9 Eylül 2014 Salı

The Rover (2014)


Yönetmen: David Michôd
Oyuncular: Guy Pearce, Robert Pattinson, Scoot McNairy, David Field, Susan Prior, Tawanda Manyimo
Senaryo: David Michôd, Joel Edgerton
Müzik: Antony Partos

"Çöküş" olarak tanımlanan felaketten 10 yıl sonra düzenin ve yasaların kalmadığı, herkesin kendi kanunlarını koymaya başladığı Avustralya'da geçen The Rover, birşeyler içmek için mola veren Eric (Guy Pearce) isimli bir adamın arabasının, biri yaralı üç soyguncu tarafından kaçırılmasıyla başlıyor. Soyguncuların peşine düşen Eric onlara yetişir ama adamlar tarafından etkisiz hale getirilir. Arabasını geri almak için takibe başlayan adam, yaralı olduğu için soyguncular tarafından terk edilen yarım akıllı Rey (Robert Pattinson) ile karşılaşır. Rey, soygunculardan Henry'nin kardeşidir ve onların nereye gittiklerini bilmektedir. Rey'i de yanına alan öfkeli Eric, saplantı haline getirdiği arabasını geri almak için tekinsiz bir yolculuğa çıkar.

2010'da yazıp yönettiği Animal Kingdom ile başta ülkesi Avustralya olmak üzere pekçok festivalden ödül ve adaylıklar kazanan David Michôd'un yönettiği The Rover'ın senaryosu ise Animal Kingdom'da da rol alan aktör Joel Edgerton'ın hikayesinden uyarlanarak yine Michôd tarafından yazılmış. Detayları seyirciye anlatılmayan bir çöküş sonrasında geçen film, uçsuz bucaksız Avustralya coğrafyasında geçen bir takibi temel almasıyla post-apokaliptik western kontrastında şekillenen bir suç dramı. Kulağa John Hillcoat filmi The Road gibi gelmesi de doğal. (O filmde de kısa bir rolle Guy Pearce'ı izlemiştik.) Büyük bir felaket sonrası hayatta kalanların mücadelelerini bir amaç uğruna yol filmine dönüştüren bu ortak şablon, The Rover ile özellikle western formatına yakın duruşuyla kendini ifade ediyor. Joel Edgerton'ın hikayesi, gücünü büyük ölçüde sahip olduğu bu "çöküş" sonrası gizemden alıyor. Filme serpiştirilen bazı ipuçlarından genele ulaşma işi seyirciye bırakılsa da, o genel ile ilgili kendine saklanmış bir planı olduğunu da hissettiriyor.


Radyolardan duyulan Çince anonslar, bir sahnede Rey'in konakladıkları yerde bir kadınla Çince konuşması, ağır silahlı askerlerce korunan trenler, bu kaosta ekonomiyi ayakta tutan, bu yüzden kaosun hedefi haline gelen madenler, askerlerin bu kanunsuz ortamda ele geçirdikleri suçluları başka Avustralya şehirlerine göndermesi ve her an herkesin çekip birbirini vurabileceği vahşi batı ambiyansı, filmin öncesine dair kişisel çıkarımlar sağlayabilecek unsurlar. Fakat filmin gizemli yönünü sonuna dek tetikte tutan daha özel bir kozu var ki, o da arabasının peşindeki Eric... Patlamaya hazır sessiz öfkesiyle zaten başlı başına esrarengiz bir adamken ve istediği anda başka bir arabayı alıp sahiplenecek bir ortamdayken neden önüne geçilemez bir hırsla Rover marka arabasını geri almak istediğinin bilinmezliği, filmin bu saplantılı yönünü hiç düşürmüyor. Saf, hüzünlü ve sevimli Rey'in dahil olmasıyla tuhaf bir kombinasyon oluşturan ikili, bu acımasız post-apokaliptik çiğliğin fonunda inişli çıkışlı maceralar içeren bir yol hikayesinin anti kahramanları haline geliyorlar.

Eric'in öfkesinin gölgesinde başlayan birbirinden farklı bu iki adamın zoraki yolculuğu, senaryonun kritik müdahaleleriyle onları birbirlerinin hayatını kurtaracak seviyeye getiriyor. Ama buradan yapışkan bir "zıt kutuplar yolculuk ilerledikçe dost olurlar" fikri çıkarılmasın. Eric ve Rey arasında bu kimya oluşturulurken belli bir mesafe hep korunuyor. Suskun ve sinirli Eric ile, kardeşi ve dostları tarafından terk edilmesine anlam veremeyişini zihinsel eksiklikleri yüzünden minimalleştirmiş Rey'in kötü adamların peşindeyken yaşadığı maceralar, "post-apokaliptik" ifadesinin çağrıştırdığı bilim kurgu referanslarından çok, western geleneklerine yakın duruyor. Bu yüzden benzerlerine pekçok western yapımından aşina olduğumuz intikam amaçlı zoraki yolculuk öykülerinin yarattığı ilişkileri andırıyor. Biliyoruz ki bu ilişkiler amacına kilitlenmişliğin soğukkanlılığı sayesinde birbiriyle yüzgöz olmayan, ama ikili arasında kurduğu kimyayı da içselleşmiş biçimde pratiğe dökebilen niteliktedir. The Rover, işte bu niteliği bir rütbe gibi üzerinde taşıyabilen, biri trajik, diğeri sürpriz iki etkileyici finaliyle süresine ihanet etmediğini, yıllar geçip demlendikçe değerinin artacağını hissettiren bir film.


Bugüne dek giydiği her rolü kabul ettirmiş usta oyuncu Guy Pearce yine çok güçlü bir karakter sunuyor. Acısı yüzünden, hatta o yüzü tamamlayan çizgilerden, kıllardan, terden, kirden okunan Eric rolüyle çöküş döneminin ve sonrasının tüm trajikliğini sırtlanıyor adeta. Kendisinden böyle güçlü bir sırtlanma kimseyi şaşırtmaz. Ama beni asıl şaşırtan Robert Pattinson oldu. The Rover, medyadan ve fragmanlardan tanıdığım Pattinson'ın izlediğim ilk filmi ve açıkçası bazı önyargılardan ötürü kendisinden bu denli bir performans beklemiyordum. Genç oyuncu Rey rolüyle son yıllardaki en iyi yardımcı erkek performanslarından birini çıkarıyor bana göre. Hatta her ne kadar Oscar tahminlerinde pek adı geçmese de En İyi Yardımcı Erkek kategorisine en uygun rol tiplerinden biri diyebilirim. Rey'in yaralı halde terk edilmişliğini, Eric tarafından hırpalanışını, buna rağmen Eric'e sığınışını, cesaretini, öfkesini, yorgunluğunu ve intikam enerjisini şaşırtıcı biçimde bu adamın saflığı içinde eritebilen Pattinson, filmin bol miktardaki artılarından birini oluşturuyor. David Michôd ise bir önceki filmi Animal Kingdom'ı aşan filmiyle damaklarda John Hillcoat'un alternatif westernlerinin tadını bırakıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder