18 Aralık 2016 Pazar

Captain Fantastic (2016)


Yönetmen: Matt Ross
Oyuncular: Viggo Mortensen, George MacKay, Samantha Isler, Annalise Basso, Nicholas Hamilton, Shree Crooks, Charlie Shotwell, Kathryn Hahn, Steve Zahn, Frank Langella, Ann Dowd
Senaryo: Matt Ross
Müzik: Alex Somers

Dizi oyuncusu Matt Ross'un yazıp yönettiği ikinci uzun metrajı Captain Fantastic, Amerika'nın kuzey batısında yer alan ormanlarda medeniyetten izole olmuş bir şekilde, daha doğrusu kendi medeniyetini kurmuş bir şekilde yaşayan Ben Cash ve 6 çocuğunu anlatan sıradışı bir dram. Anne Leslie ise bir süredir psikolojik nedenlerle şehirde tedavi altında. Tuhaf isimlere sahip çocuklar, babalarının gözetiminde bir yandan ormanda avlanmayı, yakın dövüş tekniklerini, hayatta kalma çarelerini öğrenirken, diğer yandan edebiyat, tarih, felsefe ağırlıklı bir "ev eğitimi" alıyorlar. Çünkü hiçbiri okula gitmiyor. Gündüz kendilerini çamura bulayıp avcı bıçağıyla geyik avlarken, geceleri toplu halde ateş önünde kitap okuyup müzik yapıyorlar. Ben ve Leslie bu ortamda kendi ebeveynlik doğrularını yaratmışlar, onları fiziksel ve kültürel anlamda donanımlı hale getirmek istemişler. Ama çocuklar bu defa modern hayata karşı donanımsız, savunmasız, hazırlıksız kalmışlar. Leslie'nin intihar etmesi, Cash ailesinin cenazede bulunmak ve onun son arzusunu gerçekleştirmek istemesiyle bu modern hayatla gerçek bir sınavın eşiğine gelirler. Steve adını verdikleri eski okul otobüsüne atlayıp annelerine karşı son görevlerini yerine getirmek üzere yola çıkarlar.

Çocukların şehir hayatıyla, Ben'in ise kendine özgü ebeveynlik anlayışıyla imtihanı başlayınca çelişkiler su yüzüne çıkmaya, aynı zamanda filmin birtakım arızaları da kendini göstermeye başlar. Bizim filme dahil olduğumuz bölüm, Leslie'nin intiharından sadece 1-2 gün öncesi. Yani onu çocuklarla beraber hiç görmüyoruz. Sadece Ben'in rüyalarına giren Leslie'nin 30'lu yaşlarının başında genç bir kadın olduğu, en büyük çocuk Bo'nun üniversite çağına geldiği, evlilikleri boyunca Leslie'nin yaklaşık dört buçuk senesini hamile geçirdiği gibi hesapları kabullenip bir kenara bırakırsak, aslında çok iyi bir konu mevcut. Ama o konunun elde tutulabilmesi, inandırıcılığını arttırabilmesi için Matt Ross'un bazı abartılardan kaçınması, özellikle Ben'e yapılan bazı yüklemelerden feragat etmesi uygun olabilirdi. Çocukları adeta askeri fiziksel eğitimden geçiren, aynı zamanda sanatla, edebiyatla, müzikle iç içe büyütecek kadar ince ruhlu, sistematik bir eğitim verebilecek kadar da akademisyen donanımlarına sahip Ben, bu özellikleriyle gerçek olamayacak kadar "fantastik" bir baba. Ross, bu baba figürünü tasarlarken ona yükledikleri ve yüklemedikleri ile yarattığı çelişkileri bilerek mi yapıyor tam net sayılmaz. Belki bu fantastik adamın da sonuçta bir insan olduğuna dair denge kurmak istiyordur. Ne var ki ekran karşısından pek de öyle okunmayabiliyor.


Ben ve Leslie çiftinin geçmişlerine gitme gereği duymayan, bu alternatif ebeveyn modelini tamamen Ben üzerinden değerlendiren Moss, güya ekonomi, sosyal yaşam, eğitim sistemleri eleştirilerini yaparken pek objektif davranmıyor ya da kör göze parmak sokuyor. Çocuklarına anti-faşizm yüklemesi yapıyor, organik besinler yediriyor, kadehlerine şarap koyuyor, kapitalizmden uzak tutuyor, hangi ortamda olursa olsun özgürce düşüncelerini söylemelerini istiyor, sadece kitap okumalarını değil, okuduklarını yorumlamalarını sağlıyor. (Mesela Kielyr'ın Lolita romanını kendine göre yorumlaması çok etkileyici.) Ne var ki, şarap içmelerine izin verirken, kolaya "zehirli su" diye yasak koyuyor. "Noam Chomsky Günü" hatırına yaş pasta yedirirken, çok acıktıklarında bile hamburger, patates kızartması yemelerine müsaade etmiyor. Amerika'nın en iyi üniversitelerinden kabul alan Bo'nun seçim yapmasını istemiyor. Kendine isyan bayrağı çeken Rellian'ın varlıklı dedesinde kalmasına karşı çıkıyor. Evet, belki tüm bunları çocuklarının iyiliği için yapıyor. Fakat bu defa kendi kurduğu düzenin faşisti haline geliyor. Onlara istedikleri hayatı yaşama özgürlüğü vermeyerek özgürlük söylemlerini ortalıkta çırılçıplak dolaşma basitliğine indirgiyor. En önemli çelişkilerinden birini de eğitim konusunda yaşıyor Ben Cash.

Matt Ross, çocuklarıyla felsefi, edebi, müspet ilimler vs. hakkında konuşmalar yapabilen bir baba modeli çizerken, benim gibi bazı izleyicilerin kafasında naif biçimde dayatmacı, kendi yöntemleriyle sınırlı kalan bir özgürlükçülük anlayışını savunur biçimde bencil, ikna kabiliyeti yüksek bir tarikat lideri modeli canlandırabilir. Ross, devlet okullarına veya özel okullara gitmeyen "Ben Cash Üniversitesi"nin 6 öğrencisinin sadece çamura bulanıp geyik avlamadıklarını, yeri geldiğinde aldıkları bu ev / doğa eğitiminin Amerika'nın en iyi ilk 5 üniversitesinden bile kabul görebileceğini savunuyor. 8 yaşındaki Zaja'ya İnsan Hakları Beyannamesi'ni ezberletip yorumlamasını sağlaması (her ne kadar oyun çağındaki bir çocuk için çok erken olsa da) kabul edilebilir bir şeyken, babasının bunu kendi egosunu parlatmak ve normal okulda okuyan kuzenlerini zor durumda bırakmak için kullanması sadece patavatsızlık. Keza, marketten birşeyler çalmalarını sağlamanın veya çatıdan düşen Vespyr'ın hayatını tehlikeye atmanın Ben Cash açısından sağlıklı biçimde savunulması çok güç. Sanki fantastik bir baba olmasının arızaları ile, süper kahramanlara ait arızalar arasındakine benzer bir bağımsız film dinamiği yakalanmak istenmiş.


Ross bunları Ben'in modern yaşamda ortaya çıkan ebeveyn acemilikleri olarak mı tasarlıyor, yoksa çocuklarla babaları arasında ayrılığa sebep olacak dramatik yükselişlere zemin mi hazırlıyor tam net sayılmaz. Ama her iki durumda da kesinlikle uygun senaryo girişimleri değil bunlar. Bir süpermarket veya hastane sahnesi olmalı. Ama orada geçecek olaylar ve kurgulanış biçimleri filmdeki gibi olmamalıydı. Örneğin teori ve pratiği yoğun biçimde alan çocuklardan en büyüğü olan Bo'nun, bir kızla öpüştükten sonra ona evlenme teklif etmesi ne kadar zekice bir senaryo dokunuşuysa, babasıyla tartışırken "kitaplarda yazmıyorsa hiçbirşey hakkında hiçbirşey bilmiyorum" cümlesi de öyle. Ben'in "eğer sağlıklıysan ve ölmek istiyorsan hastaneler en uygun yerlerdir" demesi, sonra da çaresizce hastaneye işi düşmesi, yani kısacası çocuklarına öğrettiği şeylerin tersine maruz kalması, bu kez sonucu doğru fakat gidiş yolu hatalı çözümler olarak ortaya çıkıyor. Benzer şekilde, Leslie'nin zengin ebeveynlerinin filme dahil oluşları filme ne kadar katkı sağlıyorsa, çıkışları da o kadar yavan kalıyor. Sahi Frank Langella'nın canlandırdığı bir kayınpeder vardı, ne oldu dediğimiz bir an oluyor.

Viggo Mortensen'in ve çocuklardan George MacKay, Nicholas Hamilton, Shree Crooks'un performansları, sözünü ettiğimiz ve etmediğimiz bazı güzel anlar ve tabii Sweet Child O'Mine sahnesi, filmi duygusal soslarla karamelize ederek sevimli kılıyor. Ancak bu tatlı su muhalifliği, hippi romantizmi ve çelişkili sistem karşıtı duruşun sancıları dramatize edilirken Ross birtakım eksikliklerin üzerini bu şekilde örtmeye çalışıyor. Bir illüzyon yaratıyor. Kendi inandıklarını detaylıca etüd etmeden bu aileye ve onların prensiplerine bizim de inanmamızı istiyor. Bunu da bazı skeçlerle sağlamayı başarıyor. Fakat çoğunlukla kendine ters düşüyor. Mesela avcı bıçaklarıyla ormanda hayvanları deşen çocukların, bilgisayar oyunundaki sanal şiddeti gördüklerinde dehşete düşmeleri pek samimi gelmiyor. Üniversiteye gitmek isteyen Bo'nun ne ara fikrini değiştirdiğini anlayamıyoruz. Bütün derdini 3 çocukla da anlatabilecek iken 6 çocukla, bir karavanla anlatabilecek iken kocaman eski bir okul otobüsüyle, daha sade bir kıyafetle anlatabilecek iken kıpkırmızı bir takım elbiseyle anlatıyor. İşte "ilginç" kelimesini yasaklayarak ilginç olmaya niyet eden, bu yüzden zaman zaman ayarı ve samimiyeti kaçıran bir film Captain Fantastic...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder