27 Eylül 2007 Perşembe

Once Were Warriors (1994)


Yönetmen: Lee Tamahori
Oyuncular: Rena Owen, Temuera Morrison, Mamaengaroa Kerr-Bell, Julian Arahanga, Taungaroa Emile, Cliff Curtis
Senaryo: Riwia Brown, Alan Duff
Müzik: Murray Grindlay, Murray McNabb

Beth
, beş çocuğu ve kocasıyla Yeni Zelanda'da bir gecekonduda yaşayan Maori kökenli, bir kadındır. 18 yıl önce Maori ailesinin evlenmesini istemediği kocası Jake iyice içkiye bulaşmış, çocuklarıyla ilgilenmeyen, Beth'e kötü davranan, onu acımasızca döven bir adamdır. Beş çocuklarından biri olan Nig bir çeteye katılmış, Boogie ise bir sosyal yardım kurumu tarafından götürülmüştür. Beth tüm sorunlarına rağmen aileyi bir arada tutmaya çabalarken tek yardımcısı hayatla ilgili umutlarına dört elle sarılan kızı Grace'dir. Yazar olmak isteyen Grace'in başına gelenler ailenin kaderini değiştirir ve Beth'in, geleneklerinde yatan gücü keşfetmeye zorlar.


Fiji ve Polinezya kökenli Maoriler, Yeni Zelanda yerlileridir. En bilinen özellikleri savaşçı, özgürlüklerine ve topraklarına düşkün olmalarıdır. Bu düşkünlük sayesinde Yeni Zelanda da onlar için tahsis edilen alanlara hiçbir yapı izni vermiyorlar, bu sayede de çevrenin doğal güzelliğinin korunmasında çok önemli bir rol oynuyorlar. Eskiden yarı çıplak yaşarlar, ilginç dövme ve makyajlar yaparlar, savaşa giderken kendilerini beyaza boyarlar, çok zor durumda kaldıklarında insan eti yerlerdi. Bu dehşet verici özellikleri yanında onurlarına düşkün olmaları, soylarını kötülüklere karşı savunma içgüdüleri ve zorda kalmadıkça vahşileşmemeleri yüzünden tarihçileri ikiye bölmüşlerdir. Maori kabilesine özgü Haka Dansı ise 1800’lü yıllarda ortaya çıkmış bir savaş dansıdır. Tam bir intikam ve meydan okuma dansı olan Haka, çatışmalardan önce rakip kabilelere gözdağı vermek için yapılırdı. Öyle ki, Maoriler günümüze kadar bu dansı taşımayı başarmışlar, tarihte girdikleri savaşlarda ve hatta spor müsabakalarında bile rakiplerini korkutmak için bu dansı sergilemişlerdi. Şimdilerde soyu tükenmekte olan Maoriler önceleri ikiye ayrılırlardı: Çağdaş ve hatta entelektüel duruşa sahip “uygar” Maoriler ve günümüze kadar gelmiş olan “savaşçı” Maoriler.

Yeni Zelanda’lı yönetmen Lee Tamahori’nin 1994 yılında çektiği, Alan Duff romanından uyarlanmış Once Were Warriors, bir zamanlar savaşçı olan bu Maorilerin 90’lı yıllarda gecekondularda yaşam mücadelesi veren kesimine ait çok çarpıcı bir aile dramı. Modern çağın gerekleri ile köklerine bağlılık arasında sıkışmış kalabalık Heke ailesinin iki küçük çocukları dışındaki her bir bireyi üzerine çarpıcı vurgularda bulunan film, bu ailenin yine Maorilerden oluşan çevresini de öykünün içine dahil ederek bir miktar genişlik de sağlıyor. Ama esas merkez alınan Heke ailesi zaten konu olarak yeterince geniş ve katmanlı. Onların sorunları hem bir Maori ailesinin, hem de yerinden yurdundan türlü sebepler yüzünden göçüp, şehir hayatına uyum sağlamak zorunda kalan çoğu kalabalık ailenin yaşayabileceği ağırlıkta.

Bireysel olarak da yine gerek Maori kimliğinin gölgesinde kalan şehirli çıkmazlar ile, evrensel boyutta hepimizin tanık olabileceği veya yaşayabileceği türden dramatik kadın-erkek-çocuk, anne-baba-evlat problemlerinden güçlü bir kesit sunuyor. Kalabalık Heke ailesinin karşılaştığı sorunlar, filmin apaçık ekonomik, sosyal, psikolojik mesajlar vermesinin de önünü alıyor. Zira bu sorunları karşılayış biçimleri başlıbaşına birer mesaj sayılabilir. Refah seviyesi en yüksek ülkelerden biri olan Yeni Zelanda’da bile alt-üst kavramlardan söz edilebileceği meselesini, kültürel alt-üst kavramıyla birlikte vererek sınıfsal farklılıkların yeni yüzyıla kadar ulaşabildiğinin de altını çiziyor. Filmin sonunda Beth’in verdiği açık mesaj, bizim çoktan çıkarmış olduğumuz bir yapıda da olsa, filmin özüne cuk oturan, hatta gerçek gücün sembolü olan Beth’in ağzından duyulması gereken türden.


Ailenin en güçlü kişiliği şüphesiz anne Beth.. Ama bu “güç” kavramı fiziksel olarak ele alındığında ibre kesinlikle baba Jake’i gösteriyor. Bundan doğal bir şey olamaz diye düşünebiliriz. Fakat güç kadar, o gücün kullanımı da bu kavramın belirleyicisi olmalı. Jake, ayık olduğu zamanlarda Beth’e karşı sevgi saygı yörüngesinde dolaşıyor. Çocuklarına karşı ilgisiz, arkadaşlarıyla takılmayı, onlarla içmeyi, geceyi de onları kendi evine davet edip parti vererek bitirmeyi seviyor. Tabi sarhoş iken Beth’i acımasızca dövmesi, üst katta çocukları uyumaya çalışırken dostlarıyla bağıra çağıra şarkı söylemesi onun ne çapta bir aile babası olduğu hakkında çok açık fikir verecektir. Böyle durumlarda Beth gibi anaç kadınlar itaatkar, sabırlı ve arabulucu olmak durumundadırlar. Anneliğin ve kadınlığın gerektirdiği, gerek kapalı toplumlarda olsun, gerekse geleneklerin hakimiyeti elden bırakmadığı modernize çırpınışlar yaşayan ufak komünitelerde olsun bu şekildedir. Beth’de de değişen bir şey yok. Ama sorumsuz ve kaba kocası yüzünden çocuklarıyla olan ilişkileri zarar görmeye başladığında, bu itaatkarlığın yerini daha mücadeleci ve makul bir hırçınlık alıyor. Fakat özellikle Beth’in yaşadığı bu kademe kademe yükseliş filmde çok iyi resmedilmiş. Tabi ki ailenin çocukları, her şeyden önce fedakar bir anne olan Beth’in değişim sürecini yansıtmasına yararı dokunan basamaklar oluyorlar haliyle. İki ufak çocuk için zaten ilgiye sevgiye muhtaç olduklarını söylemeye gerek yok. Ama diğer üç yetişkin evladının yaşadığı sıkıntılar, Jake’den hiçbir yardım görmeden üstlenmek zorunda kaldığı sorumluluk bombardımanında Beth’i parçalara bölüyor.

Zamanında severek evlendiği Beth’in ailesinin Maori sınıfsal farklılıkları yüzünden Jake’i hakir görmeleri ve bu evliliğe başından beri karşı olmaları Beth ve Jake’in aşklarını engelleyememiş. Ama yıllar geçtikçe bilinçaltındaki bu sınıfsal ezikliği üzerinden atamayan Jake’in hıncını Beth’den vahşice çıkarması, her biri çeşitli sorunlarla boğuşsalar da temelde iyi huylu ve zeki çocuklarıyla iletişim kurmaması Jake’in dengesiz ve problemli kişiliğini açıklıyor. Ailenin en büyük çocuğu Nig, babasının aile içinde yarattığı kaos ortamından kurtulmak için, Maori geleneklerine bağlı bir sokak çetesine katılıyor. Diğer erkek çocuk Boogie, polisle başı derde girdiği için bir yetiştirme yurduna veriliyor. Orada yerel savunma sporları ve tabi Haka gösterisi öğreniyor. Ailenin genç, güzel kızı ve annesine gerçek anlamda yardımcı olan tek çocuk olan Grace ise kurtuluşu kendi hayal dünyasında arayan, annesi gibi güçlü olan kişiliğini gösterme fırsatı bulamadığı buhranlı ortamdan kurtulma hayalinde bir saflık timsali. Ama eril Maori çevresine sıkışıp kalmış Grace’in ödeyeceği ağır bedel, diğerleriyle kıyaslanamayacağı gibi, filmin en dramatik dönemecini de oluşturuyor. Beth’in gerçek gücünü ortaya koymak için çocuklarına yönelmesi yanında, geleneklerinde ve kanında olan savaşçı ruhunun farkına varması da, bir zamanlar savaşçı olan bir toplumun ferdi olarak, onu modern çağın getirdiği uğruna savaşılan değerlerin değişkenliğini vurgulayan bir sembol haline getiriyor.


Beth Heke rolüyle mükemmel bir oyunculuk sunan Rena Owen, başrol olduğu kadar aynı zamanda filmin en iyisi. Beth’in neşeli, kederli ve kızgın hallerini izlemek ve anlamak onun sayesinde mümkün oluyor. Çeşitli festivallerden çeşitli ödüllerle dönen Once Were Warriors’un Rena Owen’den sonraki en önemli oyuncuları, Jake rolündeki Temuera Morrison ile Grace’i canlandıran Mamaengaroa Kerr-Bell. Tamamı Yeni Zelandalı oyunculardan oluşan kadronun başrolünü paylaşanlar, gerek klasik oyunculuk maharetlerini, gerekse temsil ettikleri değerleri göstermekte çok başarılılar. Bu film sonrası aralarında James Bond filmi Die Another Day’in de bulunduğu bütçeli ve çoğunlukla vasat aksiyonlar üzerinde yoğunlaşmayı tercih eden Lee Tamahori’nin kariyerine çok iyi bir giriş sağladığı da söylenebilir. Filmden 5 yıl sonra yine Alan Duff romanından çekilen What Becomes Of The Broken Hearted? adlı bir devam filmi çekildiyse de, etkisi hiçbir zaman Once Were Warriors kadar olmadı. Once Were Warriors, eskinin modern ile yaşadığı çatışma kadar, köy-kent ikileminin odak noktası olan göçün yarattığı arızaları ve buna benzer kimi üstü kapalı toplumsal eleştirilerini yedi kişilik bir aile üzerinden yapabilen, karakterleri ile barışık, hikayesine sadık ve sürükleyici bir aile dramı olarak izlenmesi gereken bir yapım.

23 Eylül 2007 Pazar

Barfuss (2005)


Yönetmen: Til Schweiger
Oyuncular: Til Schweiger, Johanna Wokalek, Nadja Tiller, Michael Mendl, Steffen Wink, Alexandra Neldel
Senaryo: Til Schweiger, Jann Preuss, Stephen Zotnowski, Dina Marie Chapman, Nika von Altenstadt
Müzik: Max Berghaus, Stefan Hansen, Dirk Reichardt

Başına buyruk bir hayat yaşayan Nick (Til Schweiger), iş başvurusu için gittiği akıl hastanesinde temizlik işçisi olarak işe alınır. Tuvalette kendini asmak üzere olan hastalardan Leila’yı (Johanna Wokalek) tesadüfen görüp kurtarınca Leila, Nick’e bağlılık duyar. Hastaneden kaçıp onu evine kadar takip eder ve artık onu hiç bırakmayacağını söyler. Fazlaca saf olan ama deli sayılamayacak Leila’yı ikna edemeyeceğini anlayan Nick, çok zengin olan üvey babasının iş teklifini değerlendirmek ve terk ettiği eski kız arkadaşı ile evlenecek olan erkek kardeşinin düğününe gitmek üzere Leila ile birlikte yola çıkar.

Görüldüğü üzere bir romantik komedinin sahip olabileceği en iyi konulardan birine sahip olan Barfuss, bazı Hollywood aksiyonlarının silik tiplemelerinden hatırlayabileceğimiz Alman oyuncu Til Schweiger’in yönettiği, senaryosuna, prodüktörlüğüne ve editörlüğüne katkıda bulunduğu, başrolü üstlendiği sıcak, samimi, eğlenceli bir film. Kendisi dışarıdan çok Formula 1 bir insan gibi görünse de, ele aldığı görevleri hakkıyla yerine getiriyor. Romantik komedi kitabının en mühim maddelerini uygulamaya başarıyla geçirmesi haliyle bazı saçma sahnelere de zemin hazırlamıyor değil. Ama oldukça dokunaklı birkaç sahne içermesi ve bu sahnelerin gözlerde birikmelere yol açması bile çok yüksek bir ihtimal. Sabun köpüğü severlerin atlamaması gereken çok sevimli bir yapım. Öyle ki, fonda Leonard Cohen şarkısı Hallelujah coverı çalan lunapark sahnesini belki iki, hatta üç kez izletebilecek, elinizi yüzünüzü tekrar köpükleme arzusu uyandırabilecek hoş kokulu bir sabun adeta.

20 Eylül 2007 Perşembe

The Dead Girl (2006)

 

Yönetmen: Karen Moncrieff

Oyuncular: Toni Collette, Marcia Gay Harden, Brittany Murphy, Mary Beth Hurt, Rose Byrne, Giovanni Ribisi, James Franco, Kerry Washington, Bruce Davison, Josh Brolin

Senaryo: Karen Moncrieff

Müzik: Adam Gorgoni

 

Kendisine sürekli hakaret eden, huysuz, çekilmez yatalak annesine bakan utangaç ve gizemli Arden (Toni Collette), birgün kırsalda gezinirken kolunda “12:13” yazılı bir dövme, boynunda da “Taken” yazılı bir kolye bulunan vahşice öldürülmüş bir kızın cesedini bulur. Polise haber veren Arden, bu sayede bir süre sonra çevresinde tanınmaya başlar. Arden’e yaklaşmak isteyen tuhaf süpermarket çalışanı Rudy (Giovanni Ribisi) ondan bir randevu koparmayı başarır. Ama gerçekte bu iki tuhaf insanın hikayesi değildir anlatılan. Bulunan ölü kız ile ilgili fakat birbirinden habersiz dört kadının olaydan sonra yaşadıkları kesitleri izlemeye başlarız. Beşinci kişi ise ölü kızın kendisidir.

 

The Stranger, The Sister, The Wife, The Mother ve The Dead Girl olmak üzere beş bölümden oluşan film, ölü kızın merkezde olduğu beş farklı kısa filmin birleştirilmiş hali gibi duran çok çarpıcı bir bağımsız yapım. Sözü edilen kızın ölümüne getirdiği beş farklı bakış ile, aynı olayın değişik taraflar tarafından ele alınışı, üstelik bu tarafların film içinde hiçbir fiziksel temas yaşamaması, alışık olunmadık bir anlatım üslubu ile ele alınıyor. Sırasıyla cesedi bulan kadının, cesedin kızkardeşine ait olduğunu düşünen kadının, katil olması muhtemel şüpheli adamın karısı olan kadının, ölü kızın annesi olan kadının ve en sonunda ölü kızın bizzat kendisinin kısa hikayelerinden oluşan çok başarılı bir kolaj sunuluyor. En uzak parçadan başlayıp, tüm sır perdesinin kalktığı ölü kızın öldüğü gün yaşadıklarını izlediğimiz filmin, benzerine pek rastlanmayan kurgusu, bir trajedinin farklı anatomisini çok akıllıca förmüle ediyor. Kuşbakışı bakıldığında görülmesi olası bu zeki sıralama, yere inilip sırayla bu beş odanın içine girildiğinde de, o trajediyi merkezden çekip bir köşede bekleten, karakter ağırlıklı etkileyici dramlar sunuyor. Bu sunumlar çeşitli dram klişelerinden besleniyor gözükseler de, hem ortada açıklığa kavuşması beklenen sırlar, hem de bu dramların olaylarla ilgisi merak edildikçe film çekiciliğini muhafaza ediyor. Anlatım olarak her biri sakin ve gizemli bir atmosfer içinde akarken ölü kızın ruhu, soyut biçimde bu kısa öykülerin gerilim unsuru olarak hissediliyor. Filmle aynı adı taşıyan The Dead Girl adlı son bölüm ise, geride kalan dört bölümün ifşa ettiği ve gizlediği sırları yine sağlam bir dramatik öyküyle birbirine bağlıyor. Ama buna rağmen beş hikayenin beşinin de bir ucu açık bırakılmış yapıları film bittikten sonra bile izleyenleri zihinsel olarak aktif tutabilecek, hayalgüçlerini zorlamalarını sağlayabilecek derecede iyi tasarlanmış denebilir.

 

 

The Dead Girl’deki beş ayrı kadın ve onların kısa hikayeleri, vahşice öldürülmüş kıza belli noktalardan bağlı oldukları gibi, kendi içlerinde bağımsız özelliklere de sahip ve hatta derinlikli.. Ölü kızı bulan Arden’in sinir bozucu annesi ve garip süpermarket işçisi Rudy ile olan ilişkisi, genç bir doktor olan Leah’nın ölü kızı kendi kayıp kızkardeşine benzetmesi sonrası anne-babası ve erkek arkadaşı ile olan ilişkisi, kiralık depo sahibi Ruth’un, ilgisizliğinden yakındığı, daha sonra da şüphelenmeye başladığı kocası ile ilişkisi, kayıp kızını ümitsizce arayan, fakat onun beraber yaşadığı fahişe ev arkadaşı Rosetta vasıtasıyla hiç görmediği torununa ulaşan anne Melora’nın Rosetta ile ilişkisi ve son olarak ölü kız Krista’yı trajik sonuna götüren olaylar zinciri, dağınık görüntünün aksine kendi içlerinde derli toplu işleniyor. Şüphesiz bunda en büyük pay, filmi yazıp yöneten Karen Moncrieff’e ait.. Böylesi bir kadın karakter kadrosuyla tipik bir “katil kim” oyunu oynamak yerine, hemen hemen hergün işlenen herhangi bir cinayeti alıp, onu ilgili/ilgisiz başka karakterler nezdinde inceleyen, ucuz feminizm tuzağına düşmeyen gerçek bir kadın dramı çekmiş.

Beş kısa hikayenin beş ana karakteri arasında özellikle Toni Collette ve Marcia Gay Harden gibi iki usta oyuncunun birinci sınıf oyunları yanında, özellikle Mary Beth Hurt , The Wife bölümüne damgasını vuruken, genç kuşaktan Rose Bryne ve üstlendiği rollerin hakkını veren Brittany Murphy ile beşgen tamamlanıyor. Fakat bu beşgenin dışında kalan yan karakterler de basitçe geçiştirilmeyip ciddiye alınmış, filme hız ve yön katan seçimler.. Yine kısa ama etkili performanslarla Arden’in huysuz annesini canlandıran Piper Laurie, Krista’nın fahişe ev arkadaşı Rosetta’yı çok iyi oynayan Kerry Washington, erkek tarafında ise Giovanni Ribisi, James Franco ve onu tanıyanların bile bu filmde tanımakta zorlanacağı bir Josh Brolin bulunmakta. San Diego Film Eleştirmenleri Birliği’nin en iyi orijinal senaryo ödülüne layık gördüğü The Dead Girl, soruları, cevapları ve yine sorularıyla usta işi bir dram/gerilim olduğu kadar, kaliteli oyunculardan çıkan parlak performanslar resmi geçidi gibi aynı zamanda.

14 Eylül 2007 Cuma

The Hoax (2006)


Yönetmen: Lasse Hallström
Oyuncular: Richard Gere, Alfred Molina, Hope Davis, Marcia Gay Harden, Stanley Tucci, Julie Delpy, Eli Wallach
Senaryo: William Wheeler
Müzik: Carter Burwell

Clifford Irving
, 1971 yılında dünyanın bir numaralı sahtekarlarından biri sayılmasına neden olacak çok büyük bir yalan söyledi. Konu sıkıntısı çeken bir yazar iken bir gün, aklına dahice ama bir o kadar da tehlikeli bir fikir geldi. Dünyanın en ünlü adamlarından biri sayılan Howard Hughes'un bütün anılarını ve sırlarını yazma hakkını elde ettiğini komuoyuna duyuran Irving, bu yalan sayesinde büyük bir şöhret ve para kazandı. Bir gün yalanının ortaya çıkacak olabileceği gerçeğini bile umursamayan Clifford, hem iş, hem de özel hayatında etrafını kuşatan yalanlarıyla gidebildiği yere kadar yaşamaya kararlıydı.


Martin Scorsese, 2004 yılında çektiği The Aviator ile, başta en çok hak ettiği dallarda 5 Oscar olmak üzere onlarca ödül kazanmıştı. Ama bu ödüllerin çok daha ötesinde Howard Hughes gibi neredeyse sadece Amerikalıların bildiği sıra dışı bir milyarderin biyografisini filmleştirmek suretiyle onu tüm dünyaya tanıtarak olumlu bir iş yapmıştı. Her ne kadar bizden, o film ile pozitif bir performans sergilemiş olmasına rağmen Leonardo DiCaprio’dan Howard Hughes olabileceği yalanına inanmamızı beklemiş olsa da, bu tanıtım Hughes hakkında sahip olunabilecek en iyi belge niteliğindeydi ve hala da öyle.. O dönemde iş, politika, sinema ve magazin dünyasına damgasını vurmuş, fırtınalı bir hayat yaşamış, takıntılı ve çılgın bir adam olan Hughes, etrafında yarattığı gizemli hale ile herkesin merak ettiği, gazetelerin, dergilerin, televizyonların, kamuoyunun her zaman ilgisini cezp etmiş bir ikon haline gelmişti. İşte The Hoax, bu ikonun sırtından para kazanmak isteyen “Yılın Dolandırıcısı” yazar Clifford Irving’in kendi yazdığı aynı isimli kitabından William Wheeler’ın senaryolaştırdığı, 90’lı yılların başlarında Hollywood’a transfer olan İsveçli yönetmen Lasse Hallström’ün yönettiği kanlı canlı, aynı zamanda Howard Hughes efsanesine farklı bir açıdan bakmayı çok iyi başarmış bir film..

Howard Hughes kadarolmasa da, yine ilginç bir kişilik olan Clifford Irving’i de tanıyoruz bu sayede. Irving, bağlı olduğu yayınevinin kendisini bir kitap için sıkıştırmasının ardından tesadüfen Hughes hakkında düzmece bir biyografi yazmayı tasarlıyor. Düzmece dediysek, aslında işin tek düzmece kısmı, Clifford tarafından Howard Hughes biyografisinin, Howard Hughes’dan habersiz yazılıyor olması.. Bundan ala düzmece de olmaz zaten. Fakat Irving bu biyografiyi yazarken hırsından, kolay pes etmeyen kişiliğinden, kurnazlığından, araştırmacı yapısından ve en önemlisi, ustaca yalan söyleyebilme yeteneğinden yararlanıyor ki, bu sayede elde ettiği veriler onu mükemmele doğru götüren bir hal almaya başlayınca kendisini ve çok yakın dostu Dick Susskind’i bile şaşırtıyor. Bu saydıklarımız genel anlamda Irving’in kişilik özelliklerini de oluşturuyor. Clifford Irving, böylesi erişilmez bir insanın anılarını, sırlarını ve hayat hikayesini yazma hakkını eline aldığı yalanını patronlarına, yayın dünyasının yatırımcılarına söylerken bu özelliklerinden faydalandığı gibi, yalanının arkasında durmayı da son derece iyi beceriyor. Bu yalanı tasarlama, pazarlama ve satma süreci gerçekten çok eğlenceli.

Üzerine yalan söylenen konu Howard Hughes olunca, yaklaşık 15 yıl boyunca yazılı ve görsel basınla ilişki kurmayan, onlardan saklanmayı başarmış birinin Irving gibi ortalama bir yazarla konuşmayı kabul etmesi demek, Irving’in yalanını çok sağlam temellere dayandırması gerektirdiği anlamına geliyor. Irving’in kişilik özellikleri, biraz şansla elde edilmiş kritik Hughes belgeleriyle birleşince yalan yavaş yavaş kontrolden çıkmaya başlıyor. İpini koparmış bir yalandan daha tehlikeli bir şey varsa, o da ipini koparmış bir başka yalandır herhalde. Irving’in yükselme devri ile birlikte anlaşmalar, belgeler, sahte ses kayıtları, binlerce dolarlık çekler, entrikalar ve yine yalanlar havada uçuşuyor. Bu süreçte önüne çıkan engelleri aşmayı başaran Irving, ilkeleri ve biraz da menfaatleri gereği müdahale etmekte aceleci davranmayan Hughes’ün suskun tavrı sayesinde usta yalanını adeta bir kurtlar sofrası olan basın camiasına yutturmayı başarıyor. Film boyunca sadece resimlerini gördüğümüz, birkaç yerde de sesini duyduğumuz Howard Hughes’ün, Amerika tarihinin en tartışmalı başkanı Nixon döneminin karışıklık ortamındaki hamlelerini görünce, dahilik ve delilik arasında gidip gelen kişiliğinin her iki parçasına da tanık oluyoruz.


Yalan söylemekle kalmayıp o yalanı yaşamaya başlayan Clifford Irving için çember zamanla daralmaya başlıyor. İş, eş, arkadaş ve böylesi bir yalancının hayatında olmazsa olmaz metres köşelerinde de sorunlar çıkmaya başlıyor. Yalan bu kadar büyük olunca, yalanın en büyük parçası olan Hughes ile kendini özdeşleştirmeye, kişilik bölünmeleri yaşamaya, hayaller görmeye başlıyor. Lasse Hallström’ün bu evredeki anlatım biçimi, kendisine ait diğer Amerikan bandrollü dramlarındaki kıvrılmalardan farklı olmadığı kadar, izleyiciyi şaşırtmaya yönelik başarı oranı yüksek müdahaleleri de kapsıyor. Son iki filmi An Unfinished Life ve Casanova’ya bakarak Hallström’ün tekrardan olgun bir işe dönüşü sayılabilecek The Hoax, nükteli dramın riskli kıvamını çoğu yerde tutturabildiği gibi, Clifford Irving karakterini bize yakınlaştırarak, onun söylediği yalanın ortaya çıkacağı süreç içinde abartısız bir gerilim de vaat ediyor. Nixon döneminin yüksek tansiyonunu, arşiv görüntülerini kes/yapıştır yöntemiyle kullanması başlarda biraz zorlama gibi dursa da, film ilerledikçe altı boş gibi duran kimi yamalar, ustaca yapılmış alıntıların doğru yerlere monte edilmesi şeklinde belgeselimsi kısa anlar yaratıyor. Üstelik hem prodüksyon ekibi, hem de Hallström’ün birçok filminde beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Oliver Stapleton sayesinde 70’li yılların dokusunu çoğu yerde başarıyla yansıtabiliyor. What's Eating Gilbert Grape, The Cider House Rules, Chocolat gibi kaliteli işlere imza atmış olan Hallström, anlatım yönünden kendine has belli bir tarzı olmayan, yine de özenle seçilmiş oyuncular ile dram ağırlıklı filmler çekmeyi tercih eden, bu olta sayesinde biraz da zayıf kalan hikayeleri bir şekilde izlettirmeyi başarabilen kurnaz bir yönetmen. Tabi bunu Amerika sonrası basit işleri için söylüyoruz.

Scorsese’nin Leonardo DiCaprio’dan Howard Hughes yaratmasının garipliğinden ve Lasse Hallström’ün Richard Gere sayesinde Clifford Irving’i bize yakınlaştırdığından bahsettik. Elbette sinematik veya fotojenik yüzlere sahip olmayan ünlü simaların filme alınışında görülen bu sempatikleştirme yaklaşımı The Hoax’da da görülmekte. Gerçek Irving’in yüzündeki doğuştan üçkağıtçı ifadeyi Richard Gere’de temiz yüzlü bir jön olarak bulmaktayız. Aynı durum, birbiriyle çok alakasız Hughes-DiCaprio ikilisinde de baş göstermişti. Bu durum, tipik bir seyirci avlama metodu olarak görülse de, canlandırılan karakterin fiziksel benzemezliğini, anlatım gerçekliğiyle bertaraf eden yapımlar da mevcut. Üstelik zaman zaman salt yüz güzelliğinden faydalanmayıp, hatta onu bile kullanmadan inandırıcılık yakalamış yönetmenler de ayrı bir saygıyı hak etmekteler.

Bu noktada Richard Gere’in Irving görünümü, gerçek Irving’e nazaran biraz daha süslü. Pazarlama stratejileri ışığında kimi slogancıların “Gere’in en iyi performansı” şeklindeki abartılar kuru sıkıdan öte gitmiyor. Bu sayede American Gigolo, Breathless ve An Officer and A Gentleman gibi Gere filmlerine de haksızlık ediliyor. Son zamanlarda üst sınıfa mensup gözde bekar veya sicili temiz aile babası tiplemelerini üzerine yapıştırmış olan aktör için medya dolandırıcısı Clifford Irving rolü, Gere’in kendisine uysa da, Irving’e pek uymuyor sanki. Elbette kötü bir performans değil. Keza, DiCaprio’nun Howard Hughes yorumu da öyleydi. Ancak beyaz atlı prens olarak bir dolandırıcıyı canlandırmak, yüz, mimik, vücut dili olarak daha fazlasını istiyor.


Hope Davis, Marcia Gay Harden, Stanley Tucci, Julie Delpy, Eli Wallach gibi sıkı bir kadronun oyun olarak olmasa da konum olarak olgunluğu gözden kaçmıyor. Ama filmin çok önemli bir kozu daha var: Irving’in sırdaşı, suç ortağı ve en iyi dostu, çocuk kitapları yazarı Dick Susskind rolüyle İngiliz oyuncu Alfred Molina.. Başlarda tipik “iyi adamın yanında yer alan komik” karakterini canlandırdığı düşünülse de gittikçe filmin tek mizah unsuru olduğunu belli ediyor. Irving’in tam tersi, telaşlı, komik, saf ama zeki, sorgulayan, duygusal, eşine bağlı Susskind olarak Molina’nın performansı çok başarılı. Mizahi özelliklerinin yanında bu ciddiyeti de ustaca resmeden aktör The Hoax’un en renkli siması diyebiliriz. Tüm bu özelliklerin toplamında The Hoax için kişisel algılarım dışında iyi bir film olduğunu, işini iyi yaptığını söylemekte bir mahzur yok..

10 Eylül 2007 Pazartesi

El Laberinto del Fauno (Pan's Labyrinth) (2006)

 
Yönetmen: Guillermo del Toro
Oyuncular: Ivana Baquero, Sergi López, Maribel Verdú, Doug Jones, Ariadna Gil, Álex Angulo, Roger Casamajor
Senaryo: Guillermo del Toro
Müzik: Javier Navarrete

1944 İspanya.. Sivil savaşın bitimine yakın zamanda, Navarra’nın dağlık bölgelerinde ordu ve isyancılar arasındaki çatışmalar sürmektedir. 10 yaşındaki Ofelia, hamile annesi Carmen ile birlikte Navarra’da isyancılara karşı savaşan üvey babası Kaptan Vidal’in yanına yerleşirler. Vidal, faşist yönetimin emrinde sınırı isyancıladan temizlemekle görevli zalim bir askerdir. Kendi hayal dünyasında yaşayan Ofelia, üvey babasının sert tavrı nedeniyle onunla yakınlık kuramaz. Bir gün yerleştikleri evin arka bahçesinde bir labirent keşfeder. Labirentin içinde ise adının Pan olduğunu söyleyen bir yaratıkla karşılaşır. Pan, Ofelia’ya sadece onun görebileceği ve okuyabileceği bir kitap verir. Bu kitapta Ofelia’yı bekleyen bazı görevler vardır. Ofelia görevlerini başarırsa ölümsüz bir prenses olacaktır. Ama bu görevler hiç de kolay değildir. Hem düş dünyasında, hem de gerçek dünyada küçük Ofelia’yı hayati sınavlar beklemektedir.

El Liberinto del Fauno 1940’lı yıllar faşist İspanya’sında fantastik ve gerçek öğelerle iç içe geçmiş bir dram. Politik bir atmosferde geçmesine rağmen, dönemin gelmişi geçmişi ile ilgilenmektense, kendi iki hikayesine odaklanmış, dönemi sadece bir dekor olarak kullanmış. Zaten o iki hikayenin de çok fazla tarihi detaylara inme gereksinimi yok. Dolayısıyla bildik bir üslup olarak “tarihi bir döneme küçük bir kızın gözünden bakan” bir film değil. Filmin paralel ilerleyen biri gerçek dünyada, diğeri fantastik iki öyküsü var. Filmin yönetmeni ve senaristi Guillermo del Toro, bu risk taşıyan kurgusunda önemsediği ve bilerek önemsemediği biçimler ile bir yol izlemeyi tercih ediyor.

Filmin gerçeklik kısmına baktığımızda gerilimli ve sürükleyici bir hikayeye tanık oluyoruz. Hamile annesiyle birlikte, üvey babası olan ve İspanya kırsalına yerleştiği birliğiyle direnişçilere karşı acımasızca mücadele eden Vidal’ın yanında yaşamak için taşınan küçük Ofelia kendine ait bir hayal dünyasında yaşıyor. Ofelia’nın dışında gelişen, asker ve direnişçiler arasındaki çatışmayı içeren gerçek öykü, içine dahil ettiği muhbir öyküsü, genel karakteri oldukça sert aksiyonu ve özellikle Kaptan Vidal’ın sürüklediği gerilim ile yere gayet sağlam basıyor. Öte yandan Ofelia’nın bahçede keşfettiği gizemli labirent ile başlayan fantastik hikaye ile farklı bir boyut kazanan film, paralel bir anlatımı benimsiyor. Ancak belli noktalarda sanal ve gerçeğin zoraki kesişmeler yaşamasına ve bu paralelliğin gerçek öyküyle kopukluklar yaşamasına rağmen, tamamen yabancı da durmuyor.

 
Labirentte karşılaştığı garip yaratık Pan, benzer masallarda da rastlanan yol gösterici, kralın bilge soytarısı geleneğinin Del Toro versiyonu. Aslında bu versiyonun görsel açıdan ürkütücü ve enteresan yorumundan başka orijinal bir yanı pek gözükmüyor. Labirent bekçisi Pan’ın Ofelia’ya verdiği, ölümsüz bir prenses olabilmesi için yapması gereken görevlerin bu ikinci hikayeye katkısı büyük. Hatta keşke Ofelia’nın başka görevleri de olsaydı. Masal da olsa bu görevlerin kendi öykü sınırları içinde alışıldık, ama sıkmayan bir disiplini takip ettiği söylenebilir. Ama işin masal kısmının gerçek hikayenin akışına sağladığı katkı oldukça alışıldık ve basit. Yine de her iki hikayenin kendi bağımsız omurgaları gayet sağlam.

Öte yandan belli noktalarda gerçek ve masalın zoraki kesişmeler yaşaması, iki hikayeyi sadece paralel bırakıyor. Her ne kadar bu tip çift fonksiyonlu öykü anlatımlarında fantastik öykünün gerçek olana bağımlı şekilde seyretmesi ve belli noktalarda iç içe geçmesi hikaye dinamizmini dengelese de, neticede bu bir anlatım tercihidir. Her iki tarafın kendi disiplinleri ve dinamizmleri fire vermedikçe (ki vermiyor) adaptasyon sorunu da yaşanmıyor. Yani gerçek hikayeden sanal olana yapılan tatlı-sert geçişler, bırakın filme yabancılaşmayı, daha da özümseme sağlıyor. Ofelia’nın final sınavı çok tanıdık gelse de, bu özümseme sayesinde ufak detayların bir önemi kalmıyor.

Yönetmenliğe varana dek, çoğu tutkulu sinemacının geçtiği kısa film ve TV programları sürecinin yanında yaklaşık 10 yıllık bir makyaj uzmanlığı geçmişi olan, dinsel temalara, sembollere, çizgi roman kültürüne, ve özellikle böcek ailemine olan ilgisini filmlerinde yoğun biçimde kullanan Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, çok başarılı ilk filmi Cronos’u 1993’te çekti. 4 yıl sonra Hollywood’a çektiği ortalama bir gerilim/yaratık filmi olan Mimic ve devamında yine kendi dilinde filme aldığı, yine El Liberinto del Fauno gibi İspanya iç savaşı esnasında geçen bir hayalet öyküsü anlattığı ve yine çok ses getiren El Espinazo del Diablo’yu çekti. Ardından fantastik Hollywood işleri Blade II ve Hellboy ile makyaj, kostüm, dekor, ışık, renk kullanımlarını çok ciddiye alan, bu sayede yaratılan tuhaf ama çekici atmosferlerle hayran yelpazesini genişleten tarz sahibi bir yönetmen oldu. Sinematografik duyarlılığının ulaştığı noktayı El Liberinto del Fauno’da görmek heyecan verici.

Guillermo del Toro, Hollywood deneyimlerinin de etkisiyle klasik gerilim ve dram tavırlarını da sergiliyor. Çabuk ve sessizce gerçekleşen yer değiştirmeler, mantığı zorlayıcı insanüstü çabalar, karakterlerin kusursuz zamanlama anlayışları bazen filmin özgün görünümüne çizik atar gibi görünse de, bunlar yüzeyin sağlam tabakasını zedelemeyen, rahatsızlık uyandırmayan ayrıntılar.. Aynı zamanda yeri geldiğinde bir masala göre oldukça sert kaçabilecek şiddet sahneleri, Del Toro’nun karakteristik ilkelerine bağlılığına ve o ilkeleri çektiği her türe adapte edebilme cesaretine işaret ediyor.

 
Ofelia rolüyle, genç yaşına rağmen yolun başında bir kariyere sahip Ivana Baquero, istenilen her duyguyu vermeye hazır bir rahatlıkla oynuyor. Rolünün getirdiği çocuksu ve olgun dramatik yükselişlere de hakim. İspanyol aktris Maribel Verdú, Mercedes rolünü Alfonso Cuarón filmi Y tu mamá también’deki performansından çok farklı bir tarzla filmin önemli bir fonksiyonu haline getiriyor. Anaç, güçlü ve duyarlı Mercedes’in bu özelliklerini üzerinde mükemmel taşıyan Verdú, bir yönetmenin karakter oyuncusu niyetine sahip olmak isteyeceği türden bir nimet adeta. Kaptan Vidal olarak izlediğimiz Sergi López, yine Del Toro için ayrı bir nimet. Filmde gerilim ve şiddet korkusunu tetikleyen ne varsa bunun kaynağı López’in canlandırdığı Vidal’da. Hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmayan, acımasız, duygusuz, disiplinli ve son derece zeki Vidal’i hem fizik, hem de oyun olarak kusursuz betimleyerek, belki de uzun süredir hasretini çektiğimiz bir kötü adam profili sunuyor. Filmdeki iki göz alıcı tasarım ürünü yaratığa can veren Doug Jones, yine Del Toro’nun Hellboy’unda Abe Sapien olarak yaratık kontenjanından yer bulmuş bir isim. Filmde tüm bu isimlerin yanında, akıcılığı sağlayan başka bir unsur daha var. O da filmde konuşulan tempolu, darbeli, dokunaklı ve kesinlikle estetik İspanyolca’nın ta kendisi.

Bunun yanında Del Toro’nun prodüksyon ekibinde Y tu mamá también ve son olarak Children Of Men filmlerinin yönetmeni Alfonso Cuarón, filmin mutfağına girip kurguya katkıda bulunmuş Alejandro González Iñárritu ve Del Toro’nun çoğu filminin o gizemli ambiyansını belirlemiş usta sinematograf Guillermo Navarro gibi isimlerle tam bir Meksika dayanışması var. Guillermo del Toro, özenli çalışmasının ve hayret verici hayal dünyasının sonucu kendi frakansını yakalamış bir yönetmen. İspanyolca çektiği filmlerin tadı bir başka elbette. Çünkü o filmlerde, diğerlerinde olmayan bir hava kolayca koklanıyor. El Liberinto del Fauno, fazla derinliği olmayan bir masal gibi görünen dış yüzeyine rağmen, elinde çok doğru bir sinematografi kozu olduğu halde, sırtını ona dayamamış, eksikliği hissedilen drama ruhunu safkan aksiyona kurban eden filmlerden çok farklı, çok etkileyici bir film.

4 Eylül 2007 Salı

Water (2005)

 

Yönetmen: Deepa Mehta

Oyuncular: Sarala, Lisa Ray, Meera Biswas, Seema Biswas, John Abraham, Raghuvir Yadav

Senaryo: Deepa Mehta, Anurag Kashyap

Müzik: Mychael Danna, A.R. Rahman

 

Kadın yönetmen Deepa Mehta, elementler üçlemesi Fire, Earth ve son olarak Yabancı Film Oscarlarında ilk beşe kalan Water filmlerinden az çekmedi. Hindu radikalleri tarafından tehdit edildi, film setleri basıldı, ateşe verildi, film çekmesi bürokrasi ve yobazlık engellerine takıldı. Üçlemenin ilk iki filmini izlemedim ama onlar da Water gibi ise en kısa zamanda izlenmeli. Hikaye 1930’ların sonunda sömürge altında yaşayan Hindistan’da Gandhi’nin mücadelesinin en zorlu zamanlarında geçmekte. Töreler gereği henüz 8 yaşında dul kalan küçük Chuyia, dul Hindu kadınların toplumdan dışlandıkları hapisane benzeri bir bakım yurduna verilir. Bunu bir türlü kabullenemeyen Chuyia’nın, Mehta oklarını tam hedefine fırlatan sevimli varlığı, orada tanıştığı güzel Kalyani ile olan dostluğu, Kalyani’nin gönlünü Gandhi yanlısı aydın, yakışıklı ve varlıklı bir gence kaptırması, ve törelerle hayatın gerçeklerinin balık istifi olduğu talihsiz bir yaşamın kahpeliği.. Yabancısı olduğumuz bir geleneğin, aslında hiç de yabancısı olmadığımız acımasızlıklarını insani doğrular ve ayağı yerde bir hüzünle anlatan çok güzel bir film. Dul erkekler için de böyle sığınma evleri olup olmadığını sorma cesaretini gösteren tek dişi olan Chuyia rolündeki Sarala gerçekten büyüleyici. Mychael Danna - A.R. Rahman ortaklığın ürünü müzikleri görkemli. Bazen ağırlaşan temponun aslında filmin ritmi olduğunu anlamak fazla zaman almıyor. Bu ritim kesinlikle hüzünden beslenen, bir kadın filminden ziyade, insani hatlara temas eden unisex vicdanlara sesleniyor.