6 Ekim 2011 Perşembe

Les 7 jours du talion (2010)


Yönetmen: Daniel Grou
Oyuncular: Claude Legault, Rémy Girard, Martin Dubreuil, Fanny Mallette, Rose-Marie Coallier, Alexandre Goyette, Dominique Quesnel
Senaryo: Patrick Senécal
Müzik: Nicolas Maranda

Doğum gününe az bir zaman kala kaçırılarak ormanda tecavüz edilip vahşice öldürülen 9 yaşındaki Jasmine’in katili kısa bir süre sonra yakalanır. Doktor olan baba Bruno Hamel ise acısına ve suçluluk duygusuna söz geçiremez. Nakil esnasında plânlı bir şekilde katili kaçırarak onu ormanda bir evin bodrumuna hapseder. Polis ve medyanın bu adamı kendisinin kaçırdığını bilmesini istemektedir. Yaptığı açıklamada ona 7 gün boyunca işkence edecek, son gün ise öldürüp teslim olacaktır. Halk merakla olacakları beklerken, başlarında dedektif Mercure’ün bulunduğu ekip biraz isteksizce de olsa Hamel’i bulup tecavüzcüyü kurtarmak için zamana karşı yarışa girerler.

Teması tecavüz ve işkence olan yapımlar, baktıkları açılara göre çok tartışılmaya gebe örnekler barındırırlar. Kanada yapımı Les 7 jours du talion (7 Days) da hem söyledikleri, hem gösterdikleri ve bunların düşündürdükleriyle mutlaka izlenmesi gereken bir film. Özellikle ülkemiz medyasında ve gündeminde bir dönem “benim tecavüzüm seninkini döver” polemiklerinin yapıldığı, organize tecavüz suçlularının serbest bırakıldığı, özürlü bir kıza toplu tecavüz edildiği haberlerinin çıktığı bir ortama sessiz sakin düşen film, Patrick Senécal romanından TV kökenli Daniel Grou tarafından çekilmiş. Senécal, söylemek istediği şeyi en çarpıcı biçimde söylemiş, tecavüzün intikamını işkenceyle almak suretiyle bu iki insanlık suçunu çarpıştırmayı kendi hikâyesi içinde başarmış. Grou da bu iki tarafı keskin bıçağı sert olduğu kadar kalburüstü bir anlatımla dramatize etmiş.


Bruno Hamel’in tarifsiz acısıyla tarafımızı belirlemekte güçlük çekmeyeceğimiz film, onun tecavüzcüyü kaçırıp gözden ırak bir orman evinin bodrumunda işkence ettiği sahneleri kör bir öfkenin sistematik bilinçliliğiyle karıştırarak aktarıyor. İşkence edenin doktor, işkence edilenin ise o doktorun küçük kızının katili olması, bu sahneleri soğutulmuş yüreklerle izlemeye yarıyor mutlaka. Öte yandan işkence seanslarının doktor kontrolünde oluşunun ve hangi boyutlarda, nerelere varacağının yarattığı bilinmezlik, çok iyi çekilmiş sahnelerle gerilimin dozunu arttırıyor, tüyler ürpertiyor, nefes kesiyor. Ama film, Hamel’in ara sıra evden dışarı çıkıp ormanda gezindiği sahnelerle şaşırtıcı bir naiflik elde ederek kasvetli atmosferini dengelemeye çalışıyor. Kartpostal tadında doğa görüntüleri ile yaratmaya çalıştığı bu tezatlığı yine kendisi anlamlandırıyor. Hamel’in ormanda rastladığı parçalanmış geyik ölüsüyle kurduğu sessiz bağın spiritüel tınısı, şehir ile doğanın yoğrulduğu şiddet kuramında tezatlıktan paralelliğe uzanıyor.

Hamel’in bu eylemini engellemeye çalışan dedektif Mercure’ün de Hamel ile ortak yanlarının bulunması filmin bir başka çıkmazını oluşturuyor. Bir silahlı soygun sırasında marketteki karısının soyguncu tarafından öldürülüşünün güvenlik kamerası kaydını izleyip durmasından anladığımız kadarıyla, Mercure’ün yakalanan suçlunun adalete teslim edilmiş olmasındaki tatminsizliğini fark edebiliyoruz. Trajik biçimde sevdiği insanı kaybederek dul kalmış bir koca olarak Hamel’in yapmaya çalıştığını anlamasına rağmen, bir kanun adamı olarak onu durdurup suçluyu ait olduğu yer (!) olan hapse göndermeye çalışmasındaki ikilemi de kıvamında işleyen Les 7 jours du talion, adalet ve intikam çatışmasına tek bir pencereden bakmayan bir yapım. Suçun boyutu ne olursa olsun, işkence süresi uzadıkça bu intikam tarzını en acımasız seyirci profiline bile sorgulatmaya oynayan bir yanı var. Bunda ne ölçüde başarılı olur bilemeyiz. Filmin başından beri tarafını tuttuğumuz Hamel’i canlandıran Claude Legault’un başarılı performansının bu sorgulatmadaki etkisi de çok önemli. Ama Patrick Senécal’in tasarladığı final, taşların ait olduğu yerin (!) içinden çıkılmazlığına kendini bırakıveriyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder