. Tetikçinin iç hesaplaşması, başarısızlığından ötürü kendisini hedef haline getirenlere karşı hesaplaşmayla iç içe geçiyor. Bu hesaplaşma o filmlerdeki gibi bir kamyon dolusu adamla değil, kilit noktalarda bulunan birkaç kritik karakterle teker teker, sindire sindire yapılıyor.

Filmin özel anlarını meydana getiren iki kapışma sahnesi, uzun ve sakin diyaloglarla da olsa, diyalogsuz iki kişilik kavga sekansıyla da olsa gayet iyi çekilmiş bölümler. Filmin bir şekilde sakinliğini kabul ettirebildiği seyirciyi az ve öz yükselmelerle, tetikçinin zamanlaması iyi ayarlanmış monologlarıyla ve tabii loş Fincher kadrajlarıyla mütevazi bir polisiye gizem romanı atmosferine sokabiliyor. Gereksiz aksiyondan arınmış bir şekilde kendine belli bir kalite çıtası belirlemiş olan film, yer yer kenar süsü gibi dursa da, ilkelere sadık kalarak hayatta kalmanın ve içinde bulunduğu av/avcı çıkmazının felsefi muhasebesini yapabilmek için boş yer bulabiliyor. Tetikçinin sık sık bize ve kendine hatırlattığı ilkelerini hayata geçirişinde ulaşmak istediği bu varoluşçu yorumlar, filmin dokusuna bazen uyuyor, bazen de büyük geliyor. Başka bir deyişle, film metinsel anlamda hedefini büyüttükçe küçük, tevazu içinde geri çekildikçe de büyük görünüyor, sivriliyor. Mesela Tilda Swinton'ın sahnesi, loş bir restoran ortamında Tarantinovari uzun bir hikaye ile kendi yolunu çizen, pastanın üstündeki çilek misali bir finalle biten film içinde bir kısa film tadında. Gone Girl, Mindhunter ve 2021'de sinematografi Oscar'ı kazandığı Mank yapımlarında da Fincher ile çalışmış Erik Messerschmidt'in görüntü yönetmenliği, yine yukaridaki filmler yanında Fincher yönetmenliğinde The Social Network ile Oscar alan Trent Reznor ve Atticus Ross'un müzikleri de filmin önemli artıları. Bu artılarla birlikte The Killer şimdi olmasa da yıllandıkça daha çok değerlenecek kalitede bir film sayılabilir.