22 Aralık 2010 Çarşamba

The Town (2010)


Yönetmen: Ben Affleck
Oyuncular: Ben Affleck, Rebecca Hall, Jeremy Renner, Jon Hamm, Blake Lively, Owen Burke, Pete Postlethwaite, Chris Cooper, Slaine, Titus Welliver, Dennis McLaughlin
Senaryo: Peter Craig, Ben Affleck, Aaron Stockard
Müzik: David Buckley, Harry Gregson-Williams

Doug MacRay (Ben Affleck) banka soyguncularından oluşan bir grubun lideridir. Hayatında kimseyle yakınlaşmadığından kimseyi kaybetme korkusu da yoktur. Ancak bu durum son işlerinde banka müdürü Claire Keesey’yi (Rebecca Hall) rehin almaları ile değişecektir. Claire’e ilgi duymaya başlayan Doug’ın hayatı da bu doğrultuda değişecektir.

Chuck Hogan'ın Prince Of Thieves adlı romanından Ben Affleck ile beraber iki adamın daha senaryoya dönüştürdüğü The Town, hiç de koca koca üç adamın elinden çıkmış bir senaryoya benzemiyor. O kadar sıradan bir konusu ve bu konuyu lastik gibi uzatmış o kadar yavan bir senaryosu var ki, kopardığı onca gürültüyü görmek insanın zoruna gidiyor doğrusu. Bir de utanmadan Heat ile karşılaştıranlar, karşılaştırmasalar bile adını bu filmin biryerlerinde ananlar çıkmış. 2007’deki Gone Baby Gone’dan sonraki ikinci yönetmenliğiyle ileri gideceğine gerilediğini düşündüğüm Ben Affleck, o filmde nasıl oyunculuk özürlü sünepe kardeşinden bir kahraman yaratmak için dokuz doğurduysa, bu filmde de kendisinden bir “Prince Of Thieves” çıkarabileceğine inanmış.

Kardeşine göre bir kahraman olmaya daha yatkın olsa da, bu kez önünde kocaman bir senaryo engeli var bana göre. Doug MacRay kişisinin bir soyguncu olmasından başka elle tutulur bir özelliği olmaması, soygun yaptığı bankanın çalışanlarından Claire ile ilişkisinin inandırıcılıktan uzak gelişimi, zekâ pırıltısı taşımayan soygunlar ve bu zekâsızlığın yanına bile yaklaşamayan FBI faktörü filmin en olması gereken işlevlerini adam gibi yerine getiremiyor. Bir yerden sonra Doug ve Claire’in birbirlerine hayatlarının önemsiz ayrıntılarını anlattıkları uzun sahneleri izlemek durumunda kalıyoruz. Zaten filmde hemen herkes kıssadan hisse bir hikâye anlatmaya soyunuyor.


Gerekli karakterlerin uzun ve gereksiz sahneleri kadar, gereksiz karakterler de var filmde. Gossip Girl nesnesi Blake Lively’nin ve filmin sadece bir sahnesinde görünen Chris Cooper’ın filmdeki fonksiyonlarını anlamaya çalışmak, filmin geri kalanında dişe dokunur bir şeyler aramak kadar boşa bir çaba. Rebecca Hall bu filmde göründüğünden çok daha iyi bir oyuncu. John Hamm rolünü iyi kötü doldurmanın ötesine geçemiyor. Belki sadece Jeremy Renner’ın canlandırdığı Coughlin’in bir iki sahnede yarattığı gerilim üzerinde ciddi biçimde durulabilir. Ama Affleck egosu, kendine tek plânlı pasajlar hazırlayıp adeta “beni aday göstermeyenin…” demeye getirmiş sanki. Uzun bir sahnede Affleck’in ruhsuz suratını ve oyununu dakikalarca izlemek benim için sahiden bir eziyetti örneğin. Neymiş, küçükken annesi evi terk etmiş, babası ağlayıp durmuş, bu da sokakta onu aramış vs… Gerçekçi olmak isterken gerçekçi ama sıradan çatışma sahneleri yanında filmden kopuk görünen kişi ve olayları filme monte etmeye çalışarak Heat mirasından pay kapmaya soyunduğu açık. Ama Heat’in kendinden kopuk görünen her bir sahnesi, ana karakterlerin dramlarını besleyici ve güçlendirici niteliklere sahipti. Burada ise tam bir doldur boşalttan ibaret.

Bittikten sonra geriye hiçbirşey bırakmayan The Town, sonuç olarak masum insanların paralarını çalıp kendi salaş hayatlarında keyif çatan bir avuç özelliksiz adamın soygunlarını ve bu soygunların hayatlarını nasıl şekillendirdiğini anlatmaya çalışan bir film. Bu kadar basite indirgenmeyi kendi istemiyor elbette. Bizden bu soygunlara asil anlamlar yüklememizi, bu adamların nedense teslim olmak yerine canlarını bile verebilecek kahramanlar olduklarını anlamamızı bekliyor. Oysa ortada uğruna can verilecek bir durum yok. Charlestown’dan iyi banka hırsızı çıkarmış, bunlar rock yıldızları gibiymiş, herkes onlara kahraman gözüyle bakar, soygunları nesilden nesile aktarılırmış bilmem ne! Charlestown’dan adam çıkmayacağı belli oldu da, iyi film de çıkmıyormuş onu anladım. Charlestown’ın “Hırsızlar Prensi” tarafından “Enayiler Kralı” yerine konduğumu hissettiğim finalden de anladığım üzere Ben Affleck, bir nevî kendi mini Braveheart’ını yaratmak isteyip her yerine sıvamış. Gerçi filmin tamamında ne buldum ki finalinden ne bekleyeyim. “Ne büyük adam”, “en asil duygunun insanı”, “kansere de çare bulur bu” şeklinde düşünmemizi mi bekliyordu acaba bu sondan sonra? Alt tarafı alık bir hırsız parçası! Fakat pardon, romantik bir hırsız parçası. Bunun çok şey değiştireceğini, hatta filmin düz mantığını bile değiştireceğini düşünüyor kendi aklınca.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder