24 Haziran 2008 Salı

Déjà Vu (2006)


Yönetmen: Tony Scott
Oyuncular: Denzel Washington, Paula Patton, Val Kilmer, James Caviezel, Adam Goldberg, Bruce Greenwood, Elden Henson
Senaryo: Bill Marsilii, Terry Rossio
Müzik: Harry Gregson-Williams

Yaşanmış bir anın, tekrar yaşanıldığının sanılması veya yaşanıldığı sanılan bir anın tekrar yaşanmasına “Deja Vu” dendiğini biliyoruz. Garip bir beyin faaliyeti. Farkında olunmayan zihin yorgunluğu sonucu beyinin kısa devre yapması olarak da bilinir. Bu kısa devre, beyinin iki lobundan birinin çok az bir saniye farkıyla algıladığı şeyi, diğer lobun o saniye farkıyla geç algılamasından kaynaklı bir durum olarak açıklamak mümkün. Bu durumda, hiç kıyısından bucağından bile geçmediğimiz olayları sanki başımıza daha önceden gelmiş gibi algılama yanılgısına düşüyoruz. Çoğumuzun başına gelmiştir. Zaten beyni olan birinin başına gelmemesi mümkün değil. “Yok, ben hiç yaşamadım” diye düşünenler de yanılıyor. Sadece anlık bir durum olmasından ötürü deja vu o kişinin beyni tarafından kesin olarak tanımlanamıyor. Bu durumda sürü psikolojisinden kendilerini soyutlamak için yemin billah yaşamadım diyorlar. Tanımlayabilenler de bunu bir mekandan, filmden, şarkıdan, insandan, olaydan çıkarımlarda bulunarak yapıyor. Fakat bunu abartanlar da oluyor her zamanki gibi.. İşi reenkarnasyona kadar götürme, o anı sahiden yaşadığına, hatta o küçücük andan kendine yepyeni bir hayat senaryosu yazmaya kadar uzanıyor. Öteki taraf hakkında iyimser komplo teorileri üretmek, çürüyüp gitme korkumuzu hafifleten bir refleks iken, yaşanan o küçük deja vular ruhumuzda mistik bir pozitif etki yaratıyor.

Elinizdeki filmin adı Deja Vu olunca bu bağlamda beklentiler de artıyor haliyle. Şahsen benim beklentim Tony Scott-Danzel Washington ikilisinin Crimson Tide ve Man On Fire sonrası üçüncü ortaklığının cazibesine yönelikti. Hemen hemen okuduğum tüm eleştirilerde yerden yere vurulan Deja Vu’yu toplamda beğendiğimi söylemekten korkmuyorum. Bu beğeni, hani “herkesin beğendiği bir filmi beğenmeyip eleştireyim” veya tam tersi, “ezici çoğunluğun rezil ettiği bir filmi sevmiş görünerek ne kadar orijinal bir insanım ben Allahım!” snobluğu değil.. Bunu boyalı basında yapan onlarca eleştirmen var zaten. Akranlarından geri kalmamak adına kendini Sepultura’yı sevmeye şartlandıran, ıkına ıkına dinleyip kendine eziyet eden yeni yetme rocker zihniyetine benziyor. İtiraf edeyim, Scott-Washington birlikteliği filme tav olmamın başlıca nedeniydi. Hele de üslubuyla, tekniğiyle, senaryosuyla ve finaliyle şahsi başyapıtlarımdan bir olan Man On Fire’dan birkaç yıl sonra ikiliyi tekrar bir arada görünce heyecan yaptım. Deja Vu, otomatikman 2-0 önde başladı maça.. Peki tarafımdan torpilli Deja Vu nasıl bir film? Şimdi buna benzer bir torpille maça çıkıp tarihi fark yiyen bir sürü film sayabilirim. Kendi torpilim kendi işime yaramamıştı. Neyse, kısaca Deja Vu’ya ya iyi diyeceğiz, ya da kötü. İkisinin ortası yok kanımca.

Filmi hallaç pamuğu gibi atan eleştirilere bir sözüm yok. Kendilerine göre haklı ve makul sebepleri var. Çünkü Deja Vu, “yok daha neler” kulübünün bir üyesi. Geçmişe dönmeyi mümkün kılan, insanların mahallelerine, evlerine, odalarına girebilen, en ince ayrıntıları bile gösterebilen, geçmişte istenilen bir zaman aralığında, istenilen bir kişiyi takibe alabilen, hatta fiziksel transferi bile mümkün kılabilen uydu bağlantılı bir güvenlik sistemine inanmak gerçekten çok zor. Zaten bence Deja Vu’nun en önemli sorunu da bu inanç problemi. Eğer o problemi kafadan silip filmin başına oturursanız (ki tekrar edelim bu oldukça zor) kendi sci-fi duruşu içinde çok tutarlı sayılabilir. Onun tutarlılığına vakıf olabilmek için ise uzun uzun anlatılan bazı teknik detayların altında buzağı aramayacaksınız tabi. Hayal ürünü de olsa kafa karıştıran kimi teknik mazeretleri ve fantastik açıklamaları onu bu mantıksızlık sınırı içinde tutarlı konuma getiriyor bir yerde. Esas zorluk, Deja Vu’nun kendini ciddiye alan bir dram olmasından kaynaklanıyor. Back To The Future serisi gibi komedi-macera üniforması giymediğinden, Back To The Future’ın tadını mantık, tutarlılık aramaksızın çıkaranlar, Deja Vu’ya kızıp, “yok artık bu kadar da olmaz canım” diyebiliyorlar. Çünkü bu bir komedi değil. Zamanı geriye alan uzaktan kumanda fantezisini izleyince paçalarımızdan mantık akıyor ya! İşte bu önyargı-arkayargıları bir kenara koyabilir ve Deja Vu’ya ikna olmaya biraz gayret gösterebilirsek bilemiyorum. Ben yaptım oldu.  Scott’un müthiş tekniği, Washington’un ekranı dolduran, güven veren oyununun da gazıyla mantık tepesini aşınca olgun ve sıkı bir macera düzlemine girmeniz de mümkün.


Bir sahne var. Mesajı var mıydı bilmem. Ama sanki bir şeyler aldım o sahneden: Boğazına kadar teknolojik detaya batırılan ajan Doug Carlin, büyük monitörde gözünün bir yerlerden ısırdığı Claire’i görür. Ve o kadar tekno çılgınlığı arasından sızan ince ruhu, saf güzelliği sezer. O ruhu doğrudan vermek, sıradan aksiyonların adeti değildir pek. 11 Eylül çağrışımlı trajik bir terör eyleminin sorumluluğunu beklenildiğinin aksine bu kez doğuya değil, kendi muhafazakar milliyetçiliğinin yıprattığı bir asker eskisine yükleyen, bu sayede deja vu misali özeleştiri çarklarını döndüren bir film. Bilim kurgu yönü ile terör üzerine söylenmek istenenlerin kopukluğu göze batabilir, kabul etmek lazım. Ama verilmeye çalışılan mesajların içinde doğrudan sulandırılmış vicdan saldırıları görmediğim için de mutlu etti. Hem bu mesajlar, filmin merkez üssü olan fantastik buluşun önünü de kesmiyor.Artık filme kan ısınması başlayınca, o buluşun birgün gerçekleşmemesi için bir neden olmadığını da düşünmeye başlıyor insan. Yakında yemek bile pişirebilecek cep telefonlarının hayatımıza girişinden bu yana 50 yıl geçmedi ne de olsa.

Ayrıca Deja Vu gibi bir film, bizim de zaman zaman yaşadığımız o deja vuların gerisindeki ayrıntıları kendi senaryosu aracılığıyla ve bence gayet düzgün bir polisiye zeka ile anlatarak yıkılmıyor, ayakta duruyor. Bizim deja vuların gerisinde ne var acaba? Mesela yolda yürürken bir bakıyorsunuz şık bir Chavrolet. Hop deja vu! Meğer önceki hayatınızda kraliçenin görevlendirdiği son model bir ajan olarak size tahsis edilmiş son model bir arabaymış zamanında. Önceki hayatınızda çırak olarak üç kuruş maaşla sanayide kir pas içinde çalışırken tamirhaneye gelen ve sizin tamir etmek zorunda kalacağınız bir araba olacak hali yok elbette. Hepimiz aslında yılmaz savaşçıların, kralların, dük ve düşeslerin reenkarnesiyizdir ya hani! Kanalizasyon işçileri ve ahçı yamakları geri dönmüyor herhalde.. Reenkarnasyona zıplamış olduk, fakat deja vu ile olan akrabalığını geride kalan satırlarda vurguladığımız kabullenememe duygusunun hakimiyeti, bir aptalın kendini abdal sanmasına da sebep oluyor.


Ağabeyi Ridley Scott’ın aksine Tony Scott da hep farklı bir kumaş olduğunu düşünmüşümdür. Bir sürü favori filmimin yönetmenidir. Hollywood normlarında filmlerin gediklisi olsa da onun aksiyon anlayışındaki hikayeye sadakati, kurgu oyunlarını, ışık ve filtre titizliğini, insana film izlediğini iliklerine kadar hissettiren sağlam sanatını çok beğenirim. Bu biraz hafif kaçtı. Hayranım!. Danzel Washington-Gene Hackman (Crimson Tide), Gene Hackman-Will Smith (Enemy Of The State), Bruce Willis-Damon Wayans (The Last Boy Scout), Robert De Niro-Wesley Snipes (The Fan) gibi siyah-beyaz ikililerle müthiş kimyalar tutturduğu gibi (mesela Anthony Hopkins-Chris Rock siyah-beyaz-ikili-kimya faciası, Joel Schumacher kedisinin Scott Ciğercisi önündeki acıklı miyavlamaları gibidir) son dönemler ara verdiği bu kombinasyonlara karşın yine iyi oyuncuları çok parlak karelerine sığdırarak spotları onlar üzerine çeviriyor.

Scott filmlerinin ele avuca sığmaz temposu içinde bile çoğu oyuncunun etkili performans anlarına şahit olmuşumdur. Tamam, ağabey Ridley, Tony’ye nazaran filmografi olarak daha olgun, daha görkemli işlere imza atmış, sanatsal bazda daha saygın bir kariyer edinmiştir. Ama Ridley’nin kendisinden 7 yaş küçük 63 yaşındaki kardeşi Tony’nin, ağabeyine göre daha genç kalmış ihtiyar delikanlı tarafını seviyorum ne yapayım! Gönlümde The Hunger, True Romance, Domino, Man On Fire veya Spy Game’i tekrar izlemek yatıyor. Danzel Washington bununla beraber izlediğim üç Scott filmiyle daha da güzelleşen bir adam. Adamın alnında “aktör” yazıyor. Kimbilir onun kaç filminde kendimi sevdiğim bir dersi dinliyormuşcasına dikkatle izler vaziyette bulurum. Washington yanında yıllar geçtikçe olgunlaşan bir Val Kimler da var. (Top Gun’dan sonra ikinci Tony Scott filminde). Deja Vu’da ne akar, ne de kokar “good guy” bir ajan tiplemesi sunuyor. Kötü adamımızın James Caviezel olması da benim için bir başka cazibe köşesi. “İsa da olurum, terörist de” şeklindeki bir aktörlük kariyeri taşıyabilecek belki de en çift manalı yüzlerden birine sahip Caviezel, Deja Vu’da yine iyi taşıdığı kötücül karakteri ile sonlara doğru biraz olsun Washington’dan rol çalmaya yeltenen tek isim.

Eleştirmenler Deja Vu’yu gözden çıkarmış olabilir. Ama ben filmi sevdiğim diğer Tony Scott DVD'lerimin arasına koydum. Scott-Washington haricinde diğer iyi oyuncuları, çılgın fikri ile paralel evrenle dans etmek isteyen senaryosu ve bence antolojilere geçmesi gereken sıra dışı araba takip sahnesiyle Deja Vu’yu sevdim. Bir daha kendisiyle ne zaman deja vulaşırız bilmem. Sorarlarsa beğendiğimi söylerim. Ama özellikle izleyin diye de tavsiye etmem. Bu yazı da aramızda kalsın.


- Kimsenin inanmayacağını bile bile birine dünyanın en değerli şeyini anlatmak zorunda kalsan ne yapardın?

- Denerdim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder