3 Mart 2015 Salı

It Might Get Loud (2008)


Yönetmen: Davis Guggenheim

An Inconvenient Truth ile 2006 yılında En İyi Belgesel Oscar’ı kazanan Davis Guggenheim, bazı dizi bölümleri ve birkaç ses getirmeyen film dışında pek bilinen bir isim değil. Hatta An Inconvenient Truth’dan önce oyuncu Elisabeth Shue’nun eşi olarak daha fazla tanınıyordu. 23 Ocak 2008 tarihinde The Edge (U2), Jimmy Page (Led Zeppelin) ve Jack White (The White Stripes) üçlüsü, ustası oldukları gitar üzerine hem iki lafın belini kırmak, hem de beraberce bir şeyler tıngırdatmak üzere bir araya geliyorlar. Davis Guggenheim da bu üçlü için tarihi değer taşıyan buluşmayı filme alıyor. Aslında sırf bu buluşma spontane biçimde filme alınsa, o bile çok değerli olurdu benim için. Fakat Guggenheim, üç farklı kuşağı temsil eden üç gitarist ile çok daha fazlasını hedeflediğini belli ediyor. Arşiv görüntüleri, solgun fotoğraflar, müzikal kökler, tarihi gerçekler, samimi itiraflar, dönüm noktaları ve nefes kesen müzikal anlardan derlenen harika bir kurguyla müzik tarihinde kısa (zaten uzunu filmlere sığmaz!) ama etkileyici bir yolculuk sunuyor.

İlk başta tamamen gitar odaklı bir belgesel imajı yaratılsa da, aslında bu üç insanı geçmişlerinden bugünlerine müzikal bir fenomen olarak izleyen bir yapım It Might Get Loud. Onların bir zamanlar ne kadar sıradan insanlar olduklarına, fakat içlerindeki müzik (gitar) tutkusunun önüne geçilemez gücü sayesinde nasıl birer ikona dönüştüklerine dair, hem müzikal, hem de dramatik yönü çok kuvvetli bir anlatım yolu izliyor. Bunu yaparken “içinizdeki azmi keşfedin, ışığı kaybetmeyin, uyuşturucudan uzak durun, çok çalışın” gibi binlerce öğreten adam mesajından uzak durup, yalnızca bu üç hayatın günümüze gelişi ile alâkadar oluyor. Zaten gereken mesajlar, onların hikâyelerinin içinde öylece duruyorlar. Üstelik hiç de sömürü sayılmayacak yoğun bir duygusallıkla. Bu duygusallık, onların star duruşlarının ardında yatan gerçek kişiliği ortaya çıkarırken, gitar tutkusu ve müzik yapma arzusunun hayatlarının hiçbir döneminde solmadığının altını çiziyor. Böylece ideali veya mesleği ne olursa olsun, tevazusundan ödün vermeyen, tutkuyla bağlı olduğu uğraşını ticari bir kazanç kapısı değil, hayatının kopmaz bir parçası olarak gören, nereden geldiğini unutmayan bir insan olmanın önemi daha da belirginleşiyor.


It Might Get Loud, 1975 doğumlu John Anthony Gillis, yani bildiğimiz adıyla Jack White'ın bir tahta parçası üzerine birkaç çivi çakıp, bir kola şişesi üzerine bir tel gererek gitar yapmasıyla başlıyor. Bu aynı zamanda White'ın belgesel genelinde görülen sadeliği ve gerçekliği savunan duruşunun yansıması. Teknolojinin duygu ve gerçekliği öldürdüğünü söyleyen White, hangi meslekte olursa olsun kullanım kolaylığının önemini dile getirerek, herkesi gitar yapabileceğini, herkesin gitar çalabileceğini anlatmaya çalışıyor. Jack White, 10 kardeşten en ufağı ve Detroit'in ekonomik sıkıntılar içinde ayakta durmaya çalışan kalabalık ailesi içinde kendi başına birşeyler başarmak adına çalışmak zorunda kalmış. 1930'lu yıllar blues müziğinin karanlık zamanlarıyla ruhani bir bağ geliştirmiş, Willie Johnson, Son House gibi efsanelerden hiç kopmamış bir adam. Hiçbir zaman gitar çalmak istemediği halde, bir döşemecide yanında çalıştığı Brian Muldoon ile birlikte işten sonra müzik yapmaya başlıyor. Hatta birlikte The Upholsterers adıyla üç şarkılık bir EP yapıyorlar. İki kişilik Flat Duo Jets grubunun üzerinde bıraktığı etkinin müzikal kariyer edinme yönünde hayatının dönüm noktası olduğunu öğreniyoruz. Tüm bu gerçek hayat kesitleri, daha başka samimi itiraflarla bütünleşerek Jack White gibi usta bir müzisyenin ve (hiç öyle görünmek istemese de) bir rock'n roll yıldızının aslında içimizden biri oluşundaki normalliği yansıtıyor.

1961'de doğan David Howell Evans ya da U2'nun Bono'dan sonraki fenomen ismi The Edge de belgeselde kendi müzikal yolculuğunu kısa pasajlarla anlatıyor. Jack White henüz 1 yaşındayken kurulan U2 bünyesinde hala lise arkadaşlarıyla müzik yapan The Edge sayesinde 70'lerin ortalarında ağır ekonomik bunalımlarla, daha sonra büyük yıkıma sebep olan terörle kuşatılan Dublin'e uzanıyoruz. Gençken ümidini hiç yitirmeyen, sahip olduğu gitar çalma yeteneğine sarılan ve başarıya uzanan bir birey olarak onun hikayesi de çok farklı değil aslında. Fakat Jack White'ın aksine gitardan farklı sesler elde etmek için ses üniteleri, yazılımlar ve teknolojik yenilikler kullanmayı seviyor. Şu sıralar hali bana göre içler acısı olan U2'nun 80-90 arası en verimli olduğu 10 yıllık dönemdeki müziğini karakterize eden en önemli unsur The Edge'in gitarıydı. Zamanla yeni teknolojik arayışlara ve oyuncaklara yönelen The Edge, ne yazık ki The Joshua Tree dönemine bir daha asla dönemedi. Ama geçmişine olan duygusal bağları ve mütevazi çalış tekniğiyle geçen yıllara, devasa şan ve şöhrete rağmen onun da ekrana yansıyan samimiyetinden en ufak bir kuşku duyulmuyor.


Ve 1944 yılında dünyaya gelen James Patrick Page, yani yaşayan gitar efsanelerinden Jimmy Page...  The Edge henüz 5 yaşındayken kurulan tüm zamanların en iyi rock grubu Led Zeppelin'in gitaristi, Stairway To Heaven, The Immigrant Song, The Battle Of Evermore, Achilles Last Stand ve daha nicesini besteleyen adam. Geçmişi ve tecrübesi hepsinden daha yoğun olan Page'in müzikal yolculuğundan rahatlıkla ayrı bir belgesel çıkabilirdi. Karizmatik ak saçlarıyla eşsiz bir gitar bilgesi olmasına rağmen, bu belgesel onu da tüm tevazusuyla perdeye yansıtıyor ki, en anlamlı yansıma onunki oluyor kanımca. Genç yaşlarında bir folk müzik formu olan skiffle çalarken ilk ekranda göründüğü TV programında "gelecekte biyolojik araştırmalar yapmak istiyorum" diyen, ama sonrasında bir türlü müzik yapmaktan kopamayan, birkaç lokal müzik grubu ve stüdyo müzisyenliğiyle kendini iyice pişiren Page, bu belgeseli daha da anlamlı kılan en önemli unsur kesinlikle. Stüdyo müzisyeni iken film müziğinden reklam jingle'ına ne varsa çalsa da, sonra yağlı boya tekniklerine, figür çizimlerine, grafik tasarımına, heykeltraşlığa yönelse de bir noktadan sonra artık kendi müziğini yapmak istiyor ve 1963'te Yardbirds ile yola çıkıyor. Ama asıl 5 yıl sonra başlayan Led Zeppelin macerası rock tarihinin en mühim kırılma noktalarından birini oluşturuyor. Page'in Zeppelin dönemine ait çok detaylı olmasa da içtenlikle yaklaşımlarının da yer aldığı belgesel, asıl konusundan çok da uzaklaşmadan daha çok onun gitara gitar merkezli müzikal dönemeçlerine odaklanıyor.

Bu üç müzisyenin Detroit, Dublin, Londra üçgeninde şekillenen sosyal köklerini, dinamik mızıka mikrofonu (Jack White), özel yazılımlar ve pedallar (The Edge), iki boyunlu gitar (Jimmy Page) gibi farklı arayışlarını ve beslendikleri kaynaklara olan sadakatlerini aynı belgesel içinde görebiliyoruz. Bu sadakati, bu bitmeyen öğrenme hevesini Jack White'ın eski bir folk şarkısı olan Froggy Went a-Courting'i diğer iki gitariste dinletirken ya da Jimmy Page'in Link Wray bestesi Rumble çalarken verdiği heyecanlı tepkilerden anlamak çok kolay. Aynı şekilde Page'in Whole Lotta Love girişini çaldığı sırada White ve The Edge'in ona bakışlarındaki hayranlıktan da anlamak mümkün. Gitaristlerin şiirsel ifadelerini, şık benzetmelerini estetik görüntülerle birleştiren Davis Guggenheim, üçlünün keşke daha uzun sürseydi dediğimiz sohbetleri ve canlı performanslarıyla derlediği belgeseli tadında bırakarak artık bu insanlara biraz daha farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor. Ayrıca Jimmy Page'in "6 tel var ama herkes farklı çalıyor" şeklinde özetlediği, aşka ve orgazma uzanan benzetmelerin yapıldığı gitar enstrümanına bu farklılıkların ve sınırsız benzetmelerin sembolize hali olarak bakmak da kolaylaşıyor. Bas gitar ve davul için de buna benzer belgeseller çekilse ne güzel olur diye düşündürüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder