Sarah’dan aldığı yanıtlardan zaten tatmin olmamış Will, (hocaya sınav sorularının cevaplarını sormak, üstelik belki cevabı kendisinin de bilmediği bir hocaya sormak gibi bir şey) önce annesine yöneliyor. Ondan aldığı bunaltıcı nasihatler yanında, ya sorunları idare edip mutlu, ya da onların üzerine gidip sefil olacağı dersini alıyor. Sonra da en önemli kişiyi, bu hale gelme müsebbibi olarak gördüğü babasına Sarah ile olan ayrılığının sebebini soracak kadar çaresizleşiyor. O güne kadar Will’e en mühim öğüdü "Teksas’ı kalbinden asla silme" olan bir babadan ne kadar sağlıklı cevap alabilirse artık. Kitabında “çocukken bütün insanların sana hayallerinin peşinden koşmanı söylemeleri, büyüyünce bunu denemeye kalktığında sana sırt çevirmeleri garip değil mi” cümlesini kuran Ethan Hawke, Will’in babasını bu şekilde planlarken (ve filmde onu kendisi oynarken) sanki kendi ihmal edilmişliği ve olgunlaşıp baba oluşuyla mı yüzleşiyor acaba?. Anne-babası daha 3 yaşındayken ayrılmış bir evlattan, oyuncu eski eşi Uma Thurman’dan doğma iki çocuk sahibi bir babaya uzanan hayatının belli belirsiz bir hesaplaşma olduğunu düşüneceğiz. Ama romanı yazdığı 1996 yılında Ethan Hawke, klibini de kendisinin çektiği Stay isimli kalp kırığı şarkının sahibi Lisa Loeb ile beraberdi. 10 yıl sonra kitabını senaryolaştırdığı zaman boşanmış ve geride iki çocuk bırakmış bir baba olarak Will’in ne yaptığını kendisinin bile tam olarak bilmeyen babası Vince’i oynamasına anlam yüklemek istiyor insan. Sıcak bir yatakta, bir sandalyede, arabanın arka koltuğunda, huzursuz bir yatak odasında başlayan hayatlar nerelere kadar gidiyor, anne karnından, baba kucağından hangi tutarsız sevgililere uzanıyor ve nerede gerçeği buluyor, işte The Hottest State bunu anlatıyor. En sıcak eyalet olan Teksas’ın, işine gelmediğinde ne kadar soğuk olabileceğini anlatıyor.
26 Aralık 2008 Cuma
The Hottest State (2006)
Sarah’dan aldığı yanıtlardan zaten tatmin olmamış Will, (hocaya sınav sorularının cevaplarını sormak, üstelik belki cevabı kendisinin de bilmediği bir hocaya sormak gibi bir şey) önce annesine yöneliyor. Ondan aldığı bunaltıcı nasihatler yanında, ya sorunları idare edip mutlu, ya da onların üzerine gidip sefil olacağı dersini alıyor. Sonra da en önemli kişiyi, bu hale gelme müsebbibi olarak gördüğü babasına Sarah ile olan ayrılığının sebebini soracak kadar çaresizleşiyor. O güne kadar Will’e en mühim öğüdü "Teksas’ı kalbinden asla silme" olan bir babadan ne kadar sağlıklı cevap alabilirse artık. Kitabında “çocukken bütün insanların sana hayallerinin peşinden koşmanı söylemeleri, büyüyünce bunu denemeye kalktığında sana sırt çevirmeleri garip değil mi” cümlesini kuran Ethan Hawke, Will’in babasını bu şekilde planlarken (ve filmde onu kendisi oynarken) sanki kendi ihmal edilmişliği ve olgunlaşıp baba oluşuyla mı yüzleşiyor acaba?. Anne-babası daha 3 yaşındayken ayrılmış bir evlattan, oyuncu eski eşi Uma Thurman’dan doğma iki çocuk sahibi bir babaya uzanan hayatının belli belirsiz bir hesaplaşma olduğunu düşüneceğiz. Ama romanı yazdığı 1996 yılında Ethan Hawke, klibini de kendisinin çektiği Stay isimli kalp kırığı şarkının sahibi Lisa Loeb ile beraberdi. 10 yıl sonra kitabını senaryolaştırdığı zaman boşanmış ve geride iki çocuk bırakmış bir baba olarak Will’in ne yaptığını kendisinin bile tam olarak bilmeyen babası Vince’i oynamasına anlam yüklemek istiyor insan. Sıcak bir yatakta, bir sandalyede, arabanın arka koltuğunda, huzursuz bir yatak odasında başlayan hayatlar nerelere kadar gidiyor, anne karnından, baba kucağından hangi tutarsız sevgililere uzanıyor ve nerede gerçeği buluyor, işte The Hottest State bunu anlatıyor. En sıcak eyalet olan Teksas’ın, işine gelmediğinde ne kadar soğuk olabileceğini anlatıyor.
24 Aralık 2008 Çarşamba
Transsiberian (2008)

Yönetmen: Brad Anderson
Oyuncular: Emily Mortimer, Woody Harrelson, Ben Kingsley, Eduardo Noriega, Kate Mara, Thomas Kretschmann, Colin Stinton
Senaryo: Brad Anderson, Will Conroy
Müzik: Alfonso Vilallonga
The Machinist ile 2004 yılının en iyi kara filmlerinden birine adını yönetmen olarak yazdıran Brad Anderson’ın 4 yıl aradan sonra çektiği Transsiberian merakla bekleniyordu. Sibirya Ekspresi ile Çin’den Moskova’ya yolculuk yapan evli bir çift ile, yine trende karşılaştıkları sırlarla dolu bir başka çiftin arasında geçen gerilimli suç öyküsü şeklinde özetlenen filmin ne geriliminden, ne de suç tarafından etkilendim. Bu aralar sıklıkla iki adet çift üzerinden yaratılan gerilim/korku/maceralar gırla gidiyor. Dörtlüyü kurmuşken oturup okey veya sessiz sinema oynayacakları yerde, sürekli başlarını derde sokan, sonra da kabahati kötü adamlara yükleyen bu sıkıcı insanlardan ilginçlik üretmeyi de başaramayan, ürettiğini düşündürüp boş yere göz boyamaya oynayan her zamanki hikayelerden biri bana göre. Sadece kendi çapında kurduğu hikaye bütünlüğünü götürüp nereye bağlayacağına dair bir merakla izlediğim Transsiberian, son yılların modası olduğu üzere Amerika ve İngiltere gibi İngilizce konuşan, terör paranoyasını gittiği her yere taşıyan süper güçlerin Avrupa (özellikle de Rusya) fobileri üzerine bir başka zayıf halka olmaktan öteye geçiyorsa, onun sebebi de olsa olsa, seçkin oyuncu kadrosunun bireysel gayretlerindendir.
Emily Mortimer her zamanki gibi elinden geleni yapmakta. Özellikle artık dünya üzerinde neredeyse konuşmadığı İngiliz aksanı kalmayan usta aktör Ben Kingsley’in canlandırdığı Rus polis şefi Grinko yorumu göz doldursa da, bence karakterin yeterince geliştirilememiş tasarımı filmin genel vasatlığına eşlik edercesine özensizce havada kalmış. Ayrıca The Machinist’in de görüntü yönetmenliğini yapmış olan (Alejandro Amenábar'ın yeni filmi Agora için de çalışan) İspanyol Xavi Giménez’in çekimleri bile aman aman bir tat vermedi. The Machinist’in gölgesinde zaten hiç şansı yok. Öyle bir gölge olmasa dahi, matruşkalarla uyuşturucu kaçıracak kadar süper zeki bir film işte. Karlı havanın üşütmesini, trenin klostrofobisini hissedememiş olmak şahsi problemim olabilir. Ama şu hikayenin gelişiminin ve sonucunun alışılmadık veya özgün bir yapıda olduğunu düşünmemek konusunda yalnız olmadığımı biliyorum.
20 Aralık 2008 Cumartesi
H (2002)
Yönetmen: Jong-hyuk Lee
Kurbanlarını kadınlardan seçen Shin-Yun adlı bir seri katil polise teslim olur ve idam cezasına çarptırılır. Öte yandan iki hamile kadın acımasızca katledilir. İşin tuhaf yanı bu iki kadın, Shin-Yun hücresinde ölümü beklerken öldürülmüştür. Ama ölüm şekilleri Shin-Yun’un karakteristik cinayet yöntemleriyle öldürülmüştür. Davayı üstlenen ve haliyle başlarda hiç iyi geçinemeyen Mi Yun ve Kang isimli iki dedektif, kapanan Shin-Yun dosyasını yeniden açarlar ve araştırmalarına başlarlar. Buldukları bir şüphelinin izini sürerler. Bu şüpheli aynı yöntemlerle bir cinayet daha işler ama bu kez dedektifler onu yakalar ve öldürmeyi başarırlar. Dava tekrar kapandı diye düşünülür. Fakat kopya cinayetler hala devam etmektedir.
Görüldüğü üzere gayet esrarengiz bir konusu olan film, prodüksyon ve kurgu olarak da başarılı bir duruşa sahip. Avustralya’lı görüntü yönetmeni Peter Gray’in de katkılarıyla neredeyse tüm teknik detaylarını halletmiş bir yapım olarak H, bunca pozitif özelliğine rağmen bir bütün olarak ele alındığında ne yazık ki, her seri katil gerilimi sevene bekleneni verebilecek dört dörtlük bir film değil. Bazı filmler vardır, tüm teknik donanımına, hikayesinin ilginçliğine, rolünün hakkını veren oyuncularına karşın bittiğinde silinip gider, geriye pek bir şey bırakmazlar. Bana göre H de bu filmlerden biri. Sorunun ne olduğunu da tam bilemiyorum. Belki fazlaca temiz görünümü, bir cinayet gerilimine kan uyuşmazlığı yaratmış olabilir. Fakat bence en önemlisi, elinde patlayan ve bütün filmi mantık erozyonuna uğratan sürpriz sonu olsa gerek. Psikolojide Shin-Yun’un becerisinin bir açıklaması var mı bilemiyorum ama varsa bile bu kadar abartılmayı gerektirmiyordur mutlaka. Filmin dikkat çeken bir yönü de Marathon, Love Phobia, The Classic gibi başarılı Güney Kore dramlarının sevimli ve yetenekli genç aktörü Seung-woo Cho’yu az ve vasat bir performansla kötü adam Shin-Yun olarak karşımıza getirmesi. Son olarak yazıp yöneten Jong-hyuk Lee’nin ilk ve şu ana kadar tek filmi olduğunu da ekleyelim.
17 Aralık 2008 Çarşamba
A Man Who Was Superman (2008)
Çevresine yardım etmeyi yaşam biçimi haline getirmiş orta yaşlı tuhaf bir adam, şehrin sokaklarında yaşlıların çantalarını taşıyıp onları karşıdan karşıya geçirmekte, çocuklara yardım etmekte, olmayacak yerlere çöp dökenlere kızmakta, yankesicileri kovalamakta, yaralıların, zor durumda kalmışların imdadına yetişmektedir. Kendisinin Superman olduğunu iddia eden bu adam kısa zamanda halkın olduğu kadar medyanın da dikkatini çeker. Onunla ilgili bir program hazırlaması istenen güzel yapımcı Soo-jung, deli saçması olarak gördüğü bu haber işini bir an önce bitirmek için harekete geçer. Ama çantasını kaptırdığı bir yankesiciyi yakalayan, üstelik kendisini bir kamyonun altında ezilmekten kurtaran Superman’ın hikayesine ilgi duymaya başlayınca, kamerasını alıp bu ilginç adamı çözmeye çalışır. Onun hikayesinde umduğundan çok daha fazlasının olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlayacaktır.
Yönetmen Yoon-Chul Jeong, 2005 yılında senaryosunu yazıp yönettiği Marathon ile, zihinsel özürlü bir genç olan Cho-won’un masalsı olduğu kadar gerçekçi başarı öyküsünden çok güçlü bir dram elde etmişti. Bu kez yine zihinsel problemi olduğunu düşündüren, kendisini Superman olarak tanıtıp insanlara yardım etmeyi ütopik bir misyon haline getirmiş ilginç bir adamın masalsı sevimliliği ile dramatik hüznü arasında Marathon’dakine benzer bir denge tutturduğu yeni öyküsünü anlatıyor. Marathon’da Cho-won’un çocukluk ile gençlik arasında gidip gelen kendine özgü hayal dünyası, A Man Who Was Superman’de yetişkinliğe kadar uzanan ileri bir boyuta kapılarını açıyor.
Her iki filmin de en mühim ortak noktalarından biri, tüm o sevimli, eğlenceli, fantastik masalsı ifade biçimlerinin tamamen hayatın katı gerçeklerine hizmet eder nitelikte olması, tadında bırakılması, bu sayede göze batmaması. Oluşturdukları çekirdek öyküye sadık kalarak, ama bunun yanında onu katmanlaştırmak için hem anlatım, hem de tür açısından yeniliklere açık olarak bir denge sağlamak kolay bir ifade şekli sayılmaz. Yani komedi unsurlarından bolca faydalandıktan sonra tek bir kırılma noktasıyla tamamen ters bir yola sapmak, fakat bunu neredeyse hiç yadırgatmayarak yoluna devam etmek, üstelik finalde bu zıtlıkların üzerine daha fazla gidip onları kaynaştırarak yere sapasağlam basan bir sona ulaşmak senaryo kadar, özel bir yönetim ve kurgu hakimiyeti gerektirir.
Ancak bu beceriler sıklıkla görmezden gelinir, komedi ve fantastik anlatımlarından ötürü hafife alınır, alay edilir. Güney Kore sinemasında fazlaca rastlanan bu eğilimin ortaya çıkardığı kimi örnekler, sırf iddia ettiği gerçekliğe yeterince samimi yaklaşamadığı, komedi kredisini hoyratça harcadığı, drama yönü eğreti kaldığı için bu aşağılamayı da hak eder bana göre. Neticede böyle bir karışımı benimsemiş türlerde yer alan komedi unsurlarının, dram örgüsüne hizmet etmesi beklenir. Yüzde şu kadarı komedi, yüzde şu kadarı dram diye bir ölçekten söz edilemeyeceği için, iş tamamen senarist ve yönetmenin ellerindedir. Hele de Yoon-Chul Jeong gibi kendi yazdığını yönetme şansı bulmuş birinin yapacağı balans ayarı, yapılan tercihleri daha özgür kılacaktır. İşte bana göre bu özgürlükten ikinci defa (yönetmenin Marathon’dan sonra çektiği ikinci filmi Shim's Family’yi görmedim) yararlanmasını bilmiş olan Yoon-Chul Jeong’un Süperman yorumu da tüm bu komedi, dram, fantezi, gerçeklik, denge, tercih, özgürlük diziminden nasibini almış bir Süperman…
Süper kahraman dediğimiz karakter kimdir? Onun doğuştan veya sonradan kazandığı süper güçleri kendisini hangi anlamda “süper” yapar? Bu tip soruların cevapları ortadadır ve biz bu cevapları verirken sadece ölümlülük ve normallik sınırları içinde kalamayıp, mutlaka fantastik motivasyonlarına da değinmek durumunda kalırız. Mantık sınırı diye bir durumdan söz edilemez. Ancak süper güçlerini kullanma durumunda kalmadıkları, “insan” oldukları anlardaki çıplaklıklarını irdelerken “insan”lıklarına yaklaşırız. O bölgeye girdiğimizde ise sadece sabit bir kötüyle olan husumetine, trajik geçmişinin tetiklediği intikam ateşine, hiçbir yere varmayan romantik ilişkisine, kendisini yaratan yazarın hayalgücüne endeksli başka evrenlerde olup bitenlere veya sahip olduğu süper güç ile insan zayıflığı arasında sıkışan kişiliğinin açmazlarına saplanırız.
Süper kahramanın en önemli varlık sebeplerinden biri insanlara yardım etmektir. Bunu topyekün dünyayı kötülerden kurtararak yapmak kolaycılığı onu süper yapmak için yeter de artar. Zaten süper kahraman dediğimiz kişi tonlarca ağırlığı tek başına kaldıran, eciş bücüş düşmanlarını yerle bir eden, gözlerinden alevler çıkartan biri değil midir? Kişisel çıkarları uğruna insanlara ve çevreye zarar vermeyi şiar edinmiş kötü adamın kıçını tekmelemek her şeyi halleder. Peki bir süper kahramanın insanlara iyilik yapması için mutlaka bir kötü adam faktörü mü olması gerekir? Kötü adamın gazabından kurtarmaya çalıştığınız insanoğlunun birbirine ve çevresine yaptığı kötülükleri hangi sınıfa sokacağız? İşte A Man Who Was Superman’in yaklaşmak istediği noktalardan birinin de bu olması, onu özel bir film yapıyor. İyilik yapmanın, sadece dünyayı kötülerin elinden kurtarmaktan ibaret olmadığını, süper kahramanlar yüzünden küçük iyiliklerin geçerliliğini yitirdiğini veya bu iyiliklerin süper kahramanın süperliğine hafif gelen aktiviteler olduğunu dolaylı da olsa eleştiriyor. Ne de olsa bir süper kahramanın yaşlı bir kadını karşıdan karşıya geçirmekten daha mühim işleri vardır.
Karşılaştırmayı teke indirip, doğrudan filmin muhatabı olan kostümlü Superman’i ele alalım. Güney Koreli Süperman’ımızla karıştırmamak için de kendisine “Clark Kent” diye hitap edelim. Clark Kent’in süperliğine ait bildiğimiz ne varsa bizim gariban Süperman’de de aynısı var. Uçması, baktığı şeyin içini görebildiği ve lazer deliciliği sağladığı ışın saçan bakışları, objeleri dondurduğu nefesi, “kel adam” ile olan husumeti, alnına düşen perçemi, göğsündeki “S” harfi, kırmızı pelerini… Filmde hepsinin son derece anlamlı, kasıtlı, mantıklı, zeki ve biraz da alaycı kullanımlarını görüyoruz. Bu özellikler Güney Kore Süperman’inde o kadar insani ve dünyevi ki, Clark Kent’teki bu özelliklerin özümsenişi ve sıradan bir adama uyarlanışı, çok yaratıcı anti-süper bir samimiyetten besleniyor. Mesela sigara içen birinin ciğerlerini görebilmeniz için Süperman’ın röntgen bakışlarına ihtiyacınız olmuyor veya bir hayat kurtarmak için bazı durumlarda süper güçten önce cesarete ihtiyaç duyuluyor.
Uçmak! Bir süper kahramanın en çok ihtiyaç duyduğu yetenek. Bu filmde uçmak üzerine o kadar güzel, anlamlı, coşkulu ve trajik yorumlar mevcut ki, hep ütopik bir romantizm beslediğimiz bu fiile yapılan göndermeleri Süper Adam olmanın “süperliği” ve “iyiliği” ile bağdaştırmak, uçmak kadar yerçekiminin varlığını da hesaba katmanın önemiyle yan yana çok şey ifade ediyor. Poz vermeye yönelik veya fantastik amaçları olmayan bir uçmaktan söz ediyoruz.
Tabii film bu gerçekliğin fantastik halini de sunuyor. Hatta hem fantastiğini, hem de gerçeğini kurgulayış biçimiyle “böyle de olabilirdi, ama ne yazık ki hayat acı gerçeklerle doludur” iletisini yan yana veriyor. Ayrıca Clark Kent’in süper güçlerini kullanmasını engelleyen kriptonit zaafının bir benzerine de sahip olan Süperman’ın filme saklamak istediğim, kriptonit ile mükemmel özdeşleşen bu zaafını Güney Kore tarihinde kara bir leke olarak duran 18 Mart olayları ile ilişkilendirme zekası, filmin onlarca artısına bir diğerini daha ekliyor. Konuştukça tadı kaçacak bu harika ilişkilendirmeler hakkında filmden alıntıladığım bir cümle, özellikle film izlendikten sonra çok daha düşündürücü olacaktır: “Gerçekte kim olduğumu unutmam için kafama kriptonit koydular!”…
Yoon-Chul Jeong’un bu güzel senaryosuna hayat veren Süperman rolündeki Jeong-min Hwang'ın A Man Who Was Superman’in ilk yarısındaki sempatik ve canlı performansını ikinci yarıda, hele de o enfes finalde kapıp götüren bir drama dönüştürme becerisi takdir edilmeyecek gibi değil. İki farklı yeteneğini dengelemesini çok iyi bildiği söylenebilir. Filmin bir başka denge unsuru da, Daisy, My Sassy Girl, Il Mare gibi kaliteli yapımlardan tanıdığımız güzel ve yetenekli oyuncu Ji-hyun Jun. Filmde Süperman’in hikayesinin peşine düşüp, kendi dönüşümünü geçiren TV yapımcısı rolüyle filmin duygularını dizginlemiş mantıksal kanadını başarıyla temsil ediyor.
Bir arketip olan Süperman’in nihai amacı hakkında pek bilgim yok. Keza, onun gibilerin insanlara yardım etmeyi nasıl algıladıkları hakkındaki fikirlerim belli bir şablonun dışına çıkamıyor. Ama ilettiği dünya barışı, çevre duyarlılığı, insan sevgisi, dürüstlük, cesaret mesajları yanında, şu küçücük Güney Kore filmi “eğer insanlara yardım etmezsem, nasıl yardım edeceğimi unuturum” diye bir cümle kuruyorsa, sesine kulak verilmeyi hak ediyordur. Bu yılın en iyi süper kahraman filmi hiç kuşkusuz The Dark Knight… Ama sevimliliği, cesareti ve Hawaii gömleğiyle bu Güney Koreli süper kahramanın sesine de kulak vermek hiçbir şey kaybettirmeyeceği gibi, çok şey de kazandıracaktır.
10 Aralık 2008 Çarşamba
The Assassination Of Jesse James By Coward Robert Ford (2007)
5 Aralık 2008 Cuma
Assembly (2007)
Yönetmen: Xiaogang Feng
1948 kışında Çin’de, Özgürlük Ordusu ile Milliyetçi Ordu arasında çok kanlı savaşlar gerçekleşmektedir. Özgürlük Ordusu’nun 9. bölük komutanı Yüzbaşı Gu Zidi’nin başarıyla idare ettiği saldırıların ardından ön saflara doğru sürülmesi de kaçınılmaz hale gelir. Yaklaşmakta olan düşman birliklerini karşılaması için eski madenlerin bulunduğu bir bölgeye mevzilenen Gu Zidi ve ordusu, çok kalabalık asker gücü karşısında direnmekte zorlanır. Üstlerinden, zor durumda kaldığında borazan sesini duyduğu an geri çekilme emri alan Gu Zidi, birkaç askerin duymasına rağmen kendisi geri çekil borusunu duymayınca kanlı bir mücadele sonrası kendisine yakın 46 adamını yitirir. Birkaç gün sonra bir hastanede gözlerini açtığında ise aklı hala bu trajik geçmiştedir. Adamlarını kaybettiği madenlerde hiçbir cesedin bulunamaması ve ısrarla duymadığını iddia ettiği geri çekil borusunun yarattığı kızgınlık ve suçluluk duygusuyla tüm bunları aydınlatmak için mücadele etmeye karar verir.
Çin-Hong Kong ortak yapımı Assembly, etkileyici bir savaş sekansıyla açılıyor. Hem prodüksyon, hem de kurgu açısından çok güçlü bu bölüm, her ne kadar dinmek bilmeyen bir aksiyon izleyeceğimiz yönünde çıkarımlara yol açsa da, Assembly aslında çok çarpıcı bir savaş dramı. Aksiyon yönünden kendini ispat eden film, sürekli bu ata oynayıp, bunu koz olarak kullanmaya çalışmıyor. Cebinde iyi bir hikayesi var ve esasen ona sadık kalmaya çalışıyor. Nitelikli bir savaş dramı görmek isteyenlere istediklerini verecek kapasiteye sahip. Özellikle Gu Zidi’nin kalkan olarak kullanılan birliğindeki adamlarını yitirmesinin ardından, onların kayıp bedenlerini bulma ve hak ettikleri onurlarını teslim ettirme yönünde girdiği tek kişilik diplomasi savaşı filmin temelini oluşturuyor.
“Savaşın galibi, onuru, gururu, kahramanı olmaz” gibi söylemlerden, tarafların temsil ettiği komünist-milliyetçi safların politik çağrışımlarından uzak bir ruh haliyle izlenmesi gerekeceği gibi, bir komutanın kendine bağlı askerlerine karşı duyduğu sorumluluk duygusunu sadece savaş haline bağlı bir düzlemde algılamaktansa, daha geniş bakış açılarıyla değerlendirmenin de anlamlı kılacağı bir yapım. Bu onur mücadelesini perdeye kusursuz biçimde yansıtan ise, ikinci filmiyle Çinli oyuncu Zhang Hanyu oluyor. Kurnaz, cesur, babacan ve biraz da gariban bölük komutanı Gu Zidi karakterini, bir savaş bilgesi ile sivil hayat acemisi arasında gidip gelen göz kamaştırıcı bir gerçekliğe büründürüyor. Yaşanmış olaylardan uyarlanmış olmasının yüklediği sorumluluğun altından başarıya kalkmış olan Assembly, türünün usta örneklerinden.
3 Aralık 2008 Çarşamba
Karla (2006)
Yönetmen: Joel Bender
90’lı yıllarda Kanada’da gerçekten yaşanmış bir dizi cinayet ve tecavüz olayından uyarlanmış Karla, “Ken ve Barbie Cinayetleri” adında basında yer bulmuş bu dehşet verici olaylar serisini başarıyla perdeye aktarmış bir film denebilir. Karla’nın tüm hikayesini, hapiste şartlı tahliyesi için rapor verecek uzmana anlatırken izliyoruz. Karla ve Paul çifti, Paul’ün tecavüz saplantısını paylaşmaya karar verince dönüşü olmayan sapıkça bir yola giriyorlar. Tüm iğrençliklerine tanık olmasına rağmen Paul’ü sevmekten hiç vazgeçmeyen, ona bakire kızkardeşini sarhoş edip sunan, hatta onunla evlenen Karla’nın psikolojik durumu, katıksız bir sapık olan Paul’den daha ilginç ve ad konmakta zorlanılacak türden. Paul’den aşırı şiddet gören, aşağılanan, onun tecavüz ve cinayetlerine seyirci kalan Karla’nın gerekçelerini film boyunca merak ediyoruz. Aşk, tutku ve korkunun birbirine karıştığı psikolojisini anlamakta zorluk çekiyoruz.
Gerçek yaşamda bundan daha dehşet verici olayların vuku bulduğu düşünülürse filmin sunduğu (üstelik bazı kaynaklara göre hafiflettiği) gerçeklerin abartılmadığı anlaşılabilir. Zaten olay Kanada’da geçmiş olmasına rağmen hiçbir Kanadalı sinemacı filme almak istememiş. Bir başka dedikoduya göre Paul rolündeki oyuncu Misha Collins, bir keresinde film yüzünden Kanada’ya girmekte sorun yaşamış. Tüm bunlar, filmin başarısına işaret sayılabilir. Ama teknik açıdan bakıldığında tam olarak yetkin bir film yok. IMDB puanının düşüklüğü de ya bu teknik gerekçelere, ya da büyük ihtimalle rahatsızlık verici tavrına yorulabilir. Yaşanan gerçek olaylar çok sarsıcı olunca, film nasıl işlerse işlesin, bir şekilde kendini sonuna kadar izletmeyi, rahatsız ve sinir etmeyi başarıyor. Yine de güzelliğini gizemiyle birleştiren Laura Prepon ve her sahnesinde sinirlerle oynayan Misha Collins’in oyunları, Karla’yı ileri taşıyan diğer önemli unsurlar olarak göze çarpıyor.
30 Kasım 2008 Pazar
[Rec] (2007)
Buna benzer çoğu gerilimin içine düştüğü, bana göre oldukça gereksiz “yaşanan kaosu herhangi bir gerekçeye dayandırma” zorlaması burada da görülüyor. Tabi ki bu durum göreceli bir ihtiyaç. Bazı izleyenler izledikleri gizemli olayların daha makul, daha bilimsel bir sonuca ulaştırılmasını, ölen insanların yaşadıkları tuhaflıkların ölmelerine değecek bir neticeye bağlanmasını arzu ederler. Gizemli olayların veya yaşanan şiddetin altında yatanları aydınlatmak adına bilimsel bazı gerekçeler bulmaya (bazen de uydurmaya) çalışmak böyle filmlerin özellikle son bölümlerinin iki ayağını bir pabuca sokabiliyor. Buna benzer gerekçelerle filmi şişirmektense finali muğlak kılmak çok daha anlamlı olabiliyor. Muğlak bir final demek, karamsar bir final demekle çoğu zaman aynı anlamı taşıyor. Böyle bir final ise tamamen kişisel bir tercihten ibaret. Her zevke hitap etmiyor.
Bu manada 2005 Neil Marshall filmi The Descent ile [Rec] arasında ortak noktalar gördüm. Aslında The Descent, bilimsel açıklamalara uygun bir zemini olmasına rağmen, hiç buna kafa yormaya çalışıp ağırlaşmadan kendi tarzını ve gerilim takvimini şekillendirmeye uğraşmış pesimist bir filmdi. Bunda da bana göre son derece başarılı oldu. [Rec] ise insanların çıldırma sebeplerini kendince haklı bir zemine oturtmak adına “gerekçe bulma” yolunu seçmekte. Fakat bunu yaparken sözünü ettiğim ağırlaşma yerine şaşırtıcı biçimde bu gerekçeyi kendi gerilim özünde sindirmeyi, biraz daha geri plana atmayı başarıyor. Yani milyon kere işlenen “kontrolden çıkan bilimsel bir deney”in küflenmişliği bile, filmin özgün gerilim anlayışının önüne geçmeyi başaramıyor.
Üstelik diğer iki filmden biraz farklı olarak “kamerayı fırlatıp canının derdine düşme” hissiyatının en fazla duyulabileceği tam bir savaş ortamında bu merakı anlamlandırmamız gerekiyor. Tabii ki öyle bir merak olmaz diye bir şey yok. Yine de bu üçlü arasında kamerayı taşıyanın motivasyonu söz konusu olduğunda en ikna edici olanı [Rec] sanırım. Çünkü her ne olursa olsun, bir TV kameramanının mesleki kaygıları veya onu kameraman yapan kişisel merak özelliklerinin toplamında yaptığı çekimler, kamerayı bırakıp canını kurtarma fikrini sürekli erteliyor. Bu da [Rec]’in var olan inandırıcılığına katkı sağlıyor. Blair Witch filminde öğrencilerin motivasyonları da buna benzer bir merak duygusu ile hareket etmekte. Fakat özellikle kendi aralarındaki hararetli tartışmaları bile filme almalarını anlamlandırmak biraz daha zor. Her ne kadar orada hayalet düşüncesinin sinirleri yıpratmış olduğu vurgusu iyi yansıtılmış olsa da, kahramanımız el kamerası orada haksız biçimde bireysel ve yüzeysel tartışmaların sıradan bir izleyeni konumuna indirgenmiş. Yani sırf kaybolma duygusunu vermek adına her sözün kaydedildiği çekimlerle dramatize olmaya çalışıldığı açık edilmiş, samimiyet biraz zedelenmiş bana göre.
Genel olarak önceki kalıplar ile kendi yenilikçi tavırlarını harmanlayıp bir “melez” peydahlamış The Descent ile [Rec] arasındaki pesimist kardeşlik, kendileri adına küçük, gerilim sineması adına büyük adımların sesini duyuruyor. Ripley’ler, Rambo’lar veya karton kahramanlar yaratmadan da pür korku ambiyansı meydana getirilebileceğinin vurucu örnekleri adeta. Hatta [Rec], The Descent’den bu yana izlediğim en iyi korku/gerilim.
26 Kasım 2008 Çarşamba
Burn After Reading (2008)

Alkolik olduğu gerekçesiyle CIA’deki işinden kovulan emekli ajan Ozzie Cox (John Malkovich), intikam almak için bildiği gizli bilgileri bir CD'ye kaydeder. Cox’un boşanmanın eşiğinde olduğu eşi Katie (Tilda Swinton) CD'yi çalar ve gittiği spor salonunda unutur. Salonda çalıştırıcı olan Chad (Brad Pitt) ve aynı yerde yönetici olarak çalışan Linda (Frances McDormand), Chad’in tesadüfen bulduğu CD ile Cox’a şantaj yapmaya başlarlar.

Coen biraderlerin kara mizah haritasını artık çoğumuz biliyoruz. Yani biliyoruz da bilmiyoruz. Belki de sadece kara mizah olduğunu biliyoruz ama o mizahı nasıl hikayeleştirip, işleyeceklerini, sonucunu nereye bağlayacaklarını asla kestiremiyoruz. Kim, ne zaman, nasıl ölür veya ölür mü, ölmez ise ne olur, kazanır mı, kazanamaz mı anlamak mümkün değil. Blood Simple, Miller's Crossing, Fargo, The Man Who Wasn't There, No Country For Old Men gibi kara mizahı koyultulmuş suç epiklerinin aralarına serpiştirdikleri, sanki biraz da eğlenmek için çektikleri daha hafif yapımlara benziyor Burn After Reading. O klasmanda da gayet oturaklı komedileri var ve Burn After Reading’in oradaki yeri de üst sıralar olmalı. Film, pekala yukarıda adı geçen Coen harikaları gibi kara büyüye dönüştürülebilecek türden karmaşık entrika trafiğine sahip bir yapıda. Gerçi öyle bir bakışla The Big Lebowski de onlar gibi kapkara bir film olarak çekilebilirdi. Yaptıkları tercihlerde en ufak bir piyasa kaygısı taşımadıkları yönünde belirtilerden biri sayılabilecek bu durum, yazım, yönetim, üslup seçimlerindeki özgürlüklerinin sağladığı çok boyutluluğa işaret etmekte. Mesela şu filmin, süresi biraz uzatılıp daha durağan ve ciddi oyunculuklar ile fevkalade bir politik gerilim olabilecek kapasitesi var iken, çılgın ama mütevazi bir bağımsız kıvamında bırakılması, Coen biraderlerin önceliği her zaman özgürlükten yana kullanan güçlü duruşlarının bir yansımasıdır. Tıpkı bir şarkının önce hareketli ve mutlu versiyonunu, sonra da aynı şarkının daha ağır, hüzünlü ve gizemli halini kaydedip, içlerinden en beğendiklerini yayınlamaya karar veren müzisyenlere benziyorlar.
Diğer filmlerine nazaran insanda acı tebessümler yaratan cümleleri fazla olmasa da, karakterleri içine sürüklediği girdabın yarattığı baş dönmesini usta bir entrika ağıyla süsleyen Burn After Reading, asla yan yana gelmeyecek tipte ve konumda insanları mantıklı bir trafik sıkışıklığına hapsederek “kesişen hayatlar” dersi veriyor adeta. Neden “ders” diyoruz? Çünkü aynı filmde durakta otobüs bekleyen biriyle tek ortak yanı sadece arabayla onun önünden geçmek olan insanlardan yaratılan bu sözde senaryolara nazaran çok daha gerçek, ama haber bültenlerinde, gazetelerin üçüncü sayfasında gördüğümüz kadar da fantastik tesadüflere açık derecede gerçek bir kesiştirme söz konusu. Kaç hikayede bir CIA ajanıyla spor salonu çalışanları karşı karşıya gelir ki? Hayat bir kara komedi zaten! Yönetmenlere ve filmde rol alan isimlere aldanmamak gerek. Burn After Reading aslında küçük bir suç filmi. İçinde Coenler’in yıllar geçtikçe demlenen unutulmaz sekanslarının yer aldığı başyapıtlarındaki gibi iz bırakmaya namzet anlar bulunmasa da, ileride ne olacağını kimse bilemez. Onların cıva misali yerinde duramayan senaryo anlayışlarının izlerini görmek, yönetim anlamında da “her Coen filmi Fargo olmak zorunda değildir” diye bir duruşu benimsediklerinin çıkarımını yapmak mümkün. Evet, Brad Pitt’in dolaba saklandığı sahnenin sağladığı gerilimi farklı duygularla, başka Coen filmlerinde tattık. İşte buradaki yorum farklılığı, yorumlayan kadar, yorumlanan şeye de önem katıyor. O sahnenin nasıl sonuçlanacağını bilememek gibi bir duygu çeşitliliği hakim Coen filmlerinde. Dolap açılabilir de açılamaz da! Peki ya açılırsa?

Coen filmlerinin oyuncu profilleri de ilginçlik arzediyor. Eş (Frances McDormand) dost (Buscemi, Goodman, Turturro, Shalhoub) tayfasından faydalandıkları kemikleşmiş oyuncular yanında, yapımcıların veya cast ekibinin seçmiş olduğu kalburüstü oyuncularla çalıştıkları oldu. Zaten aklıbaşında her oyuncu kariyerinde mutlaka bir Coen filminde gözükmek ister. O kemikleşmiş tayfadan aldıkları verim dahilinde bu oyuncuların geniş yelpazelerinin etkili olması bir yana, bazı rollerin özellikle o oyuncular düşünülerek yazıldığını kendileri de itiraf etmişlerdi. Yalnız bu seferki tayfa öyle böyle değil. İkon, Oscar, popülarite, tecrübe, entelijansiya, biri, öbürü, neredeyse bu kelimelerin taşıdığı anlamları aktüel bazda temsil eden unsurların elit bir seçkisi olarak çok görkemli. Ama Frances McDormand dışında şu isimlerin hiçbiri temsil ettikleri bu değerlerin hakkını vermek veya o değerlerin üzerine bir şeyler eklemek gibi “gereksiz” bir çaba içinde değiller sanki. Çünkü Coenler bunu istiyorlar. Bu açıdan en iyilerden bazılarını seçmişler.
Bu kadroyu bir Coen filminde görüp de gişe için hamle yapıldığını düşünmek çok kolay düşülecek bir tuzak. Çünkü tepeden tırnağa karikatürden ibaret bir Brad Pitt, kokoş ve silik bir Tilda Swinton, yapmacık ama ona rağmen komik bir George Clooney, durmadan küfreden bir John Malkovich, daha seksi görünmek isteyen bir Frances McDormand var bu filmde. Hangi kariyer sahibi oyuncu bu tiplemeler için kendini riske atar? Coenler için bu riski göze almanız kaçınılmaz. Size son derece itici bir saç modeliyle bile Oscar kazandırabilecek türden sihirleri mevcuttur. Hoş, bu filmde öyle bir sihiri aramak yanlış. Böylesi isim sahibi oyuncuların filme sağladığı çok daha mühim katkılar bulunmakta. Mesela bunu en iyi, amirine rapor veren ajanın bu karakterlerin akibetleri hakkında anlattığı pasajları görmüyor olmamıza rağmen, o olayları ve onları yaşayanları (belki de mimiklerine kadar) gözümüzde canlandırma başarısı gösteriyor olmamızdan çıkarabiliriz. Çünkü filmde biri bize “Harry çıldırdı” deyince aklımıza hem Harry’nin filmde üstlendiği karakterin işlevleri, hem de Harry’yi oynayan oyuncunun aktör duruşu geliyor. Böylece hem karakter, hem de onu canlandıran oyuncu hakkında sağlama yapabiliyoruz. Kaldı ki o sağlamayı yapamasak bile, Coen grameri nerdeyse zorla bunu yaptırıyor.

Chad’in telefonda Osbourne Cox’tan azar işitmesi de buna bir örnek olabilir. Birbirini görmeyen iki oyuncu için sadece karşıdan gelen sesi duymak, ya da kurgu estetiği gereği duyuyormuş gibi yapmak, hattın her iki ucundaki kişinin de izleyene sunduğu ile ilişkilidir. Bunu iki ortalama oyuncunun sunmasıyla, Pitt-Malkovich ikilisinin sunması çok başka bir şey. Madem söz onlardan açıldı, arabada buluştukları sahneye gelelim. Bir kere o kadar gerzek bir sahne ki, bana göre Coen miti yine tam olarak öyle olmasını istiyordu. Çünkü o gerizekalılıktan çıkacak olan zekaya filmin bir şekilde ihtiyacı var. Bir yanda ilerleyen yaşına ve kariyerine rağmen hala bir genç kız ikonu olan Brad Pitt ile bir oyuncu olarak farklı sanat dallarında entelektüel birikiminden haberdar olduğumuz John Malkovich’in ilginç buluşmasının Coen yansıması. Kastettiğim “hangi erkek Brad Pitt’e veya filmdeki Chad’e yumruk atmak istemez ki” yavanlığı değil. Böylesi aptal bir plana atılmış doğaçlama bir yumruk bile olabilir. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz: En basit sahnelerde bile Coenler’in ne yapacağını bilemezsiniz. Rusları bile işin içine sokarlar ama onlardan daha tehlikeli olan normal insanlardır. Karşınızdaki bir Coen filmiyse öyle olması gerek.
Oyunculuk olarak Tilda Swinton hariç diğer tüm oyuncuları beğendim. Onu da rolünün etkisizliğine bağlamak gerek. Yoksa bu filmi izlemek için en büyük etkenlerden biri de kendisiydi. Clooney bile karikatürize paranoyasıyla filme uyum sağladı. Filmin merkezi ve yıldızı Frances McDormand olsa gerek. Coen dokunuşlarıyla kendini bulan bir doğallık ve komiklik, Coen disiplininin özünü kavramış olmaktan ileri geliyordur muhakkak. Kısaca, sadece göz kamaştırıcı oyuncu kadrosuyla ve bir sene önceki Oscar fatihi Coen hakimiyetiyle çekilmiş bir film olarak daha izlemeden iyi bir film diye damgalanmaması gereken, ancak izledikten sonra gerçekten iyi olduğu anlaşılacak bir film Burn After Reading…

Esasen film hakkında ilk bilgiler yavaş yavaş günyüzüne çıkmaya başladığı andan itibaren kendi adıma temkinliydim. Bu kadar çok ünlü ismin bir Coen yapımında boy gösteriyor olması, sadece Coen kanatları altında değil, kimin kanatları altında olsa yine aynı biçimde yaklaşmamı sağlardı. Ama birkaç film dışında tarafsız yaklaşmakta güçlük çektiğim Coen tarihinin bu kadroyu da kendi oklavasıyla dümdüz ettikten sonra şekillendireceğine olan inancım da vardı. Belki Coen hayranlığım gözlerimi kör ettikten sonra yeniden açıyordu. Sevabıyla günahıyla bir Coen filmi için “başyapıt” veya o başyapıtın içindeki bazı bölümler için “gerizekalı” ifadelerini aynı paragrafta kullanabiliyor olmaktan, Burn After Reading için de bunu yapabiliyor olmaktan çok mutluyum. “Ünlüler Geçidi”nin aslında film içinde o kadar da ünlü görünmemesinden de. Bunun film açısından bir handikap olarak algılanması filmi izleyene beğendirmeyecektir. Chad gibi bir Brad Pitt, Harry gibi bir Clooney veya Katie Cox gibi, her filmiyle kendisine daha çok bağlandığım bir Tilda Swinton görmek memnuniyetsizlik yaratabilir. Frances McDormand'ın Linda'sının makul kalmadığına, hatta bir komedi filmine göre Fargo’nun hamile şerifi Marge kadar bile komik görünmediğine inanıyorum. Ama sanki hepsinin kasıtlı olarak öyle görünmesi yönünde uğraşılmış bir akış hissediyorum. Ve evet! Bir Coen filminin yıldıza ihtiyacı yoktur!
25 Kasım 2008 Salı
Gone Baby Gone (2007)

Boston’da geçen filme, küçük Amanda’nın kaçırılmasının üçüncü gününde dahil oluyoruz. (Boston grubunun Amanda adlı epik şarkısı geliyor aklıma!) Başına buyruk uyuşturucu bağımlısı anne Helene, medyayı ayaklandırarak kızının bulunmasını ulusal bir mesele haline getirmeyi başarmış, tüm polis teşkilatını seferber etmiş. Ama kayıp kızın teyzesi Bea ve onun kocası Lionel, bununla yetinmeyerek iki özel dedektif/sevgili olan kahramanlarımız Patrick ve Angie ile de anlaşıyorlar. Araştırma yol aldıkça başka iki dedektif, Boston Polis Departmanı şefi, küçük çapta bir uyuşturucu mafyası, bir pedofil ve ona yardım ve yataklık eden tuhaf bir çiftin de olaya dahil olmasıyla içinden çıkılması güç olaylar zinciri birbirini izliyor.
Dramatik altyapısı sağlam, sürprizlerle ve kırılma noktalarıyla rotasını iyi çizmiş bir film Gone Baby Gone... Mystic River’ın da yazarı olan Dennis Lehane romanından, özellikle senaryo konusunda tecrübelenmiş Ben Affleck’in de katkıda bulunduğu uyarlama yine kendisinin yönetimiyle vücuda gelmiş. Çarpıcı olduğu her halinden belli olan roman ziyan edilmemiş, temiz bir prodüksyon ve ölçülü kamera kullanımıyla işlem tamamlanmış. Morgan Freeman ve Ed Harris gibi iki yetkin isimin varlığı, Braveheart, The Thin Red Line, Almost Famous gibi usta filmlerin usta görüntü yönetmeni John Toll’un kamerası ve şu sıralar en gözde film bestecilerinden olan Harry Gregson-Williams’ın güçlü müzikleri de filmin künyesini parlatıyor. Ben Affleck’in kardeşi Casey Affleck’den bir başrol olarak zaten hiç beklentim yoktu. “Kötü bir oyuncu” diyeceğim ama bu kez onu “oyuncu” olarak gördüğüm sanılacak. Bana göre filmi hiçbir şekilde taşıyamayan ruhsuz bir suratın, sıradan (hatta komik) ses tonunun elinden gelen rol kesme numarası sadece. Zaten gerek de yok. Romanın işleyen süreci ve ağabeyinin ilk de olsa başarılı yönetimi filmi bir yerlere taşıyor. Afişinde “Herkes gerçeği ister… Onu bulana dek.” yazan Gone Baby Gone, başka güzel şeyler de söylüyor. Mesela doğru olanı yapmanın da bir bedeli olduğunu…
17 Kasım 2008 Pazartesi
Superbad (2007)
İki asosyal tip olan lise son sınıftaki Seth ve Evan, popüler bir partiye katılabilmek için içki alma işini üstleniyorlar. Yaşları tutmadığı için de bir sürü sorunla karşılaşıyorlar. Superbad’in konusu bu kadar. The 40 Year Old Virgin ile dikkatleri çeken Judd Apatow’un başı çektiği, Seth Rogen, Evan Goldberg, Paul Rudd, Jonah Hill gibi yeni isimlerin aralarında bulunduğu bir komedi çetesi, metine önem veren, müstehcen komediyi zekice işleyebilen, bu sayede bel altı-bel üstü arasında makul bir denge sağlayabilen filmler üretmeye başladı. Bu çeteyle ilgili söylenecek çok şey var aslında. Çekildiği yılın en iyi komedilerinden biri olduğunu düşündüğüm Knocked Up, şu ana dek bu çetenin en karakteristik ve başarılı filmi sayılabilir. Akıl dolu diyaloglar, espiriler, dokundurmalar maalesef Superbad’de fazla yer bulmuyor.
Dişe dokunur bir konuya sahip olmadan da oldukça komik işler çıkarılabileceği potansiyeline sahip bu anlayış Superbad’de biraz sekteye uğramış sanki. İçki-kızlar-parti üçgenine gereksizce sadık kalarak, bittiğinde geride sadece ufak tefek şeyler bırakan bir gençlik komedisinden öteye geçememiş.Yine de tam olarak American Pie kulvarına sokulmayı hak etmeyen, “nerd kahraman” yaratma arzusunu biraz abartmış, bazı nitelikli bağımsız komedilerin bıraktığı tadı da bırakabilen bir film. Bende geride bıraktıklarıysa birkaç komik espiri dışında, içki mağazasında yaşananlar, sinir bozucu derecede komik Fogell tiplemesi ve Lyle Workman’in bayıldığım müzikleri oldu. Çok kaliteli bir soundtracki olduğunu da bu sayede keşfettim.
12 Kasım 2008 Çarşamba
Blind Date (1987)
10 Kasım 2008 Pazartesi
Sexy Beast (2000)
İspanya’daki villasında eski bir porno yıldızı olan karısı Deedee ile gününü gün eden Gal (Ray Winstone), kendini emekliye ayırdığını düşünen bir soyguncudur. Ama bu işlerden emekliye ayrılmanın o kadar kolay olmadığını anlaması, beraber iş yaptıkları Don Logan’ın (Ben Kingsley) Gal’in yaşadığı kasabaya geleceğini haber vermesiyle mümkün olur. Gizemli ve tehlikeli Don Logan, Londra’da yapılacak bir soygunun ekibinde yer alması için üstleri tarafından Gal’i ikna etmekle görevlendirilmiştir. Artık pis işlerden uzak durmak isteyen Gal başlangıçta reddetmeye çalışsa da, üzerine çöken Don Logan belâsından kurtulmak ve kurduğu düzenli yaşamına tekrar dönebilmek için teklifi kabul etmek zorunda kalır.
Sexy Beast, bazı çevrelerce kült kabul edilmeye başlanmış, stil sahibi bir İngiliz suç yapımı. Uzun müddet hizmet ettiği suç camiasından çıkmak ve birikimleriyle bundan sonrası için huzurlu bir yaşam sürmek isteyen suçlu motifinden hareketle, sıyrılmanın o kadar kolay olmadığını kendisine anlatacak bir başka motifin devreye girmesi ve hız kazanan gerilim-aksiyon hiç de yabancısı olmadığımız prosedürler. Ama yönetmen Jonathan Glazer işin aksiyon tarafını budayıp, daha estetik bir anlatıma kaymak isteyince ortaya çıkan film gerçekten etkileyici bir renkli noir’a dönmüş adeta. Çok çarpıcı kurgu oyunları da mevcut. Ray Winstone, Ben Kingsley, Ian McShane gibi karizması tavanda İngiliz oyuncuların yanı sıra, Amanda Redman ve Julianne White gibi iki çekici İngiliz dizi oyuncusunun varlığı ortalığı daha da şenlendiriyor. Fakat Ben Kingsley için ayrı bir paragraf açmak bu film için farz.
Psikopat, dengesiz, küfürbaz, yavşak ve biraz da âşık Don Logan tiplemesiyle 2002 Oscar’larında En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülüne aday olan, fakat Iris filmindeki rolüyle ödülü vatandaşı Jim Broadbent’e kaptıran Ben Kingsley’in performansı yabana atılacak gibi değil. Herhalde Gandhi’den sonra gördüğüm en iyi Kingsley oyunuydu. Don Logan’ın öfke nöbetleri, bulunduğu ortamı hiç takmayan pervasızlığı, terbiyesiz romantizmi, küfürün birinin bin para olduğu aksanlı konuşmaları, patladığı halde hâlâ patlamaya hazır bir bomba gibi duran olağanüstü bir oyunculuğun dışa vurumuydu. Bir sürü soygundan haksız kazanç elde etmiş, çaldığı paralarla kendini burjuvazinin kollarına bırakmış, İspanya’daki villasında bünyesini serinleten Gal karakterine yakınlık hissetmemizin en önemli sebeplerinden biri belki de bu kabus gibi Don Logan performansı. Etik açıdan düşünüldüğünde, beterin beteri bir karakteri bu şekilde öne çıkaran, bu sayede suç aleminin ne kadar insani ve hayvansı olabildiğini gösteren yapımlar arasında en lezzetlilerinden birisi Sexy Beast. Yeri gelmişken, Gal’in kabuslarında rastladığımız o seksi hayvanın fonksiyonu bile ancak İngiliz suç mizahı içinde kendine adam akıllı bir yer bulabilecek derecede absürd bir dokunuş. Fazlasını düşünmek gaz yapabilir.
6 Kasım 2008 Perşembe
En la ciudad de Sylvia (2007)
Genç bir ressam, altı yıl önce tanıştığı ve belli ki çok etkilendiği Sylvia adındaki bir kadını bulmak üzere tekrar Strasbourg’a geliyor. Kafelere gidiyor, duraklarda bekliyor, sokaklarda geziyor, insanları dinliyor, gözlüyor, güzel kadınları defterine kara kalem çiziyor. Sonunda Sylvia’yı buluyor. Daha doğrusu bulduğunu sanıyor. Çünkü güç bela kızla konuşmayı başardığında onun Sylvia olmadığını öğreniyor. O kadar emin görünüyor ki onun Sylvia olduğuna, gerçeği, ya da bize söylenen gerçeği öğrendiğinde yıkılıyor. Aramaya devam ediyor veya etmiyor. Şimdi bu özetten filmi ciddiye almama, filmin konusunu ilginç veya tanıdık bulma, filmde yaşananları tam olarak algılayamamış olma gibi tespitler yapılabilir. Bunların hepsinin doğruluk payı var. Çünkü o kadar zor bir film ki, film demeye bile dilim varmıyor. Bir kesit. Tabiî tahmin edilebileceği gibi minimalist bir kesit. Uzun planlar, ressamın bitmek bilmeyen çevre gözlemleri, Sylvia sandığı kadını Strasbourg sokaklarında takip ettiği upuzun bölümler, ayak sesleri, çok az sayıda ve basit diyaloglar, anlamlandırmaya çalıştığımız bakışlar.
Hani film sürerken bir yerinde bırakıp 10-15 dakika sonra tekrar oturup izleseniz hiçbirşey kaçırmazsınız. Fakat yönetmenin (ya da kameraya çeken şahsın diyelim) amacı burada kendimizi bu genç adamın yerine koyup, kendi kaybettiklerimiz ve bulmak için geri döndüklerimiz, ya da onun yaptığı gibi etrafı gözlemlememiz sonucu elde edeceğimiz bir empati ise, baştan sona dikkatle izlenir ise bunu sağlayabilecek etkiye sahip olduğunu söyleyebilirim. Muhtemelen mesaj bu yöndedir. Belki de burada Sylvia, yitirdiklerimizin, aradıklarımızın, bulduğumuzu sandıklarımızın ya da hayatımızda aramamız gerekenlerin bir sembolüdür, bilemeyiz. Buradaki tek mesele, filmin baştan sona dikkatle izlenmesi olacaktır ki, o empatiyi yakalamak uğruna belki de eziyete dönüşecek bir tecrübe bu film.
Yine de filmde basit de olsa adamakıllı diyaloğun yaşandığı tek bölüm olan şehiriçi otobüste geçen konuşma ve sonrası, belli bir hayalkırıklığı hüznünü aktarmayı başarıyor sanki. Çünkü o kadar ömür törpüsü sahneden sonra tam bir şeyler oturmaya başladı derken, tekrar başlanılan noktaya dönülme hissi, belki de filmin bize ısrarla dayattığı minimal yaklaşımını ya da amiyane tabirle posteki saydırmasını amaçlanan zemine oturtuyor. Tabiî bu etki herkeste aynı olacak diye bir durum, hele hele de böyle bir film için kesinlikle sözkonusu değil. Tavsiye ettiğim şeklinde bir yanlış anlamaya da kurban gitmek istemem. Sadece bana ilettiği biraz turistik Avrupa hüznüne bulanmış o “arayış” ruhu hatırına filmi tümden harcamak istememenden kaynaklı bir duygusallık.
4 Kasım 2008 Salı
L'Enfant (2005)
Küçük hırsızlıklar yaparak ve çaldıklarını satarak yaşayan sorumsuz Bruno, sevgilisi Sonia doğum yapınca bebeği de satıyor. Sonia’nın tepkisi üzerine tekrar bebeği satın almak isteyince de işleri iyice karıştırıyor. 2005 Cannes Film Festivalinde Emir Kusturica’nın başkanlığında John Woo’lu, Fatih Akın’lı, Javier Bardem’li, Salma Hayek’li jürinin Altın Palimiye’ye layık gördüğü Çocuk, sinir bozucu derecede çekici, sürükleyici biçimde sakin bir yapım. Bu yapısıyla da çok gerçekçi. Özellikle Bruno’nun soğukkanlı saflığını ve pişmanlığın getirdiği çaresizliğini bu gerçekçi atmosferde abartısız sunan Jérémie Renier, Bruno’nun sözünü ettiğim sinir bozucu özelliklerine rağmen çocuksu yanını da sanki rol yapmıyormuşcasına ilginç bir denge ile yansıtmış.