6 Nisan 2009 Pazartesi

Vicky Cristina Barcelona (2008)


Yönetmen: Woody Allen
Oyuncular: Rebecca Hall, Scarlett Johansson, Javier Bardem, Penélope Cruz, Patricia Clarkson, Kevin Dunn, Chris Messina
Senaryo: Woody Allen
Müzik: Isaac Albeniz, Biel Ballester, Paco De Lucia, Juan Serrano, Mazzoni, Alejandro, Tellarini

Vicky (Rebecca Hall) ve Cristina (Scarlett Johansson) isimli iki Amerikalı kadın, İspanya’ya geldiklerinde kendilerini nasıl bir yazın beklediğinden habersizdirler. İki genç kadın, Barcelona’da tanınmış bir sanatçı olan Juan Antonio (Javier Bardem) ve onun güzel ancak dengesiz eski eşi Maria Elena (Penélope Cruz) ile tanıştırlar. Kaderleri kesişen bu insanlar, çok geçmeden hayatın kendileri için hazırladığı sürprizlerle karşılaşacaklardır. Vicky, evlenmek üzere olan, son derece muhafazakar bir kadındır. Cristina ise çok daha özgür ruhludur ve cinsel serüvenlere atılmaktan çekinmez. Kaderleri kesişen üç insan arasında doğan aşk ilişkisi kaotik sonuçlar doğuracaktır.

Her yıl bir film yapma alışkanlığı olan Woody Allen için Vicky Cristina Barcelona, yine özenle seçilmiş oyuncu kadrosu ve onun getirisi olarak kendini izleten ekran dolgunluğu dışında farklı bir yerde durmuyor. Akıcı diyaloglar, bunun bir hikaye olduğunun altını çizme ihtiyacı gütmüş dış ses, oyuncuların rahat performansları ve bir süre sonra turistik olmaktan çıkıp, filmin tek diri unsuru haline gelen Barcelona – Oviedo dekoru ile tipik bir Woody Allen filmi… diyemiyoruz. Çünkü o tipiklik çok eskilerde kaldı. Woody Allen denince akla keskin bir mizah gelirdi. Lafını bazen dolaylı, bazen doğrudan söyleyen, ama mutlaka içine tutam tutam mizah katmadan duramayan Allen kaleminin kalemtraşa ihtiyacı olduğu kesin.
 
Yine bu durum Woody’nin kendi seçimi. Sıkılmış olabilir ve bu dönüşüm gerçekten saygı duyulacak bir tercih. Match Point’ten sonra sapmış olduğu yolu da işaretsiz, haritasız pekala bulabilmişliği var. Her ne kadar şimdilik o yol, Match Point’in yerinde sayıyor olsa da… Çünkü uzun müddet takıldığı, bana göre kendisini Woody Allen yapan her şeyi borçlu olduğu New York’tan çıktı, önce Londra’ya, sonra da öteki Avrupa’ya açıldı. Kuşbakışı bakıldığında New York entelektüelliği ile Avrupa elitistliği arasında çok keskin sınırlar olmadığının farkındalığıyla kafasına göre bohem hayat tarzını ve varoluşçu felsefeyi karikatürize ettiği yorumlarına katılıyorum. Zaten bunlar usta ellerde dalgası geçildiğinde tadından yenmez. Bunu yapma yetkisi kanuna bağlansaydı, Woody Allen’a bu konuda mutlaka dokunulmazlık tanınırdı. Çünkü geçmişte çok şairane bir gırgır geçme ruh haliyle yapıyordu bunu. Buradaki ise, gülmediğiniz bir karikatüre bakmaya benziyor. Zaten bu filmin bazı organizasyonlarda neden “komedi” dalında adaylıklar aldığını kestirmek zor. Sırf o “karikatürize” pozu için ise, bu durumun sadece “karikatürize” ile sınırlı kaldığını (karikatür bile olamadığını), komedi kelimesinin gereklerini uygulamak için kılını bile kıpırdatmadığını düşünüyorum.


Hatta filmin en öne çıkan unsurlarından biri olan Penélope Cruz’u bile, filmi izlemeden önce en büyük kozlarından biri sanmıştım. Lakin o da karikatür olamayıp, Maria Elena’nın samimi olmayan dramatik tasarımı içinde yitmiş, karikatürize olmuş bir role hayat vermeye uğraşmış. Javier Bardem ile uyumları, Juan Antonio’nun ikide bir “İngilizce konuş” uyuzluğu dışında direkten dönen nefis bir şuta benzemekte. Gol olmama sebebi, Woody’nin kurmuş olduğu karmaşık marijanal aşk denkleminin içinden kendisinin de çıkamamasından, tipik bir Hollywood rom-kom’u olmak istemediğinden o denklemi de Avrupai biçimde çözememiş olmasından kaynaklanıyor bana göre. Böyle bir çözüm var mı? Yok! Çünkü denklem yanlış bir kere. Oviedo’nun yarattığı büyüyü Vicky gibi gerçek aşkın peşindeki sağlam bir kaleyle test etmeye, ardından Christina gibi bir özgürlük / hoşgörü abidesinin tutuculuğunu sorgulatmaya, ve yine ardından Maria Elena’nın senaryo icabı ortaya çıkışıyla (New York entellerinin bile uğraşmak istemeyeceği) başka bir boyutu filmden kopuk marjinallikle kayganlaştırmaya başladığı vakit işler değişiyor. Sadece acaba çiftler nasıl kavuşacaklar (çünkü Woody’nin tüm çabalarına rağmen film artık o Hollywood rom-kom seviyesine inmiş oluyor bir yerde) diye düşünmeye başlıyor pop-sinema beyni.

Tabii Woody bu. Maç sayısını kendisinin atması lazım. O rom-kom seviyesinin üzerine çıkmak adına yaptığı tercihler, bir suç filmi olarak tasarlanmış Match Point’in bence üzerine çıktığı anti-ahlaki zirveyi aratıyor. Burada suç filmi çekmiyor, aşk filmi çekiyor. O zaman benzer anti-çözümleri burada da uygulayabilmesini bekliyordum. Woody Allen sinemasının şahsi beklentiler üzerinden konuşmadığını da biliyorum. Evet, Woody bu filmi tam da bu şekilde sonlandırmalıydı belki. Gidiş yolunun doğruluğuna puan vermek izleyene kalır. Bir kere en başta komik mi, dramatik mi olacağına karar verememiş bir film. Sonra da Match Point’te attığı maç sayısı gibi topu seyircinin uzanamayacağı köşeye atmaktan aciz. Ama turizmin sağı solu belli olmuyor. Özellikle Woody Allen gibi kısa sürede yabancı olduğu yörelere bile filminde yer açabilecek bir senarist, Javier Aguirresarobe (Mar Adentro, The Others, Hable con ella) gibi bir görüntü rehberiniz olunca vaktin nasıl geçtiğini anlamayabilirsiniz. Yine de böyle bir senaryoda aklınızda sadece hediyelik eşya gibi kalır bazı şeyler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder