25 Nisan 2025 Cuma

The Assessment (2024)

 
Yönetmen: Fleur Fortune
Oyuncular: Elizabeth Olsen, Himesh Patel, Alicia Vikander, Minnie Driver, Charlotte Ritchie, Leah Harvey, Nicholas Pinnock
Senaryo: Nell Garfath Cox, Dave Thomas, John Donnelly
Müzik: Emilie Levienaise-Farrouch

Yakın bir gelecekte okyanus kenarında bir tesiste hem çalışan, hem yaşayan iki evli bilim insanı Mia (Elizabeth Olsen) ve Aaryan (Himesh Patel) çocuk sahibi olmak istemektedirler. Ancak ebeveynlik sıkı bir şekilde denetlenmektedir ve bir denetleme uzmanı tarafından yedi günlük değerlendirme sürecine tabi tutulmaları gerekmektedir. Evlerine gelen denetleme görevlisi Virginia (Alicia Vikander) yedi gün boyunca onlarla yaşayacak, onlara çeşitli testler uygulayacak, gözlemleyecek, yedinci günün sonunda da ebeveynliğe uygun olup olmadıklarına karar verecektir. Ama bu testlerin beklenmedik biçimde tuhaf olduğunu gören Mia ve Aaryan kendilerini psikolojik bir kabusun içinde bulur. Nell Garfath Cox, Dave Thomas, John Donnelly gibi üç duyulmamış ismin senaryosunu yazdığı, Lykke Li, Travis Scott, M83, Drake gibi müzisyenlerin video kliplerini çekmiş Fleur Fortune'un ilk uzun metrajı olan The Assessment, distopyayı psikolojik gerilimle buluşturan etkileyici bir dram. Ebeveyn olmanın karanlık noktalarına tanıdık ama beklenmedik hamlelelerle temas eden, bunun yanında evlilik, sadakat, fedakarlık gibi kavramları da ustaca peşinden sürükleyen film, aile olma ihtiyacını dar bir çerçevenin ve üç karakterin avantajlarını kullanarak sorguluyor. Kurduğu alternatif gelecek evreninin ürkütücülüğünü, büyük çoğunluğu çiftin evi ve çevresinde geçen bu dar alanda yarattığı klostrofobi sayesinde ciddileştiriyor.

Eski Dünya - Yeni Dünya olarak ayrılmış iki yaşam alanından yeni olanında yaşayan Mia ve Aaryan, burada kendilerine ait güzel bir eve, her ikisi de bilimsel çalışmalarını sürdürebilecekleri ayrı çalışma alanlarına sahipler. Değerlendirme gereği evde gerçekleştirilen bir misafir toplantısında 153 yaşındaki Evie'nin söylediklerinden, eski dünyanın iklim değişikliklerinden kaynaklı doğal felaketler, kıtlık, iç savaş gibi sebepler yüzünden alternatif bir yeni dünya oluşturulduğunu, burada nüfusun eski dünyadaki gibi zıvanadan çıkmamasına özen gösterildiğini anlıyoruz. Nüfus artışını kontrol altında tutmak amaçlı olduğunu düşündüğümüz ebeveynlik değerlendirme uygulaması fikri, H.G. Wells'den Black Mirror yaratıcısı Charlie Brooker'a kadar çeşitli referanslar bulabileceğimiz kadar orijinal. Senaryo ekibi bu değerlendirme sürecinin resmi sınırlar içinde kalacağını düşündürürken, değerlendirme görevlisi Virginia'nın beklenmedik oyunlarıyla çok daha zorlayıcı bir yola girileceğini anlamakta gecikmiyoruz. Zaten film Mia, Aaryan, Virginia üçgeninde geçiyor. Böylelikle değerlendirme görevlisi ve çocuk isteyen çift üçgeni yanında, ana-baba-çocuk, hatta tuhaf bir üçlü ilişki gibi farklı üçgenlerle dramatik kanallar açılıyor. Bu üç kanalın iç içe geçmişliği filmi tekinsiz ve gergin bir zeminde yürütüyor. Ebeveyn olmak gibi bir isteğin yeni dünya şartlarında değerlendirilmeye tabi tutulması, psikolojik açıdan test edilip sorgulanması ne kadar tekinsiz ve gergin olabilir diyenlere filmin çok iyi cevapları mevcut.


Göremesek de savaşlar, yıkımlar, felaketlerle dolu Eski Dünya ile farklı bir ütopyayı yaşayan Yeni Dünya arasında güvenliği sağlanmış bir sınır bulunmakta. Eski dünyanın yaşadığı korkunç evrelere şahit oldukları için nüfus fazlalığının doğuracağı sorunları iyi bilen yeni dünyanın Evie gibi sakinleri, çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin nüfusu tekrar arttıracak bu arzularına anlam veremiyor. Zaten yeni dünyayı yöneten güç de bu ebeveyn değerlendirme sistemiyle onların sabırlarının sınırlarını zorlayarak bu kararlarını manipüle etmeye çalışıyor. Bunu Virginia gibi çalışanlarıyla veya onların yöntemleriyle yapınca da değil çocuk sahibi olmak, elindeki evliliği korumak bile zorlaşıyor. Eski Dünya'nın alışkanlıklarını (ki bu dünya bizim şu an içinde bulunduğumuz dünyanın ta kendisi) ortadan kaldırıp daha kontrollü ve güvenli bir Yeni Dünya yaratmaya yönelik bir çok projeden de satır aralarında haberdar oluyoruz. Örneğin Aaryan'ın üzerinde çalıştığı sanal evcil hayvan projesi bunlardan biri. Yeni Dünya'da "hastalık önleme ve kaynak koruma programı"nın bir parçası olarak evcil hayvanların itlaf edildiğini öğreniyoruz. Devlet bu hayvanları itlaf ederken dostluğun psikolojik önemini düşünmediği için Aaryan sanal hayvanları somutlaştırmaya, dolayısıyla hayvan sevgisinin eksikliğini doldurmaya yönelik çalışmalar yapıyor. Senaryo, bu tip satır aralarıyla bize detaylarıyla göstermediği bu alternatif evrenin boyutlarını, ilkelerini, projelerini, programlarını ve bunları uygularkenki zalimliklerini betimliyor. Böylece oturduğu yerden evrenini genişletebiliyor.

Özellikle düşük bütçeli distopik filmlerin buna benzer genişletmelere daha çok ihtiyacı var. Bunun bilinciyle zaten fikir olarak iyi bir çıkış noktasına sahip senaryo, daha steril ve kontrollü olabilmek amacıyla yeni kurallar belirlemiş bir yeni dünya tasarımı içine ne koyarsa çalışıyor. Tabii filmin odak noktası bu programlardan sadece biri olan ebeveyn ehliyeti olunca, onun da kendi alt başlıklarındaki zenginlik ortaya çıkıyor. Nüfus yoğunluğunun en önemli global sorunlardan biri olduğu tartışmasız bir gerçek. Bu yoğunluğa sahip ülkelerin yeterli besin, barınma, eğitim, sağlık hizmeti sunamamalarına rağmen insanların hala fütursuzca üreme çabaları, hükümetlerin de uzun vadeli iş gücü ve askeri güç açısından bu çabaları teşvik etmeleri doğal kaynakların da fütursuzca harcanmalarına sebebiyet veriyor. Neticede birbirine bağlı binlerce sorun üst üste biniyor. Çocuk sahibi olup evlilik bağını güçlendirmeyi, birkaç çocuk yapıp aile bağını hissetmeyi doğal bulsak da, dünyanın her yerinde, her ailede sistem her zaman böyle çalışmıyor. Boşanma sonucu ortada kalan, terk edilen, çöpe atılan, istismara uğrayan, türlü sosyal ve ekonomik sorunlarla suça itilen çocukları düşündükçe, belki de ehliyete bağlanması en gerekli oluşumlardan biri ebeveynlik. Bazı bireyler veya çiftler kesinlikle çocuk sahibi olmamalı. İşte tüm bunları ve belki fazlasını düşündürebilecek The Assessment, bir ilk filme göre çok iyi çekilmiş, yazılmış, oynanmış bir film. Elizabeth Olsen ve Alicia Vikander çok güçlü, çok etkileyici anlar ortaya koyuyorlar. Özellikle 90'lardaki filmleriyle çok hayran edinmiş tecrübeli oyuncu Minnie Driver'ı kısa da olsa Evie rolüyle görmek de hoştu. Video klip kökenli olmasına rağmen kesinlikle şımarmayan, abartmayan, nerede ve nasıl duracağını iyi bilen rejisiyle Fleur Fortune ise daha şimdiden bir sonraki filmini merak ettiren yönetmenler arasına girdi.

17 Nisan 2025 Perşembe

Elskling (2024)

 
Yönetmen: Lilja Ingolfsdottir
Oyuncular: Helga Guren, Oddgeir Thune, Kyrre Haugen Sydness, Maja Tothammer-Hruza, Heidi Gjermundsen, Elisabeth Sand
Senaryo: Lilja Ingolfsdottir

İlk evliliğinden iki çocuğu bulunan Maria, eşinden boşandıktan sonra bir partide gördüğü Sigmund'a aşık olur. Onu takıntı haline getiren, gidebileceği her yere giderek onu tekrar görmeyi bekleyen Maria nihayet amacına ulaşır. Mutlu bir beraberlik yaşamaya başlayan çift evlenir ve iki çocuk sahibi olurlar. Müzisyen Sigmund işi gereği fazla seyahat ettiği için çocukların, ev işlerinin arasında sıkışan, kariyerini sürdüremeyen Maria, bir gün bu seyahatler yüzünden Sigmund'la şiddetli bir tartışma yaşar. Tartışmanın ardından Sigmund ona ayrılmak istediğini söyler. Nazik ve anlayışlı eşi Sigmund'u çok seven, ondan ayrılıp ikinci bir boşanmayı kaldıramayacağını düşünen Maria'nın hayatını nasıl tekrar düzene sokacağına dair bir planı yoktur. Lilja Ingolfsdottir'ın yazıp yönettiği Loveable (Elskling), etkileyici, düşündürücü ve özellikle çiftlerin empati kurabilecekleri bir kadın hikayesi. Konusunun çağrıştırabileceği üzere sadece "evlilik hayatı mı, kariyer mi" ikileminden ibaret olmayan, Maria ve Sigmund çifti üzerinden daha basit ama aynı zamanda derin bir ilişki/evlilik analizi kurabilen Loveable, odağına aldığı Maria üzerinden de Lilja Ingolfsdottir'ın kendi hemcinslerine yönelttiği bir özeleştiri gibi de görülmeye müsait bir dram. Evlilik hayatı denen şeyin sadece iki insanın beraberlik anlaşmasından ibaret olmadığı, özellikle çocuk faktörünün bu anlaşmanın en bağlayıcı yönü olduğu gerçeği filmin hikayesine önemli bir katkı sağlıyor. Zira evlilikte hareket alanı bulmak için çiftlerin çok fazla çaba göstermesi gerekiyor.

Lilja Ingolfsdottir, hikayesinin alışıldık boyutlarının farkındalığıyla, biçimsel olarak zaman zaman karışık bir kurguya başvuruyor. Açılışta Maria ve Sigmund'un tanışmaları, beraberlikleri, evlenmeleri, çocukları, hızlı, akıcı ve sevimli bir şekilde kurgulanıyor. Onun bir an önce sadede, yani bu mutlu beraberliğin dönüşmeye başlayacağı evreye geçmeyi istediğini anlıyoruz. Maria'nın biten evliliğinden olan iki çocuğu ergenlik çağında. Haliyle öz babalarından ayrı yaşamanın, iki küçük üvey kardeşe ve Maria'nın nereye yönlendireceğini şaşırdığı orantısız ilgisine maruz kalmanın etkisiyle agresifler. Özellikle kızı Alma'ya bir türlü ulaşamayan Maria, onunla sürekli gerilim içinde. Bu gerilimin seyirciye yansımasında Alma'nın kabul edilebilir ergen öfkesi ile Maria'nın kabul edilmesi sancılı ilgi inadının çatışması görülüyor. Bir boşanma etkisi olarak annesinden nefret eden Alma ve onun bu nefretini kendisine yapılan bir haksızlık olarak gören Maria arasındaki bu tansiyon birçok ebeveyne yabancı sayılmaz. Keza, Maria'nın bu haksızlığa karşı biriktirdiği öfkeyi kızı Alma'ya değil de kocası Sigmund'a yönlendirmesi de sık rastlanan bir psikoloji. Bahane ise Maria evde tüm bu sorunlarla cebelleşirken Sigmund'un iş gereği evde olmaması. O ortalıkta yokken yaşadığı sıkıntıların hesabını içinde biriktiriyor. Ingolfsdottir, patlama noktası olarak da, filmin içinde birkaç defa karşımıza çıkacak basit bir sahne belirlemiş: Yorgun bir günün akşamında Maria mutfaktayken Sigmund'un eve gülümseyerek girmesi, sonra da Maria'ya sarılması.


Ingolfsdottir, Maria'yı çok hırpalıyor. Onun ev hayatından arta kalan bitkinliğini, ilk evliliğinden olma çocuklarını yeniden kazanma çabasını, sanat kariyerini ihmal etme acısını, Sigmund ile evliliğinin ilk günlerdeki tutkusunu yitirişini onun valizine koyuyor. Claire Dederer, Monsters: A Fan's Dilemma adlı kitabında şöyle demişti: "Sanat üretimiyle ebeveynlik birbirini çok etkili bir biçimde etkileyen şeylerdir ve aksini söyleyen ya kafayı yemiştir ya çocuksuzdur ya da erkektir." Sigmund rahat bir şekilde işine/sanatına odaklanabilir, eve mutlu bir yüzle dönebilirken, Maria'nın elinden bu hislerin alınmış olmasındaki adaletsizliğin dışa vurulması Maria için elzem bir hal alıyor. Onun dışa vuruşu da kişiden kişiye farklılık gösteriyor. Mesela kızı Alma'ya korumacı, karışan bir anne olarak davrandığında onunla sorunlar yaşıyor. Saniyeler içinde pişman olup gönül almak istediğinde ise iş işten geçmiş oluyor. Sorunu çözemediği gibi daha da büyütüyor. Saman alevi gibi parlayan öfke problemi Alma'ya olduğundan daha farklı biçimde Sigmund'a da zarar veriyor. Maria, kendi ihtiyaçlarını ötelemek zorunda kalışının, eve hapsoluşunun, kariyeriyle vedalaşmasının faturasını eşi Sigmund'a kesiyor. Sigmund'un kendini suçlu hissetmesi için her fırsatı kullanıyor. Çünkü Maria'nın mantığına göre Sigmund kendini suçlu hissederse Maria'nın kendisinden daha iyi olduğunu düşünecek, böylelikle Maria'yı bulduğuna şükredecek, Maria'ya mecbur olduğunu hissedecek.

Ingolfsdottir, ilişki dinamiklerindeki basitlikleri, ufak hesapları, sorumluluk alma sorunsalını hassas, gergin, dürüst ve doğal yöntemlerle ele alan bir reji sergiliyor. İki insanın mutlu beraberliğini sözde kutsayan evliliğin bambaşka bir şeye, aşkı, mutluluğu, huzuru sömüren, karşı tarafı suçlu hissettirmek gibi duygusal hesapçılıklara sebep olan bir şeye dönüşmesinin yasını tutuyor adeta. Bazı şeyleri alenen dile getirmesi gerekmiyor. Maria'nın terapi seansında ufak parçalarla geri döndüğü sahnelerde olduğu gibi sadece hikayeye yaslanmayıp biçimsel estetiği de kovaladığı oluyor. Toplamda yazılması, çekilmesi, oynanması ile ortaya bağımsız ruhlu güçlü bir dram çıkarıyor. Ingolfsdottir'ın altını çizdiği bazı mesajları var. Bunlar hem göz önünde, hem de kör noktada kalmış tespitler. Bunların otobiyografik veya gözlemlerine dayalı bir kurmaca içinde filme, daha doğrusu Maria karakterine yedirilişi çok başarılı. Bir başka başarı da Maria'yı canlandıran Helga Guren'in performansına ait. Filmin kendi gerçekliği içinde gerçek bir karakter olarak Maria'nın aşırı tepkileri, bir oyuncu olarak Helga Guren'in aşırıya kaçmayan tepkilerine rağmen son derece ikna edici. İzleyeni geren, üzen, kızdıran, acıma duygusu yaratan ve tüm bunları hikaye, olay, sahne akışı içinde yadırgatmayan bir doğallığa sarmalayarak sunan, pırıl pırıl parlayan bir performans. Yine pırıl pırıl parlayan Lilja Ingolfsdottir da bir sürü kısa filmin ardından ilk uzun metrajı Loveable ile kendisine dair beklentileri arttırıyor.

11 Nisan 2025 Cuma

The Duke (2020)

 
Yönetmen: Roger Michell
Oyuncular: Jim Broadbent, Helen Mirren, Fionn Whitehead, Matthew Goode, Anna Maxwell Martin, Jack Bandeira
Senaryo: Richard Bean, Clive Coleman
Müzik: George Fenton

1961 yılı İngiltere’sinde geçen, 60 yaşındaki bir taksi şoförü olan Kempton Bunton’ın Londra’daki National Gallery’den ünlü ressam Goya'nın Wellington Dükü Portresi’ni çalmasını ve sonrasını konu alan The Duke, yaşanmış olaylara dayanan bir komedi dram. O yıllarda BBC izlemek için devletten para karşılığı ruhsat alınması gerekiyordu. Bunton'ın isyanı da böyle başladı. O dönem medyanın büyük ilgisini çeken tablo 145 bin sterline satın alınmıştı. Bunton, tabloya verilen bu parayla yaşlıların BBC ruhsatlarının karşılanabileceğini düşünerek bu duruma tepki vermek ve dikkat çekmek niyetiyle hareket etmişti. Senaryosu Richard Bean ve Clive Coleman'a, rejisi ise en bilinen filmi 1999 yapımı Notting Hill olan Roger Michell'a ait olan The Duke, başarıyla uyarlanmış senaryosuna, kaliteli oyuncu kadrosuna rağmen iddiasız, sade ve kendi halinde bir film. 60 yaşında olmasına karşın canlı, hayat dolu, esprili ve asi ruhlu bir kişiliğe sahip olan Kempton Bunton, BBC'yi ruhsatsız olarak izlediği için kısa bir süre hapse bile giriyor. Daha sonra çalıştığı bir iş yerinde göçmen bir çalışana zorbalık yapıldığını görüp buna tepki verince işinden oluyor. Böylesi haksızlıklara karşı susmayı karakterine yediremeyen dürüst, vicdanlı, sevimli, hüzünlü bir adam. Hüzünlü çünkü kız evladını bir kazada kaybetmiş. Onun adına bir oyun bile yazmış. Ama onun bu hallerinden hoşlanmayan karısı Dorothy ile de sık sık atışmalar yaşıyor. İlerlemiş yaşına rağmen evlere temizliğe giden, Kempton'ı düzeltilmesi gereken bir insan gibi gören ve tabii kaybettiği evladının yasını sessizce tutan bir kadın olarak onun da kendi sorunları var.

Evin iki oğlundan biri olan, polisle sık sık başı derde giren işe yaramaz Kenny ve kendi halinde iyi bir çocuk olan Jackie de filmin diğer karakterleri. Özellikle babasına düşkün, onunla hem oğul, hem de arkadaş ilişkisi içindeki Jackie'nin filmde önemli bir yeri var. Senaryo hepsine yer açabilen, onları benimsetmek için özel bir çaba sarf etmeyen sadelikte. Film, Kempton'ın Dük'ün portresini çalmak suçundan mahkemede yargılandığı sahneyle başlayıp, geriye dönerek olayın nasıl bu hale geldiğini baştan alan bir anlatım izliyor. Sonu mahkemede biten bir olayı başa dönerek anlatan bu tarzı onlarca filmde görmüşlüğümüz vardır. Burada bu tarzın keyfimizi kaçıran bir etkisi olmadığı gibi, mahkemeye düşene kadar neler yaşandığı hakkındaki merakımızın daha baştan körüklenmesi iyi bile oluyor. Kempton'ın sistemle imtihanı, çalınan tabloyla başka bir boyuta ulaşırken, temelde emeklilerin ve gazilerin BBC ruhsatlarının karşılanması gibi bir amaca yönelik fidye fikri, gerçekleşmesi çok zor olsa da en azından niyet olarak çok ulvi ve sevimli. Zaten Kempton'ın eylemin başarıya ulaşması gibi bir beklentisi pek yok. Yine de sistemi bu şekilde sallamak bile onun için yeterince ileri bir adım sayılır. Zira küçük görünen bu tip taleplerin daha geniş kitlelere ulaşabilmesi için popüler bir olayı kullanma zekası yabana atılmamalı. O bunları yaparken Dorothy'nin ona hiç destek olmaması, yaşına uygun davranmadığı gerekçesiyle onun her fikrine karşı olması, Dorothy'nin kötü bir karakter olduğu anlamına gelmemeli. Zira evladını kaybetmek ve istemediği bir iş yapmak zorunda kalmakla yeterince sıkıntı çeken Dorothy, bir de üstüne kocasının başını belaya sokmasını istemiyor. Ailenin geri kalanının bir arada olması, huzur içinde yaşaması onun için daha önemli.

Kempton Bunton’ın o kadar güzel bir karakteri var ki, dokunduğu her kişiye, her seyirciye pozitif duygular yüklüyor. Son zamanların en etkileyici mahkeme sahnelerinden birini izlerken, salondaki hemen herkese de dokunabilen bu pozitiflik, onun sadece kalpleri fethetmek için çok özel bir çaba sarf etmeyebileceği, özel hitabetinin ve doğallığının yeterli olabileceğini gösteriyor. Esprileri, hazır cevaplığı, samimiyeti, tuğla benzetmesi, iyilik ve kötülüğün içimizdeki hazır bulunuşluğu, güven meselesi, insanlarla yeniden kaynaşma, Joseph Konrad romanı "Karanlığın Yüreği" romanı, 14 yaşındaki anısı gibi pek çok harika detayla süslü bu olağanüstü mahkeme bölümü, yürek ısıtan, güldüren, hüzünlendiren, bunları birbiri ardına anlık duygu karışımları şeklinde tasarlayan bir senaryo lezzeti taşıyor. Tabii bunun sağlanmasında en büyük pay sahibi de Kempton Bunton’ı canlandıran usta oyuncu Jim Broadbent. Huzur veren ses tonu, doğal duruşu ve kurduğu her cümlenin karakterine uyan mimikleriyle çok değerli bir oyuncu olduğunu bir kez daha, 76 yaşındayken de anlıyoruz. Eşi Dorothy rolünde ise bir başka usta Helen Mirren var ki, o da Dorothy'nin içinde yuvalanmış yorgunluk, yas ve sessiz öfkeyi sakin bir zahmetsizlikle canlandırmakta bu ustalığını sergiliyor. Bir TV filmi mütevaziliğiyle çekmiş olduğu bu küçük filmiyle seyircinin yüreğinde büyük şeyler başarabilen Roger Michell, Notting Hill ile birlikte kariyerine iyi bir film daha ekliyor.

4 Nisan 2025 Cuma

Tu dors Nicole (2014)


Yönetmen: Stéphane Lafleur
Oyuncular: Julianne Côté, Catherine St-Laurent, Marc-André Grondin, Francis La Haye, Simon Larouche, Godefroy Reding
Senaryo: Stéphane Lafleur, Valérie Beaugrand-Champagne

Ailesi tatilde olan Nicole, Quebec'te bir kasabada yüzme havuzlu büyük evinde sıcak bir yaz geçirmektedir. Gündüzleri sıkıcı bir yaz işi olarak bir mağazada çalışmakta, iş dışında ise en iyi arkadaşı Véronique ile birlikte kafasına göre takılmaktadır. Bunalatıcı yazdan ve sıkıcı hayatından uzaklaşmak için Véronique ile İzlanda'ya gitmeyi planlamaktadır. Nicole’ün abisi Rémi'nin bas gitarist Pat ve davulcu JF'ten oluşan müzik grubuyla birlikte provalar yapmak için ansızın eve gelişi, Nicole için bu içine kapalı, sıradan ve küçük ayrıntıların bile fark yarattığı dünyayı biraz olsun değiştirme eğilimindedir. Ama bu adı geçen tüm karakterler, o Quebec yazının rutinine kendilerini bırakmış görünmektedirler.

Valérie Beaugrand-Champagne'nın hikayesinden Stéphane Lafleur'un uyarlayıp yönettiği Tu dors Nicole (Nicole, Uyumuşsun), aslında ortada belli bir hikayesi olmayan, kendini doğal çevresinin akışına bırakmış bir film görünümünde. Zaten o çevre, yaz sıcağının yarattığı boşlukta asılı kalmış gibi görünen hayatların nefes aldığı, hali vakti yerinde bir Quebec kasabasının mütevazi ama en çok da yorgun yüzünü yansıtmasından ötürü çok önemli bir rol üstleniyor. Filmin merkezinde yer alan Nicole'ün gerilimsiz hayatı, bezginliği ve kankası Véronique ile inişsiz çıkışsız süren arkadaşlığı çok geçmeden seyirciyi de o bezgin atmosfere davet ediyor. Yine çok geçmeden abisi Rémi ve grup arkadaşlarının da filme dahil olmasıyla birşeylerin değişebileceği düşünülüyor. Ancak Stéphane Lafleur, onları da Nicole'ün sıkılmış ruh haline ortak bir ruh haliyle yansıtıyor.


Aslında bu dalga boyu ile o bildiğimiz Mayıs sıkıntısı psikolojisine benzer bir varoluş ifadesinin, Quebec'te yaz sıkıntısı formuna dönüşmüş bir başka versiyonunu izliyoruz. Tabii bu çok farklı iki formun en önemli ortak yanı, hayata dair bir amaç eksikliğinin ya da amaç olarak görülen meşgalelerin insan ruhunu bir türlü onaramamasının verdiği bezginlik hali olsa gerek. Nicole, özgür hayatını suistimal etmeyen, ortam değişikliğinin iç sıkıntısına iyi geleceğini düşünecek kadar yapıcı ama mutsuzluğa alışmış, onu adeta yaşamının bir parçası haline getirip kendi içine gömmüş bir genç kadın. Véronique ile arkadaşlığındaki rahatlık, abisi Rémi ile kardeşlik ilişkisindeki mesafe, gizemli davulcu JF ile yakınlaşmasındaki ketumluk, tam da filmin kalemi bir bezginliğin dışa vurum şekilleri olarak yansımakta. Filmin bu amaçsız görünümüne amaç katan şeylerden biri, zamanında Nicole'ü mezuniyet partisi sonrası terk eden eski erkek arkadaşı Tommy'nin de söylediği gibi, bazı insanların tüm hayatları boyunca kendine bir amaç aramaları fikri. Nicole'ü, hatta filmin genel atmosferini bu amaç arayışı üzerine tanımlamak mümkün.

Hepsi hakkında irili ufaklı cümleler kurulabilecek karakterlerin yanında bir de Nicole'e ümitsizce aşık 13 yaşındaki kalın sesli (ki filmde kalın bir erkek sesiyle seslendiriliyor) Martin var ki, bu kendini arayış üzerinde onun fonksiyonu tam olarak nedir anlamak için biraz kasmak gerek. Yine de filme garip bir hoşluk kattığı söylenebilir. Tu dors Nicole'deki bu hikaye(sizlik) normal renklerle anlatılsaydı, kesinlikle şu siyah beyaz hali kadar etkili olmazdı. Filmi karakterize eden, hatta bu dinginliği estetikleştiren en önemli etken siyah beyaz anlatımı. Bu tercihte bulunmuş çoğu film gibi çok güzel siyah beyaz fotoğraflarla Nicole'ün ve etrafındaki insanların boşluklarını çok iyi gören film, küçük ayrıntılarla bu boşluğa anlam yüklemeyi, küçük varoluş problemleriyle bireyin evrendeki yerini kısa ve iddiasız anlarla betimlemeyi başarıyor. Tek kusuru belki de kötü düşünülmüş finali. Oysa çok daha iyi bir şekilde bitebilecek seçenekleri yine filmin kendi içinde bulmak mümkün.