5 Temmuz 2008 Cumartesi

Yumurta (2007)


Yönetmen: Semih Kaplanoğlu
Oyuncular: Nejat İşler, Saadet Aksoy, Gülçin Santırcıoğlu, Ufuk Bayraktar, Tülin Özen
Senaryo: Semih Kaplanoğlu, Orçun Köksal

Şiire gönül vermiş bir yazar olarak Yusuf'un küçük bir çevre dışında kimse tarafından dikkat çekmemiş olması, bütün hayallerini ve beklentilerini baltalamıştır. Artık bir parçası olduğu sahaf dükkanı da batma noktasına gelince İstanbul'daki yaşamın da başına yıkılmak üzere olduğunu kabul etme noktasına gelir. Tam bu dönemde annesinin ölüm haberi ile unutmak istediği kasabaya yeniden dönmek zorunda kalacaktır. Ama bu sefer, kasabada onu farklı süprizler de beklemektedir.

En anlaşılır biçimde, bir gerçeklik duygusu insanın yakasına öyle bir yapışıyor ki, bu topraklara ait “yaşamayan bilemez”i anlatan filmleri izleme yönünde içimde her daim tuttuğum korkunç arzuyu bastırmak için yeniden izlemek istiyorum. Nuri Bilge Ceylan’ı geçip geçmediği tartışılan bu anlatım, her ne kadar aralarında bir rekabet ortamının olmaması gerekliliğini ortaya koysa da, bir Ceylan filmi ile karşılaştırılmayı hak edecek ölçüde duru ve çıplak. Yumurta’ya nazaran herhangi bir Ceylan filmi çok hareketli bile sayılabilir. Olivier Seguret’nin “bizi hazırlıksız yakalayan ve parıltısını gözümüze sokmayan” yorumunu çok kıskandım. Bir film ancak bu kadar iyi özetlenebilir.
 
Ama ne var ki Yumurta öyle özetle geçiştirilecek bir film değil. Zor bir deneyim. Fakat zorluğunu kolaylaması için izleyenden belli bir altyapı temenni ediyor. Bunun tonla film izlemek veya o filmlerle ilgili yazılar okumakla ilgisi yok. Belki Nuri Bilge Ceylan ve Reha Erdem coğrafyasının kırsalında turlamış olmak avantaj sağlayabilir. Özellikle de tüm zamanların en iyi yerli yapımlarından biri olarak gördüğüm Mayıs Sıkıntısı’nın pastoral havasını solumuş olmak. Tabi ne kadar kırsal bir yalnızlığın hüznünü kusursuz betimlemiş olsalar da Yumurta ve Mayıs Sıkıntısı birbirinden ayrı iki film benim gözümde. Karakter zenginliği olmayan, ama elindeki karakterleri dingin atmosferi ile oya gibi işleyen; belli bir sinematografik düzeni olmayan, ama kamerasına aldığı görüntüleri minimal minvalde “oynatan” ve “konuşturan” spontan bir tecrübeye sahip. Yusuf’un, Ayla’nın, elektrikçi gencin, köpeğin, iç hesaplaşmanın, adak yolculuğunun ya da yumurtanın bağdaştırılacağı her tanımın hakkını gözümüze sokmadan veren, hatta bu tanımları zihinlerde farklı şekillere de büründürebilen hiç yabancısı olmadığımız bir sıkıntı hali. İşte belki de Yumurta’yı sevmemdeki en önemli etken bu tanıdık sıkıntı hali.


Zamanında içinden güçlü anılarla ya da kısa fragmanlarla ayrıldığımız köy, belde, kasaba yerleşim birimlerine tekrar dönüş, ya da başka bir ifadeyle öze dönüşün en yalın hali çok yoğundur. Sizi pasta böreklerle, davul zurnayla karşılayan bir özden bahsetmiyorum kesinlikle. Ucu bucağı olmayan bir yalnızlığın, kapkara bir gökyüzünün, bezgin yüzlerin karşıladığı bir alt evreni kastediyorum. Ama tüm bu baskın ruh haline karşın, kentin acımasız, yoğun, kirli temposu düşünüldüğünde içten içe tuhaf bir sığınma, saklanma, kendi ile baş başa kalma fırsatı sunuyor bu kasabalar. Çünkü orada masumiyetini yitirmemişlik duygusu nasıl oluyorsa taze kalabiliyor. Geride bırakılan sevgili, uzun yıllar görülmeyen arkadaşın tedirginliğiyle içilen bira, üzgün binalar, suskun eşyalar, durup duruken atan sigorta, kahvaltı masası rutini, illaki içinde düğün olan bir kasaba oteli, açık havada içilen bir bardak çay, platonik aşklar, bir sınava bağlanmış çıkış ümitlerinin yarattığı ümitsizlik ve daha nice nefes aldığımız dünyanın unutulmuş diyarlarına ait ayrıntıyı koyu bir efkar dalgasına kapılmış şekilde izlemek zor olduğu kadar dürüst bir özümseme aynı zamanda. Huzur arayan bir hüzün. Hüzüne bulanmış bir yalnızlık. Bir yumurta!

Özellikle ülkemizden birçok ödül kazanması herkesi olduğu kadar beni de şaşırttı. Ama bu şaşkınlık, aynı dönem ortaya çıkan yapış yapış duygu sömürülerini toplumun yumuşak karnına tekmeler atarak hasılat rekoru kırmış filmlere yapılan bir sözde haksızlıktan kaynaklı değil. Bu şaşkınlık, az çok duruşları belirgin bir kısım jürinin bu filmi ödüle değer bulacak kadar “kolay” bir film olduğu izlenimi yaratmasından kaynaklı. Aynı şekilde bir kısım medya mensubunun hiç anlamadan, sırf ödül aldı diye sahte övgülere boğmasından kaynaklı. Yani sırf rakip gazete filmi beğenmeyip yerden yere vurdu diye “o zaman biz beğenmeliyiz” şeklindeki sidik yarışına, dayatmaya malzeme olacak bir film sandılar Yumurta’yı. Beğenmeyenler en azından dürüsttü. “Hiçbir şey olmadı, bu ne biçim film” deyip çıktılar işin içinden. Ya o sözde beğenenler? Süslü püslü entel camianın ve ödül lobisinin aldığı En İyi Film kararına yaranmak adına, filmden alınması kaçınılmaz yerel ve sembolik duyarlılığı alamayacak, onu gözardı edecek kadar basit, geçiştirilmiş, şehirli yazılarla alkış tuttular. Oysa böyle beğenilmeyi hak etmeyecek kadar kırılgan bir film Yumurta

1 yorum:

  1. Yusuf'un gece kangal köpeğiyle göz göze geldiği ve sonunda nihayet hüngür hüngür ağlamaya başladığı sahneler çok güzeldi. Yukarıda bahsettiğin kasaba, köy beldelerde hayvanlar böyle algılanır, küçüklüğümden biliyorum.Kentlerdeki gibi uzaklaştırılması, ortadan kaldırılması gereken rahatsız edici varlıklar değildir köylerde hayvanlar. Hiç insani olmayan bir yerden ama kesinlikle dosttur bakışları. Anlamadığın bir dil, ifade ama kesinlikle dost, hissetiğin biriktirdiğin acıyı birden yüzüne vuracak kadar.

    YanıtlaSil