9 Nisan 2013 Salı

The Perks Of Being A Wallflower (2012)


Yönetmen: Stephen Chbosky
Oyuncular: Logan Lerman, Emma Watson, Ezra Miller, Paul Rudd, Mae Whitman, Johnny Simmons, Dylan McDermott, Kate Walsh, Nina Dobrev, Nicholas Braun, Melanie Lynskey, Erin Wilhelmi
Senaryo: Stephen Chbosky
Müzik: Michael Brook

Stephen Chbosky'nin yazdığı romandan yine kendisinin uyarlayıp yönettiği filmde, en yakın arkadaşının intiharıyla, küçükken teyzesinin başına gelenlerden sonra yaşadığı travmayla ve bunun neden olduğu akıl hastalığıyla mücadele eden 15 yaşındaki sevimli, naif ve zeki Charlie'nin (Logan Lerman) hikayesi anlatılıyor. Charlie'nin hayatında bu tür sorunlar varken, bir yandan da yeni başladığı lisede yeni arkadaşlar edinmeye çalışmaktadır. Ama çaylak olduğu için dışlanır ve küçümsenir. Kendisinden birkaç yaş büyük Sam (Emma Watson) ve üvey kardeşi Patrick (Ezra Miller), içene kapanık Charlie'yi kanatları altına alırlar ve onu gerçek dünyayla tanıştırırlar.

90’larda geçen bu hikaye 80’lerden 90’lara uzanan naif gençlik filmlerinden yoğun izler taşıdığından, o yılların nostaljisine biryerlerden bağlı seyirciler için dokunaklı ve keyifli anlar içeriyor. Ancak bu anların yeni ve farklı bir yanı yok. Parlak ama çaylak öğrencinin serseriliğe maruz kalması, ötekileştirilmiş (ki o da çelişkilerle dolu) öğrencilerin ona kucak açması, akıl hocası konumunda aydın bir öğretmen, ilk ve imkansız görünen aşkın sancıları, dramı dengeleyip mizah sağlaması için eklenen renkli yan karakter, anlayış abidesi ebeveynler ve olmazsa olmaz dönem müzikleri. Tüm bunları Charlie’nin etrafına düzenli biçimde yerleştiren, hepsine gereken zaman ve önemi ayıran Chbosky'nin fark yaratmak gibi bir derdi olmadığı da anlaşılabiliyor.


Yine de üslup olarak filmin tümüyle bu kolaycı senaryo anlayışına bel bağladığı söylenemez. En azından sorunlara ve çözüm önerilerine yaklaşımında 80’lerin banal dramatik ve mizahi unsurlarıyla 2010’lu yıllarda fazla uzağa gidemeyeceğini anlamış görünüyor. Zaten o döneme fazla gelebilecek diyalog ve monologlara da rastlanıyor. Üstelik 80’lerde ya hiç kullanılmayan, kullanıldığında ise karikatürize edilmekten kurtulamayan gey karakterlere Patrick özelinde sevimli olduğu kadar çok ciddi karşılıklar veriyor. Charlie’nin isimsiz bir arkadaşına (ya da intihar etmiş olan en iyi arkadaşına) yazdığı mektuplarla anlatıcı konumunda bulunması ve bu tarzın ekonomik kullanılmasıyla film, derli toplu duruşunu bozmamaya çalışıyor. Chbosky, mizahını abartmayıp dramatik anlarını güçlendirici yöntemler kullanmayı tercih ediyor. Charlie’nin iç dünyasının dışa yansımalarından oluşan skeçleri samimiyetle kurgulayıp ince görülmüş bir biyografi ortaya çıkarıyor.

Stephen Chbosky, karakterleri üzerinden aşkı farklı suretleriyle masaya yatırıyor. Charlie’nin Sam’e olan sevgisi gerçekçi ve çoğumuzun başından geçmiş ya da geçmesi uzak kaçmayacak ölçüde içten yansıyor. Sam’in şımarık ve kendini beğenmiş bir kız olarak belirlenmeyişi Charlie’ye olduğu kadar bize de güven aşılıyor. Ama bu güven bile mutlu aşk olmayacağı inancına galip gelemiyor. Çünkü birçok güzel ve aşık olunası kız bize göre yanlış kişilerle beraberdir. Biz ise hak ettiğimizi düşündüğümüz aşka razı oluruz. Chbosky’nin bu şahsi tespiti filmde iki kez dile geliyor. Hak edilene razı olma halinin avuntusu aynı hislere sahip insanları biryerlerden yakalasa da, bize göre doğruların bize göre yanlışlarla olan beraberliğinden tek bir cümleyle sıyrılmak o kadar kolay olmasa gerek. Bunun yanında Patrick’in okulun popüler çocuklarından Brad ile yaşadığı tutkulu ilişki de kendini hissettirdiği ölçüde etkili olmayı başarıyor. Okul kantinindeki sahnede ise bu ilişkinin tavanı belirleniyor. Logan Lerman, Emma Watson ve özellikle de gözlerin hep aradığı Patrick’i canlandıran Ezra Miller üçlüsü filmi çok iyi sırtlıyorlar.


Tüm o kaset dönemi nostaljisinin naif aşklarla bezeli atmosferinden faydalanan film, Charlie’nin sorunsuz aile yaşantısındaki ve Sam ile Patrick’in burjuvazi içinde yüzen neredeyse ebeveynsiz (sadece tek bir sahnede görüyoruz o ebeveynleri) tatlı hayatlarındaki ayrıntıları hiç kafasına takmıyor. Herkesi zengin, havalı, parti müdavimi, liseden hemen sonra üniversite hakkı kazanan, ebeveyn baskısı görmeyen bireyler sanan Chbosky, Charlie’nin normal (Sam takıntısı) ve anormal (intihar eden arkadaş, teyze unsuru) sıkıntıları sayesinde kendi olmaya çalışıyor. Film de çoğu zaman bu otobiyografik reflekslerle nefes alıp veriyor. Sloganlar, alıntılar, kitaplar, şarkılar, The Catcher In The Rye, Heroes, The Rocky Horror Picture Show birer birer filmin içinden geçip gidiyor. Kendine ait bir tünel, köprü, teras şarkısı olanlar farklı nedenlerle geçmişe dönüyorlar. Bizim için önemli kitapları yan yana dizmekten keyif alıyoruz. Resimlerimiz eski fotoğraflara dönüştüğünü, hepimizin birilerinin anne babası olduğunu ve olacağını ama hep şu anı yaşadığımızı bize hissettiren şeylerin hayatımızdaki mevcudiyetlerini hatırlatan filmleri seviyoruz. Bize hak edilene razı olma duygusu verdikleri için belki de…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder