30 Nisan 2007 Pazartesi

The Lost City (2005)


Yönetmen: Andy Garcia
Oyuncular: Andy Garcia, Inés Sastre, Tomas Milian, Richard Bradford, Dustin Hoffman, Bill Murray, Enrique Murciano
Senaryo: G. Cabrera Infante
 
1958’de Havana şehri Karayipler’in Paris’idir. Gündüzleri parlak güneş ışığının yaktığı şehri geceleri de eğlence yerlerindeki tutku ve müzik kucaklamaktadır. Ama lüksün ve zevkin hüküm sürdüğü tropik şehirde her şey iyi gitmemektedir. Ülke için için kaynamaktayken, kendi aleminde yaşayan, çağdaş bir Nero olan diktatör Fulgencio Batista, Küba’nın gırtlağına bastırmaktadır. Bu sırada yer altına inen umutsuz şehirliler silahlanmaya başlamış, Fidel Castro’nun ve Ernesto "Che" Guevara’nın devrimci M26 güçleri Havana’ya gitmek için gerekli plan ve hazırlıkları yapmaktadırlar. İşte bu sırada Havana'nın en klas gece kulübü El Tropico’nun sahibi Fico Fellove, ailesini, kulübünü ve bir kadının sevgisini elinde tutabilmek için mücadele etmektedir. Kargaşadan uzak kalmayı dilese de, Fico yavaş yavaş çevresini saran tarihi olayların içine çekilir.
 
Kübalı yazar Guillermo Cabrerra Infante’nin yazdığı The Lost City, tecrübeli aktör Andy Garcia’nin ilk yönetmenlik denemesi. Konu olarak ilk filmi ile, kökleriyle yüzleşmeyi seçen Andy Garcia, yakın zamanda Liv Schreiber’in ilk yönetmenlik denemesi Everything Is Illuminated'da rastladığımız yolu izliyor. Her ne kadar köklere dönüş açısından benzeşme görülse de, tavır açısından Andy Garcia’nın yüzleşmek için seçtiği uyarlama, yazar Infante’nin Küba devrimine olan temkinli yaklaşımını yansıtmayı pek çok yönden başarmış gözüküyor.

1990 yapımı Sydney Pollack filmi Havana'da Batista rejimine atılan bakış ile The Lost City'de gördüğümüz kafa karışıklığı büyük ölçüde Infante’nin sorgulayıcı tutumundan ileri gelmekte. Komünizmin en büyük düşmanlarından olan burjuvaziyi her yönüyle yaşayan Fellove ailesinin üç oğlundan Luis ve Ricardo’nun devrimci yanlarının baskın gelmesine rağmen, gece kulübü sahibi Fico’nun ihtiyatlı yaklaşımı, artık günümüzde birer ikona dönüşmüş Castro ve Che’nin efsanevi duruşlarına da radikal biçimde eleştiriler gönderiyor. Hikayeden kaynaklanan mantıkla, burjuvadan çıkmış devrimci iki kardeşin trajedileri çok çarpıcı. Garcia, bu trajedilerin vuruculuğunu izleyiciye aktarmak için elinden geleni yapıyor ve sertliğe başvurmaktan çekinmiyor. Bu sayede ikonlara da meydan okuyor bir yerde.. İlk film olarak Infante’nin eleştirel eserini seçmesi itibariyle Garcia’nın durduğu yeri belirlemek zor olmuyor. Ancak işin bir de sinemasal yönü var elbette.


Andy Garcia, Fidel Castro’yu çok uzaktan ve mümkün olduğunca yüzünü göstermeden betimleyip, günümüzde ticari bir obje veya rock’n roll figürü haline getirilmiş Che Guevara’yı da alaycı ve serseri bir emir eri şeklinde yansıtınca tarafını keskinleştirir gibi yapıyor. Yoruma göre taraf veya tarafsızlık unsurları seçilebileceği gibi, belki de öyküden kaynaklanan seçicilikle, Küba ve Havana’nın diğer yüzüne neredeyse hiç tanık olmuyoruz. Wim Wenders’in muhteşem belgeseli Buena Vista Social Club’da gördüğümüz diğer yüzü iyi bilenler için The Lost City büyük bir ıska gibi de görülebilir. Diğer türlü, devrim sadece Batista ve iki kötü polis yüzünden yapılmış gibi yüzeysel bir anlam da çıkabiliyor ki, bu durum Garcia’nın en büyük handikaplarından biri olmuş.
 
Bir diğer terslik, Garcia’nın devrimci kardeşlerinden Luis’in dul eşi Aurora ile olan ilişkisinin tam olarak romantik bir düzleme oturtulamayışı olmuş. Zaten yine öykü gereği, dramatik olmayı beceremeyen bu durumu kurtarmak için Garcia, filmin çekildiği Dominik Cumhuriyeti’nin benzersiz manzaralarını fon alarak kendisini ve Inés Sastre’yi flört ederken görüntülemeyi tercih etmiş. Ama bu flört süreci görsel açıdan ne kadar hoşluk barındırıyor olsa da, işlenmesi icap eden aşk hikayesinin bünyesine hiç de katkıda bulunmuyor, hatta sıkıcı bir hal alabiliyor. Küba ezgileri ve enfes manzaraların önünde yaşanabilecek, süre olarak daha ekonomik ve tabi ki derinliğe sahip dramatik bir aşk hikayesi Garcia’nın filmine daha çarpıcı bir katkıda bulunabilirdi. Dans sahnelerinin zaman zaman gereğinden uzun tutulması, bazen de bu dans sahnelerinin filmin devrim sürecine iç içe yedirilmeye çalışılması kimi yerlerde amatörce kaçmış. Bazı filmlerde gördüğümüz dramatik sahnelere kıvrak ritimlerle eşlik etme ironisi de bu amatörlüğe dahil olmuş.

“Vatanseverlik hainlerin sığınağıdır” veya “elinde kırbacı olan bir İsa’ya ihtiyacımız var” gibi Batista döneminin hassasiyetini yansıtan sözlerin ardından, Castro dönemini de iki kardeş vasıtasıyla ve yine devrimin getirdiği yeni “yasaklarla” vurgulamaya da aynı özeni gösteren Garcia, yaratmaya çalıştığı balansa hem yönetmen, hem de oyuncu olarak elinden geldiğince sahip çıkmaya çalışıyor. Castro döneminden sonra aktörün oyuncu kimliği de biraz olsun ortaya çıkmaya başlıyor. O zamana dek, kendi filminde oynadığı Fico karakteriyle yönetmen Andy Garcia arasında hiçbir fark görmesek de, özellikle babasıyla hasta yatağında konuştuğu sahne ile, Aurora’yı kendisiyle New York’a gelmesi yönünde ikna etmeye çalıştığı bölümde güzel bir oyunculuk sergiliyor. Onun dışında giydiği mafya filmlerindeki ceketini çıkaramamış gibi dursa da, zengin ve güçlü karakterleri canlandırmada ekranı iyi doldurduğu bir gerçek. Ama onun elinde olmayan bir durum daha bu filmde beliriyor. New York’a geldikten sonraki haliyle Kübalı Züğürt Ağa çağrışımları yapması, bu zengin ve güçlü karaktere inanma güçlüğü çekmemizi de sağlayabiliyor. Başlardaki dans bölümlerinden veya Aurora ile flört ettiği sahnelerden biraz kısıp, New York’taki Fico Fellove’nin üzerine biraz daha oynasaymış, “düşmüş zengin” karakteri daha acınası bir dramatik yola yönlendirebilirmiş. Bu haliyle New York’a yerleştiğiniz ilk haftada bir kulüp işletme teklifi alabilirsiniz çabukluğu yaşanmış.
 

Garcia’nın yanında oyunculuk olarak Fellove ailesinin reisi Don Fellove rolüyle Kübalı Tomas Milian oldukça başarılı. Bill Murray’ın canlandırdığı Fico’nun isimsiz dostu, birkaç hoş espiri dışında pek bir şey veriyor değil açıkçası. Sadece iki sahnede görünen Dustin Hoffman, Meyer Lansky rolüyle mafya babasından çok, aile babası gibi duruyor. Ancak başlarda Fico’nun ofisindeki Garcia-Murray-Hoffman buluşması çok hoş ve zekice diyaloglara sahne olmuş. Modellikten gelme Inés Sastre filmde olması gerektiği ölçüde kendi konusuna mankenlik etmekte. Filmde ayrıca bahsedilmesi gereken bir oyuncu da Jsu Garcia.. Pek çok dizi ve filmde yardımcı rollerde oynamış oyuncu, fizik olarak Ernesto Che Guevara’ya mezarından kalkıp gelmişçesine benzemiş neredeyse.. Göründüğü kısa sahnelerde de bu benzerliği oyunculuğuyla çok ustaca birleştirmeyi başararak, göz alıcı bir çekicilik sağlamış.

The Lost City, bir ilk filme göre iyi sayılabilir. Eksikleri onu bütünüyle kötü yapmaz. Her şeyden önce Küba Devrimi’ne farklı bakışıyla bile sıradan bir film denmeyi hak etmiyor. Bu çeşit bir bakışa da mutlaka ihtiyaç var. Andy Garcia’nın büyük ölçüde kendisini yöneten yönetmenlerden gözlemlediği yönetim tekniği, ilerde kendisinde nasıl şekil bulur bilinmez. Bazı fazlalıklarına rağmen, epik olmayı değil ama bir nebze sıyrılmayı başarmış bir film..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder