29 Haziran 2014 Pazar
Transformers: Age Of Extinction (2014)
Yönetmen: Michael Bay
Oyuncular: Mark Wahlberg, Stanley Tucci, Kelsey Grammer, Nicola Peltz, Jack Reynor, Titus Welliver, Sophia Myles, Bingbing Li, T.J. Miller, James Bachman
Senaryo: Ehren Kruger
Müzik: Steve Jablonsky
Michael Bay imzalı ilk üç Transformers'tan sadece ilkini baştan sona izlemiş biri olarak (TV gösterimlerinde diğer iki filmde rastladığım birkaç sahneyi saymazsak) söyleyebilirim ki, 2007 tarihli ilk filmden yedi yıl sonraki Transformers: Age Of Extinction'ı izlerseniz pek birşey kaçırmış sayılmazsınız. Tabii yeni filmde CGI ve aksiyon dozu daha da artmış, Shia LaBeouf ve Megan Fox güdümlü eskimiş yüzler yerine Michael Bay'in en son Pain & Gain'de birlikte çalıştığı Mark Wahlberg başrole konmuş, en önemlisi de son iki Transformers filminin de senaryosunda adı bulunan Ehren Kruger senaryo bazında ikinci bir üçlemeye kapı açan daha derli toplu yeni bir başlangıca yelken açmış vaziyette. Gerçi bir Transformers filmine gidenlerin yüzde kaçı derli toplu bir senaryo arıyordur o da merak konusu. Artık bir film olmaktan çıkıp bir sektöre dönüşmüş Transformers serisinin dördüncü ayağı olan Age Of Extinction'ı kendi içindeki bu dörtlüde değerlendirirsek şimdilik en iyisi olduğuna ikna olmakta zorlanmayabiliriz.
Senaryo demişken, neticede ortada bir Christopher Nolan revizyonu yok. Sadece bu Transformers olayına oldukça hakim Ehren Kruger'in (muhtemelen Bay'in yeni ve temiz bir sayfa ihtiyacına cevaben), artık kaçıncı kere olduğu sayılamayan Optimus Prime ve silah arkadaşlarının dirilişlerine yeni bir boyut katma çabalarından söz edilebilir. Yoksa Hollywood aksiyonlarının aksiyonsuz kısımlarına şekil veren gereksiz unsurların çoğu bu sektörün doğası gereği yerli yerinde duruyor. Bin yıl sonrasının teknolojisinin havada uçtuğu bir mecrada kızını erkek arkadaşından kıskanan babanın homurtularının uzattıkça uzatılması ya da daha iyileri yapılabilecek iken bazı anlarda kötü espriler yapılması gibi durumlar artık yadırganmıyor bile. Bardağın dolu tarafına bakarsak bunu lüzumsuz espri yapmaktan kaçınma yönünde de yorumlayabiliriz. (Fakat bazı anlarda gerçekten iyi espriler üretilebilirdi hani.) Zaten bu açıkları kapamak üzere Michael Bay tüm teknik imkanları seferber etmiş durumda.
Bir Transformers filmine aksiyon görme amacıyla gidenlerin yüzdesinin fazlalığına adımız kadar emin olduğumuzdan işin o kısmında hiçbir sorun olmadığını söyleyebiliriz. Chicago savaşının beş yıl sonrasında hükümetin "dünyamızı ne hale getirdiniz" diyerek decepticonları ve autobotları bulup yok etme politikası üzerine inşa edilen yeni hikaye, Harold Attinger (Kelsey Grammer) öncülüğündeki derin devletin, enfes bir tasarım olan transformer avcısı Lockdown gibi güçlü bir unsurla işbirliği içine girmesini, öte yandan bu işbirliğinin bir uzantısı olarak sahip olduğu süper teknolojiyle kendi transformerlarını kendi üretmeye çalışırken mevcut olanlardan esinlenerek hazırlanan Galvatron ve türevlerini dünyanın başına bela edeceğinden habersiz Joshua Joyce (Stanley Tucci) gibi bir işadamı - bilim adamı karışımının sürece katkısını işliyor. Muazzam aksiyon sahneleri birbirini izlerken en azından diğer filmlere oranla zeki sayılabilecek bu olay örgüsünün aktörlerinin adını onca hengamede daha iyi koyabiliyoruz. Dünyanın aksiyon merkezlerinden Hong Kong'da çekilen sahneler başta olmak üzere tüm bu görsel - işitsel kandırmacalar kaliteli sistemlerle izlenmeyi hak edecek düzeyde.
İlk üç Transformers yolculuğunun cast seçimi ve dağılımı, yeni filmde bir miktar değişime uğramış görünüyor. En önemli değişim, Shia LaBeouf'un tıfıl telaşının Mark Wahlberg'ün maskülen maçoluğuyla yer değiştirmiş olması. Bu sayede elini biraz güçlendiren film, komik yancı ihtiyacını öteleyip mizahi yanını Optimus'un kadim dostlarıyla karşılamaya çalışmış. Cade'in kızının erkek arkadaşı Shane rolünde ilk defa What Richard Did dramında rastladığım Jack Reynor birkaç sahne dışında bu mizah yancısı beklentisine ters köşe yapıyor. Transformers filmlerinin olmazsa olmazı çıtır kontenjanından yer bulan Nicola Peltz ise Cade'in kızı yerine eşini oynasa sırıtmayacak düzeyde ve tüm Transformers kızları gibi her badirede bile güzel ve bakımlı kalmayı başarıyor. Bugüne dek John Turturro, Jon Voight, Frances McDormand, John Malkovich gibi karakter oyuncularını ağırlamış seri, bu defa Kelsey Grammer ve Stanley Tucci'yi konuk ederek bu geleneğini sürdürüyor. Finaliyle de yine iddialı biçimde döneceğinin sinyallerini vererek küpünü doldurmuş biçimde veda ediyor. Transformers ve muadillerini izlerken bir lunapark eğlencesinin sinema sanatıyla karıştırılmaması gerektiğini unutmamak lazım. Tabii günümüz özel efekt teknolojisinin de bir sanat dalı olarak kabul görüp görmeyeceği tartışmasına girilmezse. Bu tartışmaya girilse dahi elmayla armut asla bir değildir.
14 Haziran 2014 Cumartesi
Blue Ruin (2013)
Yönetmen: Jeremy Saulnier
Oyuncular: Macon Blair, Devin Ratray, Amy Hargreaves, Kevin Kolack, Eve Plumb, David W. Thompson
Senaryo: Jeremy Saulnier
Müzik: Brooke Blair, Will Blair
Hırsız gibi girdiği evlerde banyo yapan, çöpten beslenen, külüstür arabasında uyuyan, saçı sakalı birbirine karışmış bir adam izliyoruz. Onu arabasında uyurken alıp merkeze götüren polis memuru sayesinde adının Dwight olduğunu öğrendiğimiz bu adam, yıllar önce ebeveynlerini öldüren katilin hapisten çıkacağını öğreniyor ve onu öldürmek için pusuya yatıyor. Amerikan bağımsız sinemasının yeni yönetmenlerinden Jeremy Saulnier'in yazıp yönettiği Blue Ruin, detayları filmin sonlarına doğru ortaya çıkacak bir intikam öyküsünü adım adım kan davasına dönüştüren hikayesini kanlı olduğu kadar naif bir üslupla işliyor. Bir anti kahramanda bulunması gereken özelliklerin çoğunu taşıyan Dwight'ı baştan sona takip eden Saulnier, hem onun intikam arzusunu, hem de bu arzuyu gerçekleştirmek için yaşadığı acemilikleri çok iyi yansıtıyor. Filmin her sahnesinde gördüğümüz, acısına ve intikam isteğine ortak olduğumuz Dwight'ın tekinsiz bir evsizden, inek öğrenci görünümlü bir korkağa dönmesi de bu özdeşleşmeyi etkilemiyor.
Temkinli ve cesur olmasına rağmen körü körüne bir intikama kilitlenmiş acemilikleri sayesinde bir türlü seyirciye güven vermeyen Dwight, karşısına aldığı kalabalık Cleland ailesiyle tek başına mücadele ederken belki de onlardan fazla kendi kendine zarar veriyor. Bu kaba haliyle rahatlıkla ucuz bir Adam Sandler komedisi olarak bile büyük şirketlere pazarlanabilecek bir film iken, Saulnier hem Dwight'ı, hem de onun intikam yolculuğunu hüzün ve gerilimle harmanlayıp huzursuz bir atmosfer yaratmayı çok iyi başarıyor. Konfüçyüs'ün "intikam yolculuğuna başlamadan önce iki mezar kaz" sözüne istinaden gözünü karartmış bir adanmışlık sergileyen Dwight'ın zayıflığından gereksiz bir kahramanlık türetmeye kalkışmıyor. Fakat biçim yönünden benzerlikler taşıyan 2007 tarihli Jeff Nichols filmi Shotgun Stories kadar uzlaşmacı da sayılmaz. Sert ve kanlı çözümleri, çoğu zaman şiddeti ve ölümü gerçekçi biçimde estetize etmesiyle sonuçlanıyor.
Macon Blair'in Dwight performansı, filmin onun üzerinden aktarmaya çalıştığı her türlü duyguya çok hakim. Bağımsız film ağırlıklı kariyeriyle dikkat çeken oyuncu, komediye daha yatkın görünen yüz hatlarını Blue Ruin'de dram ve gerilim unsurlarına kolaylıkla adapte edebilen bir tarza sahip. Dwight'ın kağıt üstünde kalan tüm özelliklerini hayata geçirirken, karakterin yaşattığı güvensizlik duygusunu, aktör olarak verdiği güvenle dengeliyor. Dwight'a silah tedarik eden liseden arkadaşı Ben rolüyle izlediğimiz Devin Ratray de kısa rolüyle filmin karakterine uygun şekilde Dwight'ın intikam duygusuna destek çıkan bir ciddiyet ve dostluk örneği sergiliyor. Yıllar geçtikçe rahmetli usta komedyen John Candy'yi daha fazla andırıyor olduğu bir gerçek. Blue Ruin, Cannes 2013'te Fipresci başta olmak üzere çeşitli bağımsız film festivallerinden ödüller almış dolambaçsız bir intikam öyküsü. Dolambaçlı olan tarafı ise öyküyü ele alış tarzının kan kırmızısına da, "blue" kelimesine hüzün eşanlamı yükleyen şiirselliğe de kapılarını açık tutması.
3 Haziran 2014 Salı
You Can Count On Me (2000)
Yönetmen: Kenneth Lonergan
Oyuncular: Laura Linney, Mark Ruffalo, Matthew Broderick, Rory Culkin, Jon Tenney, Josh Lucas, Amy Ryan
Senaryo: Kenneth Lonergan
Müzik: Lesley Barber
Catskill kasabasında bir bankada çalışan dul Sammy (Laura Linney), 8 yaşındaki oğlu Rudy ile birlikte sakin bir yaşam sürmekte. Bir gün Sammy’nin uzun zamandır görmediği, hiçbir işte dikiş tutturamamış kardeşi Terry (Mark Ruffalo) ablasından para istemek için çıkageliyor. Gelmişken de bir süre bu sıkıcı kasabada kalıyor. Hoş, geri döndüğünde yapacak bir şeyi yok. Bu süre içinde abla-kardeş, pek de sağlam temellere oturtamadıkları ilişkilerini gözden geçirme fırsatı buluyorlar. Konu olarak küçük Amerikan kasabalarını mesken tutmuş binlerce bağımsız yapımı anımsatsa da kesinlikle onların en iyilerinden. Uzun süre gözden kaçmıştır, ama bundan böyle aile dramları söz konusu olduğunda tavsiye edeceğim 3-5 filmden birisidir. Mesele sadece abla-kardeşin birbirlerini yeniden keşfetmeleri, eskiyi yadetmeleri, geçmişte yapılmış hatalardan birbirlerini sorumlu tutarak bolca didişmelerinden ibaret değil.
Sammy’nin çalıştığı bankanın müdürü, kuralcı ve sinir Brian (Matthew Broderick) ile girdiği yasak ilişki –ki Brian evlidir, eşi de hamiledir- yanında sürekli görüştüğü, evlenme teklifi alıp reddettiği iyi kalpli Bob arasında kalması, Sammy’nin duygusal çıkmazlarını romantik açıdan ortaya koymakta. Ama ailevi çıkmazlar yönünden de pek şanslı sayılmaz. Anne babasını küçük yaşta bir araba kazasında yitiren, sürekli bu trajik kazanın etkisinden kurtulamayan Sammy, oğlu Rudy’nin babasından boşanmıştır. Rudy hiç görmediği babasını adeta bir süper kahraman gibi hayal etmektedir. Oysa böyle filmlerde gerçekler hep farklıdır. Zaten küçük Rudy’nin yürek parçalayan dramı da ayrı bir psikolojik vaka. Tüm bunların üzerine bir de sorumluluk bilincine sahip olmayan kardeş Terry ile yaşamak zorunda kalınca hayat Sammy için daha da zorlaşır. Ama Terry de sanıldığı kadar asalak bir kardeş sayılmaz. Temiz kalplidir, bir işe yaramak arzusundadır, bu yüzden zaman zaman dürüst hatalar yapar. Sade, sevimli, sürprizsiz ama güçlü bir bağımsız olarak Amerikan kasabalarının sıkıntılı halini, hayatın ve ilişkilerin zorluklarıyla kaynaştırmış, Laura Linney ve Mark Ruffalo’nun başarılı performanslarıyla gücüne güç katmış bir film. 2001 Oscarlarında En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Orijinal Senaryo dallarında aday olmuş, birini Julia Roberts’a, diğerini Almost Famous’a kaptırmış olması da hiç mühim değil. Şiddetini yüzeyden değil, içten içe hissettiren sakinlikteki dramları sevenlerin kaçırmaması gerek.
Catskill kasabasında bir bankada çalışan dul Sammy (Laura Linney), 8 yaşındaki oğlu Rudy ile birlikte sakin bir yaşam sürmekte. Bir gün Sammy’nin uzun zamandır görmediği, hiçbir işte dikiş tutturamamış kardeşi Terry (Mark Ruffalo) ablasından para istemek için çıkageliyor. Gelmişken de bir süre bu sıkıcı kasabada kalıyor. Hoş, geri döndüğünde yapacak bir şeyi yok. Bu süre içinde abla-kardeş, pek de sağlam temellere oturtamadıkları ilişkilerini gözden geçirme fırsatı buluyorlar. Konu olarak küçük Amerikan kasabalarını mesken tutmuş binlerce bağımsız yapımı anımsatsa da kesinlikle onların en iyilerinden. Uzun süre gözden kaçmıştır, ama bundan böyle aile dramları söz konusu olduğunda tavsiye edeceğim 3-5 filmden birisidir. Mesele sadece abla-kardeşin birbirlerini yeniden keşfetmeleri, eskiyi yadetmeleri, geçmişte yapılmış hatalardan birbirlerini sorumlu tutarak bolca didişmelerinden ibaret değil.
Sammy’nin çalıştığı bankanın müdürü, kuralcı ve sinir Brian (Matthew Broderick) ile girdiği yasak ilişki –ki Brian evlidir, eşi de hamiledir- yanında sürekli görüştüğü, evlenme teklifi alıp reddettiği iyi kalpli Bob arasında kalması, Sammy’nin duygusal çıkmazlarını romantik açıdan ortaya koymakta. Ama ailevi çıkmazlar yönünden de pek şanslı sayılmaz. Anne babasını küçük yaşta bir araba kazasında yitiren, sürekli bu trajik kazanın etkisinden kurtulamayan Sammy, oğlu Rudy’nin babasından boşanmıştır. Rudy hiç görmediği babasını adeta bir süper kahraman gibi hayal etmektedir. Oysa böyle filmlerde gerçekler hep farklıdır. Zaten küçük Rudy’nin yürek parçalayan dramı da ayrı bir psikolojik vaka. Tüm bunların üzerine bir de sorumluluk bilincine sahip olmayan kardeş Terry ile yaşamak zorunda kalınca hayat Sammy için daha da zorlaşır. Ama Terry de sanıldığı kadar asalak bir kardeş sayılmaz. Temiz kalplidir, bir işe yaramak arzusundadır, bu yüzden zaman zaman dürüst hatalar yapar. Sade, sevimli, sürprizsiz ama güçlü bir bağımsız olarak Amerikan kasabalarının sıkıntılı halini, hayatın ve ilişkilerin zorluklarıyla kaynaştırmış, Laura Linney ve Mark Ruffalo’nun başarılı performanslarıyla gücüne güç katmış bir film. 2001 Oscarlarında En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Orijinal Senaryo dallarında aday olmuş, birini Julia Roberts’a, diğerini Almost Famous’a kaptırmış olması da hiç mühim değil. Şiddetini yüzeyden değil, içten içe hissettiren sakinlikteki dramları sevenlerin kaçırmaması gerek.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)