9 Mayıs 2012 Çarşamba

Intouchables (2011)


Yönetmen: Olivier Nakache, Eric Toledano
Oyuncular: François Cluzet, Omar Sy, Anne Le Ny, Audrey Fleurot, Clotilde Mollet, Alba Gaïa Kraghede Bellugi, Cyril Mendy
Senaryo: Olivier Nakache, Eric Toledano
Müzik: Ludovico Einaudi

Olivier Nakache ve Eric Toledano ikilisinin yazıp yönettiği gerçek olaylara dayalı Intouchables’da, yamaç paraşütü yaparken geçirdiği kaza sonunda boyundan aşağısı felç olan milyoner iş adamı Philippe ile ona yardımcı olması için tuttuğu Driss arasındaki sıcak dostluk işleniyor. Farklı sınıflara ait, bambaşka geçmişlere ve hayatlara sahip iki adamın bu dostlukları dinamik, renkli ve duygusal bir anlatımda vücut buluyor. Dışarıdan bıraktığı Scent Of A Woman ve Le scaphandre et le papillon izlenimlerini boş çıkarmayan bir kaliteye sahip olması yanında, bu filmlerin dramatik karakterlerinden farklı biçimde tempolu yapısını mizah yüklü anlarla süsleyerek amacı olan yaşama sevincini yansıtmayı çok iyi beceriyor. Hatta bu tanımıyla derinden hissedilen bir hüzün atmosferi dahi yaratarak samimiyetini sağlamlaştırıyor.

Filmin bu samimi hamuru, ufak tefek eksiklikleri bile görmezden gelmemizi sağlıyor. Öyle ki örneğin mücevher hırsızlığından 6 ay yatmış Driss’in hiç de bunu yapabilecek karakterde sunulmamasıyla yaşanan çelişki (ya da bu suçun arkasında yatanlara bakılmaması) fazla önem taşımıyor. Philippe ve Driss arasındaki güçlü kimya her şeyin önüne geçiyor ki, filmi en iyi biçimde anlatabilmek için en doğrusu da bu. Kısa sürede işçi – işveren ilişkisinin ötesine geçerek adım adım ihtiyaç arzeden bir dostluğa dönen bu kimya, zıt kutupların çekimini çok iyi yansıtıyor. Ailevi sorunlarına rağmen her zaman neşeli, pozitif, hiperaktif ve dobra Driss ile tevazu sahibi, hoşgörülü zengin Philippe arasında kültürel farklılıkların yarattığı espri malzemeleri de gayet yerinde kullanılıyor.


Bu dostluğu güçlendiren en büyük etken ise tabiî ki Driss. Onun gayretleri, doğallığı ve sıra dışı yöntemleri, kendi sıkıcı burjuva kabuğunda sıkışıp kalmış Philippe’in filmdeki pozisyonunu da şekillendiriyor büyük ölçüde. Philippe konumundaki karakterler bazı filmlerde nemrut ve patavatsız olarak da yansıtılır, zamanla Driss benzeri zıt bir karakterle yumuşatılıp insani yönleri ortaya çıkarılır. Oysa burada fiziki durumu itibariyle pasif kalan Philippe’in refah seviyesi üst seviyede bir egoya itibar etmeyip, hayatında tam da ihtiyaç duyduğu Driss gibi bir dayanak noktasına sahip olmasıyla yaşadığı kolay adaptasyon ve teslimiyet, filmin gerçek hayattan uyarlanışına denk düşüyor. Üstelik Philippe’in o kadar aday arasından sadece sosyal yardım parası alabilmek için gerekli bir kağıdı imzalatmaya gelen Driss’i seçmesindeki etkenin basit bir müzik muhabbetinden kıvılcım alan samimiyet kaynaklı oluşu da bu gerçekliği destekliyor.

Driss’in içindeki saflığı kısa sürede keşfeden Philippe’in, onun soygundan dolayı içerde yatmış biri olmasını önemsememesinin belki de en büyük sebebi, Driss’in kendisiyle empati kurmakta güçlük çekmesi. Bu sayede kendisine bir engelli gibi davranmayacak bir yardımcı bulmak, haklı biçimde hayata tutunmaya çalışan Philippe için çok önemli. Filmin değindiği en hoş noktalardan biri de bu. Bir engelli için kendisine normal davranılmasının önemini tamamen doğal bir refleksle kabullenmiş Driss’in samimiyeti, Philippe’i spor arabasıyla gezdirmek, tekerlekli sandalyesine hız motoru taktırmak, ona fahişe ayarlamak, terk etmek zorunda kaldığı kötü alışkanlıklarını hatırlatmak olarak beliriyor. Böylece bazı kamu spotlarında dayatıldığı üzere engelli insanlarla empati kurabilmenin önemi yerine, aslında hiç empati kurmadan onları da normal olduklarına ikna etmenin önemine atıfta bulunarak bir nevi ezber bozuyor.

Philippe’in içinde bulunduğu durumun duygusal açıdan sömürülmemesi, sadece platonik aşkı için daha fazla şey yapamamanın üzüntüsü dahilinde hüzünlü bir pencere açılması da gayet olumlu. Driss’in saf ve doğal yöntemlerle Philippe’i birçok yönden hayata bağlayıp şekillendirmesine karşın, Philippe’in Driss üzerindeki etkileri, ona çok para eden soyut resim yapması yönünde teşvikten fazlasını gerektiriyordu belki. Ama o haliyle tekrar yamaç paraşütü yapacak kadar, tekrar aşkı arayacak kadar cesur oluşu Driss’i de etkiliyor. Ama “pragmatik” olmanın adını Philippe’e farklı bir açıdan gösteren Driss’in o “mahalle çocuğu” dolaysızlığı, Fransa’nın göçmen sorunu ya da göçmenlere olan önyargı gibi sıkıcı kalıpları satır aralarında bırakıp gereksiz yere öne çıkarmama olgunluğu sergiliyor. Çünkü Olivier Nakache ve Eric Toledano’nun yegâne amacı, normal şartlarda bir araya gelmesi çok zor iki adamın arasındaki bu güzel dostluğu en iyi şekilde yansıtmak. Onda da çok başarılı oldukları kesin.


Usta Fransız aktör François Cluzet’nin Dustin Hoffman’ı andıran yüz ifadesi, Fransa sınırlarında kalmış çeşitli dizi ve filmlerle bilinen Omar Sy’ın ışık saçan delişmenliğiyle birlikte çok iyi dengeleniyor. Biri sadece yüzüyle, diğeri her tarafı oynayan bedeni ve derdini gayet iyi anlatan mimikleriyle hayranlık yaratan bir ikili yaratarak Olivier Nakache ve Eric Toledano’nun işini kolaylaştırıyorlar. Ama yönetmenler kendilerini ifade etmekte de çok başarılılar. Özellikle ortalarda Earth, Wind & Fire’ın You're Goin' Miss Your Candyman şarkısı eşliğinde Driss’in Philippe’in evindeki rutine alışmaya başladığını kolajlayan bölüm müthiş. Kameranın ve yakaladıkları açıların, kullandıkları açıların hep doğru olduğunu hissettiriyorlar. İtalyan Ludovico Einaudi’nin duygu yüklü temaları yanında Philippe ve Driss’i temsil eden klâsik müzik ve 70’lerin soul şarkılarının iç içe geçtiği sıcacık anlar, Fransa sınırlarını da aşan bu güzel filmin haklı ününe katkıda bulunan diğer öğeleri oluşturuyor.

1 yorum:

  1. filmi çok güzel bir şekilde analiz etmişsiniz, hedefi hep 12'den vurup, doğru noktalara temas etmişsiniz. bu yorumu yaptım, çünkü okuduğum birkaç türk eleştirmen filmin kıyılarında gezip, bütünü gözden kaçırmışlardı, bu yüzden tatmin edici değillerdi. bu sitede bir süre vakit geçireceğim herhalde.

    YanıtlaSil