27 Eylül 2025 Cumartesi

Sirât (2025)

 
Yönetmen: Oliver Laxe
Oyuncular: Sergi López, Bruno Núñez Arjona, Stefania Gadda, Joshua Liam Herderson, Richard 'Bigui' Bellamy, Tonin Janvier, Jade Oukid
Senaryo: Santiago Fillol, Oliver Laxe
Müzik: Kangding Ray

3. Dünya Savaşı'nın patlak verdiği kurmaca bir zamanda Luis, oğlu Esteban ile birlikte Kuzey Afrika'daki gerilla müzik festivallerinden birinde kayıp kızını aramaktadır. Askerler festivali dağıtıp Avrupalıları tahliye ederken bir grup başka bir festivale gitmek için kaçar. Onları takip eden Luis de o festivale gidip kızını aramak ister. Böylece üç araçlık bir konvoy, kendilerini bekleyen sürprizlerden habersiz, bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıkarlar. Paris doğumlu Oliver Laxe'nin Santiago Fillol ile senaryosunu yazdığı, kendisinin yönettiği Sirât, konumlandırdığı kıyamet başlangıcı atmosferin kıyısında kalan bir grup insanın macerasını çok iyi resmeden, kurak coğrafyanın tekinsiz enginliğine ait nimetlerden çok iyi faydalanan bir yapım. Çekimleri Fas ve İspanya'da gerçekleştirilen İspanya/Fransa ortak yapımı Sirât, filmlerinde coğrafi izolasyona önem veren Olivier Laxe'nin, aynı izolasyona depresif hayatta kalma mücadeleleri eklemeyi seven anlatıcılığına eklenen güçlü bir halka niteliğinde. 2019 yılına ait O que arde'den bu yana film çekmeyen Laxe, geri dönüşünü yine tekinsiz bir doğal açık alan fonunda kurguluyor. Aslında önceki filmleri Mimosas ve O que arde'de de bu doğal ortam, açık alan tercihi bir fon olmaktan öte, adeta başrol gibi karakterleri zorlayıcı konumdaydı. Sirât'da bu tercih tepe yapmış diyebiliriz. Boğucu bir estetikle yarattığı kontrast, Laxe'nin toz toprak, yakıcı güneş, tekerlek değmemiş yollar ve sonsuz gibi görünen ufuk çizgileriyle bütünleşen bu yol hikayesinin kesinlikle başrolü.

Sirât bir kayıp ve o kaybı aramaya yönelik bir yol filmi olarak başlasa da, usul usul kendini akışa bırakan, kaçak düzenlenen rave festivallerinin -cinsellik ve madde kullanımından bağımsız- 70'ler hippi kültürüyle olan kardeşliklerinden taşıdığı izleri beş kişilik festival müdavimi ve bu kültüre yabancı bir baba oğul üzerinden dengeleyen bir film. Kurgusal bir zaman, post-apokaliptik görünümlü çöller, tozu dumana katan salaş araçlar, spontane rave kıyafetleri sıklıkla Mad Max referanslarına zemin yaratıyor. 3. Dünya Savaşı'nın çıkmaya başladığına dair şiddet haberleri veren radyo anonsları, konvoy oluşturan askeri araçlar, kestirilemez yollara giren kahramanlarımız, seyirciyi kayıp kızı bulmanın ötesine, kendi güvenliklerini sağlama yönünde bir bilinmeze sürüklüyor. Şok bir kırılma noktasından sonra da iyice belirsiz, trajik, savruk, plansız bir yapıya bürünmesi de anlaşılabilir. Artık hedef ve hedefsizlik arasındaki muğlak çizgi iyice belirginleşince Laxe'nin kervanı yolda düzmeyi tercih ettiği de düşünülebilir. Gidecek bir vatanları, şehirleri, evleri olmayan, geride sevdikleri veya onlara ulaşma ümitleri kalmayan bir avuç insanın savruluşundaki estetiği hissedebilmek Sirât'ı anlamayı bir miktar kolaylaştırabilir. Dünya yanarken ıssız topraklarda trajediyle yoğrulmuş ürkütücü bir özgürlük duygusunu fark edebilmek de öyle. Kelimenin tam anlamıyla ölümle dans etmekteki estetiği çok iyi çizen bir sahnesi bile mevcut.


Filmin apolitik konumlanışı, yani karakterlerin sadece sevdikleri müzikle dans etme amacıyla yollara düşmeleri, motivasyon eksikliği gibi görünebilir. Hatta bir sahnede Luis'e bu müziğin dinlemek için değil, dans etmek için olduğunu söylüyorlar. Belki bu film de izlemek için değil, dünyanın savrulduğu çaresizliği bir nebze hissetmek için yapılmıştır. Özünde, dünyanın sonunun başlangıcında ne yapacağını, nereye gideceğini, bundan sonra nasıl yaşayacağını bilemeyen, birden mülteciye dönüşen insanları nerede olurlarsa olsunlar takip eden felaketler de politiktir. Savaşın kendisi politiktir. Filmin durduğu yerde Laxe politik olmak için özel bir çaba sarf etmiyor, slogan atmıyor, kahraman yaratmıyor, hatta baş karakteri Luis sayesinde hayatta kalmanın şansa bağlı olduğunu bile gösteriyor. Post- apokaliptik filmlerde karakterlerin geçen zaman içinde ortama uyum sağladıklarını, hayatta kalma becerilerini geliştirdiklerini görürüz. İşte Sirât, "post" olmadan önce bu sürecin en başını birkaç kişi özelinde ele alırken henüz bu kıyamete hazır olmamanın şaşkınlığını, acemiliğini ve ağır bedellerini yokluyor. Üstelik bunu kalabalık bir şehirde değil, ıssızlığın ortasında, binlerce insan üzerinden değil, hepi topu yedi kişi üzerinden deneyimletmeye çalışıyor. Tek istediği özgürce festivalleri gezerek dans etmek olan bu insanların, "post" olduktan sonra bu apokaliptiklik içinde yaşam mücadelesi verirken belki de vahşileşmeleri, öldürmeleri gerekebileceği korkunçluğuna kadar zihnimizi açıyor.

Adını İslam inancında cehennem üzerine kurulmuş dar ve geçilmesi güç köprüden alan Sirât her şeyden önce tam bir yönetmen filmi. Oliver Laxe, coğrafyayı, müziği, karakterleri, yerden kalkan tozu bile doğru anlarda işlevsel hale getiren salaş ve stilize bir reji sunuyor. Bunun emareleri Mimosas ve O que arde'de de mevcuttu. Özellikle Cannes 2019'da Un Certain Regard Jüri Ödülü de alan O que arde (Fire Will Come) çok iyi yaşlanan, doğanın pek çok elementini sakin ve güçlü bir bilgelikle kullanan, bunu sadece kameranın doğru yer ve zamanda konumlandırılmasıyla yapan bir dramdı. Bu filmlerde beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Mauro Herce yine Laxe'nin yanında. Asıl adı David Letellier olan Fransız tekno/trance müzisyeni Kangding Ray'in hipnotik müziklerinin de atmosfer inşasında katkısı büyük. Kendisi yine bu filmle Cannes'da En İyi Besteci ödülünü de aldı. Ayrıca filmin kalabalık yapımcı ekibi arasında Laxe'nin yanında usta yönetmen Pedro Almodóvar ve kardeşi Agustín Almodóvar da bulunuyor. Filmin tek profesyonel oyuncusu olan, sinema severlerin çoğunun Pan's Labyrinth filminin kötü adamı Vidal olarak anımsayacağı usta İspanyol aktör Sergi López'in performansı yanında kendi isimleriyle filme dahil edilmiş diğer karakterler de çok iyi iş çıkarıyorlar. Tüm bu unsurların birleşiminden ortaya çıkan Sirât, seveni kadar sevmeyeni de çıkabilecek, ama kim ne derse desin Oliver Laxe'nin imza filmlerinden biri olarak onun özel filmografisinde yer almayı hak eden, zamanla kıymeti artacak bir yapım.

19 Eylül 2025 Cuma

Weapons (2025)

 
Yönetmen: Zach Cregger
Oyuncular: Julia Garner, Josh Brolin, Benedict Wong, Amy Madigan, Alden Ehrenreich, Austin Abrams, Cary Christopher, Whitmer Thomas, Callie Schuttera
Senaryo: Zach Cregger
Müzik: Zach Cregger, Hays Holladay, Ryan Holladay

Maybrook adlı bir kasabada bir gece saat 02:17'de tam 17 çocuk evlerinden kaçarak ortadan kaybolur. Güvenlik kameralarındaki görüntülerden çocukların hiçbir zorlama olmadan evlerinden çıktıkları, ellerini yana açıp bilinmeyen bir yere koştukları görülür. Bu çocukların ortak bir yanı vardır. Hepsi genç ilkokul öğretmeni Justine'in sınıfındadır. Öğrencilerden sadece Alex adlı içine kapanık bir çocuk kaybolmamıştır. Çocukların bu şekilde kaybolmasına anlam veremeyen ebeveynler, geçmişinde birtakım sorunlar barındıran Justine'i suçlamaya başlarlar. 2022'de çektiği Barbarian ile farklı yorumlar alan, korku gerilim sinemasına taze kanlardan biri olarak anılan Zach Cregger'in yazıp yönettiği Weapons, yine Barbarian gibi farklı yorumlar alıp ticari ve eleştirel başarıya ulaştı. Konu itibarıyla Stephen King romanlarını çağrıştıran, hatta King'in de izledikten sonra övgü dolu sözler söylediği filmin bir noktada 80'ler korku gerilim janrına tutunan yönleri de mevcut. Yine konu itibarıyla çok fazla yenilik içermediğinin farkındalığıyla Cregger, filmini biçim olarak farklılaştırma yoluna giderek var olan gizemini cilalıyor. Filmi Justin, Archer, Paul, James, Marcus ve Alex olmak üzere 6 epizota ayırıp, bu tuhaf kayboluş hikayesine adı geçen karakterlerin bakış açılarından yaklaşıyor. Bir yandan başarılı kesişme noktaları yaratırken, bir yandan da bir epizotun kayıp parçalarını bir diğerinde buldurarak bu biçimi işlevsel hale getirip kendisini sürekli yeniliyor.

Ne var ki bu 6 bölüm zaman zaman kendi içlerinde bazı sarkmalar yaşamıyor değil. Hatta özellikle bir tanesi var ki, o çıkarılsa belki de ana yapı hiç zarar görmezdi. Bu da süre ayarlamasına, dolayısıyla finalin bir nebze aceleye gelmesine etki ediyor. Hepsi bir yana, filmin önemli bir açıklamaya ihtiyacı var. Bazı oyalanmalar ve bu sayede zaten var olan gizemi körükleme hamleleri adeta filmin süresinden çalarak sağlıklı bir neticeye ulaşmasını engelliyorlar. Tabii Cregger kendine göre bir netice elde etmiş. Fakat kendisi sanki bu film için bir prequel tasarlamış, bu filmin getireceği ticari başarı neticesinde o prequelde gerekli açıklamaları yapacakmış gibi bir ketumluk sergiliyor. Bir orijin senaryosunun yerini yapmak amaçlı gibi görünen bu ketumluğu, filmin sertliği söz konusu olduğunda göstermiyor ki, bu da korku/gerilim türünün seyir zevkine katkı sağlıyor. Bu noktada da hem pozitif, hem negatif tercihler görüyoruz. İlk iki bölüm Justine ve Archer, gerilimi tırmandırmak için ara sıra göstere göstere demode jump scare anlara başvuruyor. Öte yandan, gizemin korunup üstüne dahasının da eklenmesini sağlıyorlar. Ancak Paul ve James bölümlerindeki işleyiş de yer yer final bloğunda tamamlayıcı görünse de, vazgeçilmez değil ve en mühimi, Cregger'ın seyirciyi alıştırdığı tempo ve ambiyansı bir miktar sekteye uğratıyorlar. Alex'in kanser hastası teyzesi Gladys için neden ayrı bir epizot açılmadığının sebebini ise sanırım filmi görenler tahmin edebilir.

Son dönem korku/gerilim yapımlarında azlı çoklu gördüğümüz alt metin gereksinimi Weapons'da bir gereksinimden ziyade doğal akışa teslim edilmiş. Aleyhine hiçbir kanıt olmadan, kendi sınıfından 17 çocuğun kaybolmasıyla bir anda hedef tahtası haline gelen Justine'in kasaba ahalisi tarafından "cadı" ilan edilmesi, önyargı makinelerinin Orta Çağ'dan beri çalıştığının kanıtı. Archer'ın gökyüzünde gördüğü makineli tüfeğin veya açık kollarla koşarken birer füze gibi görünen çocukların Amerika'nın silahlarla imtihanına atıfta bulunduğu zorlayarak da olsa iddia edilebilir. Keza film, çevresel faktörlerin ve manipülasyonların insanları da birer silaha dönüştürebileceği yorumuna da son derece açık bir safta duruyor. Yine de çok fazla mesaj, gönderme, alt metin arayışı içine girmeden sürükleyici anlatısına kapılmamız bekleniyor. Muhtemelen prequele paslanmış bazı detayların dayattığı mantığı kabul etmemiz, o mantığın kendi içinde mantıksızlaştığı durumları da sineye çekmemiz talep ediliyor. Bu talepkarlık Barbarian'da da hissediliyordu. Tüm bunlar kabullenerek izlendiğinde Weapons keyif verebiliyor. Özellikle Julia Garner, aynı zamanda yürütücü yapımcılardan biri olan Josh Brolin ve Benedict Wong gibi A sınıfı oyuncuların kattığı ciddiyet, Gladys Teyze olarak izlediğimiz Amy Madigan'ın kattığı huzursuzluk, yer yer kara komediye çalan esneklikle birleşince ortaya oyuncaklı bir anlatı çıkıyor. İkiye bölünen seyirci için arada kalmak da, taraf seçmek de kolaylaşıyor.

10 Eylül 2025 Çarşamba

Drømmer (2024)

 
Yönetmen: Dag Johan Haugerud
Oyuncular: Ella Øverbye, Selome Emnetu, Ane Dahl Torp, Anne Marit Jacobsen
Senaryo: Dag Johan Haugerud
Müzik: Anna Berg

Norveçli Dag Johan Haugerud'un hepsi 2024'te çıkan üçlemesinin ayaklarından biri olan Drømmer (Dreams), diğer iki filmden tematik olarak farklı olmasa da, özellikle biçim ve duygu yoğunluğu bakımından daha güçlü denebilir. Diğer iki film Kjærlighet (Love) ve Sex ile birlikte ele aldığımızda birbirini tamamlamaktan ziyade serbest biçimde ilişki varyasyonlarını yaşayan ve tecrübelerini birbirleriyle paylaşan insan manzaraları izliyoruz. Kulağa sıkıcı veya kendini tekrar gibi gelme ihtimali olsa da, karakter ve olay çeşitliliği, yaratılan çatışmalar, toksik hezeyanlardan uzakta kurulan akslar, romantizmin ve cinselliğin değişik suretleri derken hepsi bir bütünün mütevazi parçaları olarak görmek isteyenleri de tatmin ediyor. Lise öğrencisi Johanne'in okula yeni gelen Fransızca öğretmeni Johanna'ya ümitsizce aşık olmasını konu alan Drømmer, bu aşkı Johanne'in kafa sesi anlatıcılığında şiirsel bir boyuta taşıyarak gereksiz dramatik yüklerden bir nebze kurtuluyor. Ama bu şiirsellik kekremsi bir tat vermektense, gerçeklikle kol kola ilerlemek suretiyle yere daha sağlam basıyor. Johanne'in en ufak detaylardan bile çıkardığı edebi lezzet, biraz da kaçınılmaz şekilde onun yazıya döktüğü itiraflar haline geliyor. Yani Johanne'in içine düştüğü tek taraflı aşkı betimleyişini, İlerde kitap olarak çıkarma ihtimalinin belirdiği bir edebi metinden duyuyoruz adeta. Johanne, ilk gördüğü andan itibaren vurulduğu öğretmeni Johanna'ya olan duygularını kendine, aynı zamanda seyirciye o kadar samimi biçimde ifade ediyor ki, o samimiyetin sağladığı yoğunluk, imkansızlığın gölgesinde çok güzel yeşeriyor.

Platonik aşkların hamurunda mutlaka bulunan mutluluk / ümitsizlik zıtlığını hissettirebilmesi bakımından Drømmer çok etkileyici bir kurgu barındırıyor. Öğretmenine aşık olma masumiyetini tehlikeli yollara sokmadan, fakat bir yandan da alttan belli bir cinsel tansiyonu da yok saymadan ifade etmeye çalışan Haugerud, konunun gerektirdiği hassasiyeti Johanne'in annesi ve büyükannesi bilgisi dahiline de taşıyarak, üç kuşak aydın kadının bu meseleyi ele alışlarındaki hoşgörünün ve çok boyutluluğun güzel bir portresini çıkarıyor. Karşılıksız aşk mefhumu zaten yeterince hüzünlü bir sevme şekliyken, öğretmen - öğrenci arasında olanının ortaya çıkaracağı tehlikelerin gölgesinde Haugerud'un bunu saf, masum, yoğun, aynı zamanda ümitsiz bir zeminde tutması, vakur anlatımının gücünü keskinleştiriyor. Eşcinsel olup olmadığını bile tam olarak kestiremediği bir yaşta Johanna'ya karşı bu denli yoğun duygular besleyen Johanne, hangi formda olursa olsun aşkın gücünün cinsler ya da eşcinsler üzerinde bir seviyedeki duruşunun duygusal temsili. Haugerud'un vurgulamak istediği, eşcinsel bir platonik aşktan veya öğrencinin öğretmenine beslediği tek taraflı yoğun bir sevgiden ziyade, doğrudan karşılıksız aşk besleyen bireyin omuzlarına binen yükün tariflerinden biri olarak görünüyor. Yani cinsiyet veya yaş farkı üzerinden değil, öncelikli olarak bu sevgi biçiminin karşılıksız şekilde, üstelik ilk aşk sancılarıyla yaşanışının bir genç kızın duygu dünyasındaki edebi yansımalarını yudumluyoruz.

Dag Johan Haugerud, bu Oslo üçlemesinde aşkın, sevginin, cinselliğin cinsiyetler arası farklı eşleşmeler içeren yolculuğuna bakarken, her bir bireyin özgürleşme süreçlerindeki sıkıntılarından, anlaşılma arzularından, deneyim açlıklarından, bir ilişkiye tutunma isteklerinden oluşan varyasyonlar kurguluyor. Kadın, erkek, eşcinsel, anne, baba, çocuk, sevgili, karı-koca her role uğrayıp geniş tartışma potansiyeli olan irili ufaklı çatışmalar tasarlıyor. Uzun ama kesinlikle sıkıcı olmayan, doğal akışı bozulmayan diyalog sahneleri bu potansiyeli çok yerinde kullanıyor. Doğaçlamaya uygunluğu da gerçeklik duygusunu güçlendiriyor. Bu üçlemenin nadide halkası Drømmer'da ise Johanne'in karşılıksız aşkı üzerinden, aşkın detaylardaki gizliliği, hem kanatlar takan, hem de yaralayan ikiyüzlülüğü harika bir edebiyatla işleniyor. Filmde de geçen "savunmasız ve dürüst" bir biçimde, kırılganlığını olabildiğince hissettirerek ama gereksiz dramatik yükselmeler de yaşatmadan ağırbaşlılıkla derdini anlatma erdemi gösteriyor. Bu sayede onun belki de doğru sevgiyle yanlış kişiyi sevdiğine ikna olmak hiç zor olmuyor. Johanne'yi canlandıran Ella Øverbye'ın sadeliği, sevimliliği, doğallığı, onun bu kendi içinde tutkuyla yaşadığı aşka ikna olmamızı kolaylaştırıyor. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı, Fipresci ve Guild Film olmak üzere üç ödül birden kazanan Drømmer, uzun vadede platonik aşk üzerine yapılmış en dokunaklı filmlerden biri olarak anılması kuvvetle muhtemel bir yapım.