8 Haziran 2015 Pazartesi

Man On Wire (2008)


Yönetmen: James Marsh

7 Ağustos, 1974'de, Philippe Petit isimli 25 yaşındaki bir Fransız akrobat, o zamanın en yüksek binaları olan New York şehrinin İkiz Kuleleri arasında gerilmiş telin üzerinde 45 dakika yürüdükten sonra, bu gösteriyi izinsiz gerçekleştirdiği için gözaltına alındı ve psikolojik değerlendirmeden geçip kısa süre sonra salıverilmek üzere hapse atıldı. Bu benzersiz olayın hazırlık evresini, Petit'nin dostları ve iş birlikçileriyle beraber yaptıkları planları, karşılaştıkları sorunları, aştıkları zorlukları inceleyen yönetmen James Marsh, belgeseli hazırlarken Petit'nin kitabı To Reach The Clouds'tan ve tabii ki olayın en yakın tanıklarından faydalanıyor. İmkansız diye tanımlanacak bir hayali gerçekleştirmenin en somut örneklerinden birini tüm ayrıntılarıyla gözler önüne seren Man On Wire, 2009 Oscarlarında En İyi Belgesel ödülü kazanmıştı.

Daha İkiz Kuleler yapım aşamasındayken bir dergide kulelerin temsili bitmiş halini görüp birgün onların arasında yürüyeceğinin hayalini kuran Petit, bu büyük gösteri öncesinde 1971'de Paris'in Notre Dame Katedrali'nde, 1973'te ise Avustralya'nın meşhur Sydney Liman Köprüsü'nde izinsiz tel yürüyüşleri yaparak ses getirmiş. Ama İkiz Kuleler hayalinden hiç vazgeçmemiş. Aylarca New York'a gidip gelen Petit, Dünya Ticaret Merkezi güvenliğini geçmek, iki bina arasına tel germek için gerekli ekipmanları içeri sokmak, hava durumunu hesaplayarak teli çatılara ulaştırmak gibi bir sürü önemli işi, arkadaşları Jean-Louis Blondeau, Jean François Heckel, Annie Allix ve Amerikalı, Avustralyalı diğer gönüllüler yardımıyla halletmeye çalışıyor. Sanki birgün bu belgesele malzeme olacakmış gibi Petit ve arkadaşlarının sancılı, gerilimli, gelgitli çalışmalarının çekilmiş görüntüleri (üstelik çoğu kez İngilizce), olaya birebir dahil olmuş tüm bu isimlerin uç uca eklenmiş anlatımları, bazı yerlerde de gerilimi aktarabilmek için yapılan canlandırmalar her yönüyle James Marsh'ın başarılı belgeselinin parçalarını oluşturuyor.


Gerilla yöntemlerle gerçekleştirilen bu yürüyüşün bir "eylem"den ziyade kişisel bir hayalin izini sürmek adına yapılması, "neden yaptınız" sorusuna Petit'nin "nedeni yok" yanıtını vermesi çok düşündürücü. Belgeselde Petit, neden böyle bir çılgınlık yaptığını "kurallara boyun eğmeyi, kendini tekrarlamayı reddetmek, her gün, her yıl, her fikirle kendini yenilemek" şeklinde özetliyor gerçi. Ama "insan isterse başaramayacağı şey yoktur" şeklinde kişisel gelişim mottoları romantizminde ve sıkıcılığındaki mesajların çok üzerinde bir tecrübe bu. Adının konması, üzerine nedenler üretilmesi, slogan gibi gerekçeler bulma çabası eylemin kendisini yıpratabiliyor. Oysa Petit'nin bu azmi kadar, ona karşılık beklemeksizin yardım eden, yıllar sonra aynı heyecanı büyük bir hevesle, tutkuyla, gözyaşlarıyla ifade eden arkadaşlarının varlığının da önemi büyük. Birinin böylesine çılgınca bir fikri hayata geçirmek istediğini ciddi ciddi söylediğinde etrafında kimsenin kalmamasına pek şaşırmayız. Fakat bu insanlar sonuna kadar Petit'nin yanındaydılar. Günümüzde böyle dostlara sahip olmanın, iki dev bina arasına gerilmiş bir telde yürümek kadar sıkıntılı bir iş olabileceği de satır arasından okunabiliyor.

Öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşananları, içerdiği gerilimi, Petit ve Annie arasındaki romantizmi, hüzünlü sayılabilecek sonu ile değme filmlere taş çıkartan Man On Wire, son derece gereksiz bir şekilde Robert Zemeckis tarafından The Walk adıyla film yapılmış. Hazırda Oscar almış ve çok izlenmiş böyle yetkin bir yapım dururken Zemeckis'in bu belgesele bir Uzakdoğu yeniden çevrimi muamelesi yapmasını çok boş vaktinin olmasına vermek lazım. Zaten bu olağanüstü başarının ancak belgesel olanı makbuldür. Ölümle olan yürüyüşünü tamamladıktan sonra gözaltına alınırken polis kayıtlarına geçtiği adıyla "Man On Wire", yıllar sonra bir röportaj için 11 Eylül saldırıları hakkında ne hissettiği sorulduğunda, "o kadar insan öldükten sonra benim hislerimin bir önemi yok, ama şunu söyleyebilirim ki, o iki kule de benim için birer insan gibiydiler" demiş. Bu sıradışı karakterin tel üstündeki mükemmelliği, bitmeyen azmi kadar, zemin üzerindeki kusurlarını da görmeyi mümkün hale getiren James Marsh, bunu bilerek mi yaptı yoksa hiç farkında değil mi pek belli olmuyor. Bu sayede keşke etrafındaki kendini adamış insanlara da o kuleler gibi aynı değeri verseydi dedirtmeden edemiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder