12 Haziran 2025 Perşembe

Dream Home (2010)


Yönetmen: Ho-Cheung Pang
Oyuncular: Josie Ho, Eason Chan, Michelle Ye, Juno Mak, Norman Chu, Lawrence Chou, Hee Ching Paw, Kwok Cheung Tsang, Chu-chu Zhou
Senaryo: Ho-Cheung Pang, Kwok Cheung Tsang, Chi-Man Wan
Müzik: Gabriele Roberto

Gelişmiş ya da gelişmekte olan toplumların yaşadığı sancıların birey seviyesinde su yüzüne çıkan trajik, bazen de trajikomik öykülere zemin hazırlaması kaçınılmaz. Ekonomik bunalımlar suç oranlarını, bireysel ve toplumsal cinnetleri arttıran en önemli unsur. Gelir adaletsizliğinin doğurduğu zengin-fakir arasındaki uçurumu kapatmanın yolu ise ne çok çalışmaktan, ne de adalet düzeneklerinden geçiyor maalesef. Bu durumda cinnetleri doğuran isyanlar, kendi adaletini adaletsiz yollardan ele geçirmek zorunda kalan anti-kahramanlar üretiyor. Hong Kong emlâk piyasasındaki yozlaşmanın ve zorbalığın sonucunda küçüklüğünden beri istediği deniz gören daireyi alma hayallerini sürekli hayal olarak bırakmak zorunda kalan Cheng Lai’nin gözü dönmüş bir katile dönüşümünü izlemeye başlıyoruz.

Dream Home, 10.30.2007 gecesi saat 23:05’te Cheng Lai’nin lüks apartmana girip güvenlik görevlisini vahşice öldürmesiyle başlıyor. Sonra Cheng Lai’nin çocukluğunu geçirdiği “çok katlı” gecekondu günlerinin sıkıntılı ruh haliyle geçmişe dönüyoruz. Tekrar zamanda sıçrama yaparak vahşete izlemeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. Onun gitgide artan bu “bir ev sahibi olma” hayalinin çeşitli etkenlerle saplantıya dönüşümü ile, saat 23:05’ten itibaren girdiği binada işlemeye başladığı kanlı cinayetleri birbirine karıştıran başarılı kurgu, bir ayağıyla daha insancıl bir tonda tansiyon yükseltirken, öteki ayağıyla zıvanadan çıkmış bir kan havuzunda yüzüyor. Artık büyümüş ve bir bankanın çağrı merkezinde çalışmakta olan Cheng Lai’nin bu raddeye gelişinde yaşadığı bazı trajik kırılma anlarının, bu cinayetleri bir nebze haklı çıkarma çabası içinde olup olmadığı tartışılır.

Gerçek olaylara dayandığı söylenen Ho-Cheung Pang, Chi-Man Wan ve Kwok Cheung Tsang ortak senaryosu, hamile bir kadın, güvenlik görevlileri, bir torbacı ve grup seks yapmak için toplanmış bir grup genci de kapsayan kurbanlardan bazılarına ahlâki zayıflıklar da yükleyerek Cheng Lai’nin bencil amacını seyirciye daha mâkul gösterme eğilimleri de taşımıyor değil. Yine de buna rağmen senaristler ve onlardan biri olan yönetmen Ho-Cheung Pang, Cheng Lai’nin ev hayaline sahip olma uğruna hiçbir engel tanımayacağı ruhsuz halini (biliçli ya da bilinçsiz) yansıtmayı becermiş.


Dream Home, Cheng Lai’nin yoluna çıkanları parça pinçik ettiği türlü öldürme şekilleriyle, kaliteli slasherlarda veya üst sınıf gore örneklerinde görülebilecek birtakım orijinallikler de taşıyor. (Hatta bu orijinalliklere ilgi duyanlar için, her ne kadar plânlı intikam cinayetleri de olsa 1978 tarihli I Spit On Your Grave’in 2010 yeniden çekiminin ikinci yarısına da bir göz atmalarını not düşelim.) Önceleri “sağlam bir mide” gerektireceği öngörülen bu tür filmler artık o kadar kanıksanmış durumda ki, Ho-Cheung Pang bu sahnelerle (yine bilinçli ya da bilinçsiz) görsel bir keyif bile yaratıyor denebilir. Bu keyfin, keyif alanın hasta bir ruha sahip olup olmadığına dair kendinden şüphelenmesini de beraberinde getirme ihtimali var elbette. Özellikle iki güvenlik görevlisinin Cheng Lai’nin de içeride olduğu sırada azgın gençlerin kapısına dayandığı sahne, gerçek olaylara dayandığına ilişkin şüpheler yol açabilecek kadar absürt bir yapıda olmasına rağmen, güldürebilecek ölçüde tuhaf kısa bir gore estetiği taşıyor.

Filmin ekonomik buhranın emlâk ayağından beslenen gerçekçi yanını bu saplantının neden olduğu absürtlüklerle dengelemek, hangi profildeki seyirciyi nasıl memnun eder bilemem. Her şeye rağmen bir derdi olan, seyirciye bir derdi olduğunu da hissettiren ama bunu ürpertici bir dille anlatmayı seçen filmlere ilgi duyanların es geçmemeleri gereken iyi bir film. Hong Kong Film Ödülleri'nde En İyi Kadın Oyuncu adayı olmuş Josie Ho'nun güçlü performansı da filmle beraber gelen büyük bir artı niteliğinde.

5 Haziran 2025 Perşembe

Un ours dans le Jura (2024)

 
Yönetmen: Franck Dubosc
Oyuncular: Franck Dubosc, Laure Calamy, Benoît Poelvoorde, Timéo Mahaut, Joséphine de Meaux, Mehdi Meskar, Emmanuelle Devos
Senaryo: Franck Dubosc, Sarah Kaminsky
Müzik: Sylvain Goldberg

967 nüfuslu küçük bir kasabada Noel için çam ağaçları satan bir işletmeleri olan Michel ve Cathy çifti, 11 yaşındaki oğulları Doudou ile birlikte sakin ama bir yandan telaşlı bir hayat yaşamaktadırlar. Zira Noel arefesine az kalmış, işleri yoğunlaşmıştır. Michel aracıyla seyrederken önüne çıkan bir ayı yüzünden park halindeki bir arabaya çarpıp bir kadının ölümüne sebep olur. Tam o esnada tuvaletini yapmak üzere dışarıda olan arabadaki diğer adam da kazara kendini öldürür. Panikle olay yerinden kaçan Michel, olayı karısı Cathy'ye anlatır. Cinayet suçlamasından korktukları için tekrar kaza yerine giden çift, cesetleri alıp gidecekken araçta bir çanta içinde 2 milyon Euro bulurlar. Cesetlerle parayı yanlarına almaları, bir dizi tuhaf olayı da beraberinde getirecektir. Filmde Michel'i canlandıran Franck Dubosc'un Sarah Kaminsky ile beraber senaryosunu yazdığı, yine Dubosc'un yönettiği Fransa/Belçika ortak yapımı Un ours dans le Jura (How To Make A Killing), klasik "para dolu çanta" konusu etrafında dönen, gittikçe çetrefilleşen iyi bir kara komedi örneği. Çekimleri karla kaplı Les Rousses, Jura, Fransa'da gerçekleştirilen film, konusu, karakter çeşitliliği, yer yer absürtleşen kara mizah tonu, zincirleme suç örgüsü nedeniyle akıllara gelen 1996 tarihli suç başyapıtı Fargo'nun torunlarından biri. Bazı rötüşlar, eklemeler, uzatmalar ve ince bir mizah süzgeciyle en iyi antoloji dizilerinden biri olan Fargo'nun bir sezonu olabilecek kapasitede bile denebilir.

Senaryo, para dolu bir çantanın kendi halinde yaşayıp giden dürüst bir çifti sınaması üzerinden benzerlerini çok gördüğümüz bir izleğe sahip. Tabii işin içinde kazaya kurban gitmiş iki ceset de olunca sınav daha da karmaşıklaşıyor. Film bu izleğe farklı ve yeni bir bakış katmıyor belki ama en eğlenceli ve ahlaki çatışması yere basan örneklerden biri olduğunu gösteriyor. Michel ve Cathy bir anda böyle bir parayı kucaklarında bulunca almamazlık edemiyorlar. Herkes gibi birtakım ihtiyaçları, istekleri var. Ama parayı kullanma ve cesetleri ortadan kaldırma cüreti konusunda yaşadıkları komik acemilikler yavaş yavaş etraflarındaki çemberi daraltmaya başlıyor. Jandarma Binbaşı Bodin ve iki kişilik ekibinin, tabii paranın peşindeki mafyanın da dahil olmasıyla iyice karışan olay örgüsü, başka yan karakterlerin girip çıktığı, gerilim ve komedinin iç içe geçtiği, bir yandan da ana karakterler arası dramatik çatışmaların kurulduğu bir bütüne ulaşıyor. Michel ve Cathy'nin sıkıcı bir rutine binen evlilikleri, özel durumu olan çocukları Doudou, Bodin'in başına buyruk kızı, karakolda ikamet etmek zorunda kalan kaçak göçmenler, kasabanın swinger kulübü, acımasız bir tetikçi derken zincirleme kara komik olaylar birbirini izliyor. Bu tarz filmlerin sahip olması gereken zincirleme kurgu da filmin genelinde iyi çalışıyor. Bir de üstüne bu olayların Noel zamanı atmosferinde geçmesinin tezatlığından da hasarsız çıkılmış denebilir. Özellikle Laure Calamy (Cathy) ve Belçikalı usta komedi oyuncusu Benoît Poelvoorde'nin (Bodin) performansları filmin keyif ve seyir zevkini arttırıyor.

20 Mayıs 2025 Salı

Den stygge stesøsteren (2025)

 
Yönetmen: Emilie Blichfeldt
Oyuncular: Lea Myren, Ane Dahl Torp, Thea Sofie Loch Næss, Flo Fagerli, Isac Calmroth, Malte Gårdinger, Ralph Carlsson
Senaryo: Emilie Blichfeldt
Müzik: John Erik Kaada, Vilde Tuv

Dul Rebekka, kızları Elvira ve Alma ile beraber evlendiği soylu dul Otto'nun konağına yerleşir. Otto'nun da güzeller güzeli Agnes adında bir kızı vardır. Kısa bir süre sonra Otto ölünce onun servet yerine borç bıraktığını öğrenen Rebekka, öfkesini Agnes'ten çıkarır. Onu hizmetçi yapar. Bu arada yakışıklı prens Julian, evleneceği kızı seçmek için bir balo düzenleyecektir. Rebekka büyük kızı Elvira'yı baloya hazırlayıp prense beğendirmek için her şeyi göze almıştır. Saf Elvira da bu uğurda görünüşüne yönelik her türlü işleme razı olur. Ama bu süreç prensle evlenmeyi bir saplantı haline getiren Elvira için tehlikelerle doludur. Birkaç kısa film sonrası ilk uzun metrajını yazıp yöneten Emilie Blichfeldt, Den stygge stesøsteren (The Ugly Stepsister) adını verdiği filmini Külkedisi masalının serbest bir uyarlaması olarak gerilim, kara komedi, body horror sularında yüzdürüyor. Masalın kalıbını kabaca ele alan, karakterleri ve hikayeye verdikleri ağırlığı dönüştürüp Cinderella yerine Elvira perspektifinden bakan film, böylelikle bu mutlu sonlu masala daha karanlık açılardan bakarak depresif, tekinsiz, sert, aynı zamanda zarif ve stilize bir karakter kuşanıyor. Modern ve çarptırılmış bir serbest uyarlama olarak masalsı dönem atmosferini günümüz güzellik hassasiyetleri ile çok uyumlu hale getiriyor. Ton olarak gerilim ile dram arasında gidip gelirken, kasıtlı olmadığını düşündüren bir kara mizahı da nadiren ortaya çıkardığı oluyor.

Orijinal Külkedisi masalında prensle evlenmek için annelerinin boyunduruğunda bir yandan baloya hazırlanan, bir yandan da Külkedisi'ne zorbalık yapan iki kız kardeş, filmde Elvira ve Alma olarak karşımıza çıkıyor. Alma'nın baloyla hiç işi olmadığı gibi, Agnes'e zorbalık yapmak şöyle dursun, içine kapanık, naif bir kız olarak resmedilmiş. Blichfeldt'ın filmin başrolü olarak Elvira'yı seçmesi, söylemek istedikleri için biçilmiş kaftan. İki kız kardeş arasında bir rekabetten ziyade prensle evlenmeyi saplantı haline getiren Elvira ve Külkedisi konumundaki güzel Agnes arasında bir rekabetten daha fazla verim alıyor. Annesi Rebekka'nın hırs dolu desteğini arkasına alan Elvira'nın baloya giden süreçteki güzellik yolculuğu, günümüz genç kızlarının beğenilmek uğruna bedensel dönüşümlere kapı açmalarına benziyor. Dönemin imkanlarına binaen bu dönüşümler çok daha tehlikeli, riskli, dolayısıyla body horror sınırlarına dayanan çözümler içeriyor. Blichfeldt da arzu ettiği cesareti, sertliği, gerilimi buradan devşiriyor. Ama bunu yaparken işin psikolojik gerilim yönünü de yadsımayıp Elvira'yı kötü bir karakter olarak değil, manipüle edilmiş, saf, itaatkar bir genç kız şeklinde konumlandırıyor. Hatta güzellik yönünden hiç de eksik değil. Blichfeldt, Elvira'yı canlandırması için güzel bir kız seçerek, filmin adını da "Çirkin Üvey Kardeş" olarak belirleyerek belki de güzel olmanın bazı insanlara yetmediğinin, hep "daha güzel" olmak isteme doyumsuzluğunun, bu uğurda burnunu kırdırmanın veya bağırsak kurdu yutma gibi bir sürü tehlikeli tercihin normalleştirildiğinin altını çizmeye çalışıyor denebilir.

Blichfeldt'ın senaryo tercihleri ve rejisi sanki ilk filmden ziyade üzerinden birkaç film geçmiş gibi tecrübe barındırıyor. Coralie Fargeat'ın The Substance'ta ilham aldığı referansların fazlalığı kadar olmasa da kadının kendi bedeni üzerindeki tahakkümü, güzellik uğruna aşılan sınırlar, beğenilme arzusunun yol açtığı tehlikeler hakkında genleriyle oynanmış bu masalın yapabileceği pek çok fikri hayata geçirebiliyor. Külkedisi masalının bazı detaylarına (örneğin her ne kadar gösterilmese de balkabağının arabaya dönüşüp Agnes'i baloya götürmesi) üstünkörü bakılması filmin ana eksenine zarar vermiyor. Ama yine de filmin gerçekçi anlatımı yanında biraz sakil de kalıyor. Zira böyle fantastik ayrıntılara hiç gerek olmayan bir ton mevcut. Öyle ki, yer yer gotik bir ambiyans da içerse, ayakları yere basan bu anlatım Elvira'nın dramının keskinleşmesine, rahatsız edici hale gelmesine çok faydalı oluyor. Tecrübeli görüntü yönetmeni Marcel Zyskind'in filmin ruhuna uygun yer yer boğucu, karanlık, depresif, buna rağmen estetik ve masalsı katkısı etkileyici. Tüm bu olumlu unsurların tam ortasında Elvira rolündeki genç oyuncu Lea Myren'in çok çarpıcı performansı adeta pastanın üstündeki çilek gibi duruyor. Elvira'yı aynı anda hem mağdur, hem kötü, hem saf, hem kurnaz, hem de korku/gerilim unsuru şeklinde tasarlamış olan Emilie Blichfeldt için çok yerinde bir seçim. Blichfeldt ise az önce adı geçen Coralie Fargeat'ın ilk filmi Revenge sonrası sınırlı bir kesim tarafından gelecek vaat eden bir yönetmen olarak görülmesine benzer şekilde bu ilk filmiyle kendi geleceği için benzer beklentilere kapılarını açan bir yönetmen.

9 Mayıs 2025 Cuma

On Becoming A Guinea Fowl (2024)

 
Yönetmen: Rungano Nyoni
Oyuncular: Susan Chardy, Elizabeth Chisela, Esther Singini, Doris Naulapwa, Gillian Sakala, Carol Natasha Mwale, Loveness Nakwiza
Senaryo: Rungano Nyoni
Müzik: Lucrecia Dalt

Arabasıyla gece yarısı bir kostüm partisinden dönerken yolun ortasında bir ceset bulan Shula, cesedin dayısı Fred'e ait olduğunu fark eder. Görevliler neden orada olduğu ve neden öldüğü belli olamayan Fred'i aldıktan sonra cenaze sürecini izlemeye başlarız. Hatta film tamamen bu süreçten oluşmakta. Kalabalık sülalenin ve komşuların oluşturduğu kaos arasında Shula ve kuzenleri birbirleriyle konuşmaya başlayınca, Shula da kendi çapında araştırmalarını derinleştirdikçe Fred dayılarıyla ilgili karanlık sırlar ortaya çıkar. Birkaç kısa filmin ardından 2017'de yazıp yönettiği I Am Not A Witch ile başta BAFTA'nın ilk film ödülü olmak üzere çeşitli festivallerden ödül ve adaylıklar alıp ses getiren Zambiya doğumlu Rungano Nyoni, uzun bir aradan sonra On Becoming A Guinea Fowl ile çok daha güçlü biçimde geri dönüyor. Zambiya'da geçen hikayesi yerel bir kimlik taşıyor görünse de, özellikle kırsal kesimlerde kurulmuş erkek egemen normların yol açtığı kadına yönelik toplumsal baskıların evrenselliğini yansıtan bir yapım. Bir yandan ölü bulunan Fred'in ardından yakılan ağıtlar, edilen dualar, hazırlanan cenaze yemekleri sürerken, diğer yandan artık Fred'in ölü olmasından cesaret bulan yeğenleri Shula ve Nsansa geçmişe dair sırlarını konuşmaya başlıyorlar. Hatta henüz ergenlik çağında olan bir başka yeğen Bupe'nin telefonuna çektiği bir itiraf videosu buluyorlar. Böylece Fred'in hiç de bir aile büyüğü gibi davranmadığı anlaşılıyor.

Rungano Nyoni, istismar sorununu öyle bir yerden ele alıyor ki, sadece Zambiya'ya özgü olmayan ataerkil düzenin karşısında sesini çıkaramayan kadınların susma ve susturulma gerekçelerini bir yas ortamına yerleştiriyor. Bir "aile büyüğü" olarak Fred Dayı'nın pisliklerinin ifşa olması aile onuru açısından sülalenin hiç işine gelmeyecek bir durum. Böyle bir durumda maddi, en çok da manevi kayıp büyük olacaktır. Üstelik bu duruma ihtimal vermeyen veya örtbas etmeye çalışanlar sadece erkekler değil. Bupe'nin videosu ortaya çıkınca ailenin anneleri, teyzeleri, halaları yüreklerine taş basıp kendi kanlarından olan bu "yırtıcıya" siper oluyorlar. Asıl önemli olan soylarının onuruna leke düşürmemek, elaleme rezil olmamak olunca öz kızlarının uğradığı istismarları bile göz ardı edebiliyorlar. Zaten bu tür yüz kızartıcı meselelerin "aile içinde" halledilmesi taciz, tecavüz, istismar vakalarının yuvalanması için mükemmel bir kamuflaj. Üstelik aile büyüklerinin himayesi altında. Filmde aile büyüğü kadınların bir odada Shula ve Nsansa'yı karşılarına alıp sakince konuştukları sahnenin dehşet verici bir yanı var. Gencecik kızlarının onuru dururken kart zampara ağabeylerinin yediği haltların üzerini örtme refleksinin altında yatan şey, patriarka tarafından rehin alınmış, susturulmuş, etkisiz hale getirilmiş insanlık onuru olsa gerek. Dünyanın her yerinde, en azından her kırsalında durum aynı. Kadın erkek herkes bu değirmene su taşıdıkça değişmesi de imkansız görünüyor.


#metoo hareketiyle konuşmaya, sesini yükseltmeye, ifşalara, daha görünür olmaya başlayan insanlar, iptal kültürünün yerleşmesini sağladılar. Foyaları meydana çıkan bazı ünlüler eski görkemli günlerinden uzaklaştırıldı hatta hüküm giydi. Bu ifşanın başka bir boyutunda ise, eserleri başyapıt düzeyinde olan, kendileri birer dahi olarak görülen sanatçıların özel hayatlarındaki istismar, taciz, tecavüz, şiddet geçmişleri ancak mağdurların konuşmaya, örgütlenmeye başladıkları zaman ortaya çıktı. Ama bu hareketler çoğunlukla kamuoyunun gözü önünde oldu ve tabii ki şehirliydi. Kırsal kesimde hala bunun izi sürülemez, insanlar konuşamaz, konuşsa dahi haklı olsa bile haksız görülür, ailenin, sülalenin lekesi olurlar. Kendilerine yapılan kötülüklere karşı susmayı kanıksarlar. Filmde ancak Fred dayılarının ölmesinden cesaret alıp önce birbirleriyle konuşabilen, sonra da Bupe'nin videosu vesilesiyle annelerinin nasıl tepki vereceklerini bekleyen üç yeğen, kırsalın bu çıkmaz sokağına giriyorlar. Sanatçının karakteri ve özel hayatıyla sanatı arasındaki ilişkinin çelişkisinden farklı olarak Fred'in tek vasfının sadece bir aile büyüğü olması, onun yaptıklarının kabul edilmemesine, daha da fenası örtbas edilmesine yetiyor. Aile, akrabalık, din gibi tabular türlü sapkınlıklarla hiçbir zaman yan yana anılmıyor. Namus, şeref, ahlak, günah gibi kavramlarla bastırılıyor. Böylelikle Fred gibi erkeklere toplumsal bir dokunulmazlık zırhı bahşediliyor. Çünkü yaşlılar, akrabalar, babalar, amcalar, dayılar, din adamları asla böyle şeyler yapmazlar (!)

Rungano Nyoni filmde bu dehşet verici konuya bir başka eklenti daha  yapıyor. Fred'in genç karısı ve onun akrabaları ile Fred'in tarafı arasındaki itibar ve mal paylaşımının yapıldığı final bölümü. Yine aile büyüğü erkeklerin moderatörlüğündeki cenaze sonrası bu hesaplaşma yine kan dondurucu toplumsal gerçekliklerle dolu. En çok da aile büyüğü kadınların Fred'in karısına olan nefreti tam bir akıl tutulması yaratıyor. Başına buyruk zampara Fred'den olan bir sürü çocuğuyla perişan hale düşen genç kadının "kocasına ilgisizlik" ile suçlanma ironisi, aynı zamanda onun ve sülalesinin Fred'in sülalesi karşısında düştüğü aşağılanma bu dünyanın acı gerçeklerinden. Filmde adı geçen beç tavuğu metaforundan da mutlaka bahsetmek gerek. Orijinal adı "Numididae", menşei Batı Afrika olan bu tavuk türü, filmde görünen bir belgeselde de duyduğumuz üzere çok konuşkan bir hayvan. Bu konuşkanlık doğadaki tüm hayvanlar için de faydalı. Beç tavukları bir yırtıcının yaklaştığını gördüklerinde hep bir ağızdan sesler çıkarıyorlar. Bu sesler adeta "dikkat edin, tehlike var" uyarısı. Filmin başında arabada beç tavuğuna benzeyen bir kostümle partiden dönen Shula, onun kuzenleri olan Nsansa ve Bupe de bu beç tavuklarının insan versiyonu olarak görülebilir. Ne var ki tehlikeyi konuşarak haber verseler bile aileleri tavuklar kadar bile olamıyorlar. İlk kez bir filmde oynayan Shula rolündeki Susan Chardy ise beklenmedik biçimde çok tecrübeli, soğukkanlı, aynı zamanda her an duygusal patlama yaşayacakmış gibi kontrollü ve doğal görünüyor.

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Cobweb (2023)


Yönetmen: Kim Jee-woon
Oyuncular: Song Kang-ho, Lim Soo-jung, Oh Jung-se, Jeon Yeo-been, Krystal Jung, Jang Young-nam, Jung Woo-sung, Jae-geon Kim
Senaryo: Kim Jee-woon, Shin Yeon-shick
Müzik: Mowg

1970 yılının sonlarında Seul'deyiz. Çektiği "Cobweb" adlı filminin finalinden memnun olmayan, o finale uygun olacak şekilde bazı sahneleri yeniden çekmek isteyen yönetmen Kim, sansür yetkililerinin, sorunlu oyuncuların ve paragöz yapımcıların müdahalelerine rağmen bir başyapıt haline getireceğine inandığı filmi için ekibi tekrar toplayıp sete çıkar. Ama bazı oyuncuların başka projeleri, ekipman ve izin sorunları gibi meseleler yüzünden sadece iki günü vardır. Zamanla yarıştığı yetmezmiş gibi, türlü aksilikler sebebiyle çekimler hiç de kolay olmayacaktır. Kariyerinde A Tale Of Two Sisters (2003), A Bittersweet Life (2005), The Good The Bad The Weird (2008), I Saw The Devil (2010), The Age Of Shadows (2016) gibi önemli Güney Kore filmlerini yönetmiş, arada 2013'te yönettiği The Last Stand ile Hollywood'u yoklamış, son yıllardaki işleriyle geçmişini mumla aratmış Kim Jee-Woon'un, kendisi de bir auteur yönetmen olan Shin Yeon-shick ile birlikte senaryosunu yazdığı Cobweb, biraz karikatürize, kurgusal yönden zeki, yönetmenin adı geçen filmlerine nazaran iddiasız bir film. Ancak film çekmek üzerine çekilen filmler listesinde görülmesi gerekenlerden biri olduğu söylenebilir. Eleştirmenlerden, yapımcılardan, kaprisli oyunculardan, sansür kurulundan sıtkı sıyrılmış bir yönetmen olan Kim'in tutkuyla bağlı olduğu filminin bazı bölümlerini sırf içine sinmediği için yeniden çekme gayretlerini izlemek büyük keyif.

Filme emeği geçen herkesi herkese karşı idare etmek, oyuncuların gönlünü hoş tutmak, yapımcıların ticari kaygılarına karşı inandığı sanatına siper olmak, bu uğurda gerekirse yalan söylemek gibi birçok şeyi "yönetmek" durumundaki yönetmen Kim'in tutkuyla bağlı olduğu filmini tekrar elden geçirmesinin, bu sanatçı tutkusundan başka nedenleri de var. Kim, eleştirmenlerden yana dertli bir yönetmen. Bir sahnede iç sesi "eleştiri, sanatçı olamayanların intikam eylemidir" diyor. Sanatçı tutkusunun, sanatçı olmayan biri tarafından kolayca harcanıp yerilmesi kolay hazmedilecek bir şey değil. Üstelik Kim, hep gölgesinde kaldığını hissettiği, hep karşılaştırıldığı, eskiden yardımcısı olarak beraber çalıştığı, film setinde çıkan bir yangında hayatını kaybeden Yönetmen Shin ile bu meselelerini halletmiş de değil. Onunla konuştuğu hayali sahnede Shin'in klişe motivasyon konuşmasında "günün sonunda yönetmen sensin" cümlesinden, ne olursa olsun bir yönetmenin her şeyden ve herkesten bağımsız inandığı vizyonu somutlaştırmasının sanatının gerçek tanımı olduğu fikri ortaya çıkıyor. Kim de bu doğrultudan sapmayıp entrikalarla dolu film noir tarzındaki filmini türlü entrikalarla, gerilla yöntemlerle, ilginç çözümlerle tamamlamaya çalışıyor. Kimi zaman karikatürize derecede komik, kimi zaman bu mizahın ardına gizlenmiş bir ciddiyetle Kim Jee-Woon, yönetmen olmanın gerektirdiklerini kendi tecrübelerini de kattığını düşündüğümüz bir üslupla kurmacasına katık ediyor. Güney Kore'nin en büyük aktörlerinden Song Kang-ho, beraber çalıştığı beşinci filminde hem Kim Jee-Woon'u, hem de kendi hayranlarını memnun edecek güçlü bir oyun ortaya koyuyor. Yine The Good The Bad The Weird da da çalıştığı bir başka güçlü aktör Jung Woo-sung'ı yönetmen Shin olarak kısa bir ziyarette görüyoruz. Cobweb, Kim Jee-Woon'un en iyilerinden sayılmaz. Ama kesinlikle yıllar geçtikçe iyi demlenecek bir film.

25 Nisan 2025 Cuma

The Assessment (2024)

 
Yönetmen: Fleur Fortune
Oyuncular: Elizabeth Olsen, Himesh Patel, Alicia Vikander, Minnie Driver, Charlotte Ritchie, Leah Harvey, Nicholas Pinnock
Senaryo: Nell Garfath Cox, Dave Thomas, John Donnelly
Müzik: Emilie Levienaise-Farrouch

Yakın bir gelecekte okyanus kenarında bir tesiste hem çalışan, hem yaşayan iki evli bilim insanı Mia (Elizabeth Olsen) ve Aaryan (Himesh Patel) çocuk sahibi olmak istemektedirler. Ancak ebeveynlik sıkı bir şekilde denetlenmektedir ve bir denetleme uzmanı tarafından yedi günlük değerlendirme sürecine tabi tutulmaları gerekmektedir. Evlerine gelen denetleme görevlisi Virginia (Alicia Vikander) yedi gün boyunca onlarla yaşayacak, onlara çeşitli testler uygulayacak, gözlemleyecek, yedinci günün sonunda da ebeveynliğe uygun olup olmadıklarına karar verecektir. Ama bu testlerin beklenmedik biçimde tuhaf olduğunu gören Mia ve Aaryan kendilerini psikolojik bir kabusun içinde bulur. Nell Garfath Cox, Dave Thomas, John Donnelly gibi üç duyulmamış ismin senaryosunu yazdığı, Lykke Li, Travis Scott, M83, Drake gibi müzisyenlerin video kliplerini çekmiş Fleur Fortune'un ilk uzun metrajı olan The Assessment, distopyayı psikolojik gerilimle buluşturan etkileyici bir dram. Ebeveyn olmanın karanlık noktalarına tanıdık ama beklenmedik hamlelelerle temas eden, bunun yanında evlilik, sadakat, fedakarlık gibi kavramları da ustaca peşinden sürükleyen film, aile olma ihtiyacını dar bir çerçevenin ve üç karakterin avantajlarını kullanarak sorguluyor. Kurduğu alternatif gelecek evreninin ürkütücülüğünü, büyük çoğunluğu çiftin evi ve çevresinde geçen bu dar alanda yarattığı klostrofobi sayesinde ciddileştiriyor.

Eski Dünya - Yeni Dünya olarak ayrılmış iki yaşam alanından yeni olanında yaşayan Mia ve Aaryan, burada kendilerine ait güzel bir eve, her ikisi de bilimsel çalışmalarını sürdürebilecekleri ayrı çalışma alanlarına sahipler. Değerlendirme gereği evde gerçekleştirilen bir misafir toplantısında 153 yaşındaki Evie'nin söylediklerinden, eski dünyanın iklim değişikliklerinden kaynaklı doğal felaketler, kıtlık, iç savaş gibi sebepler yüzünden alternatif bir yeni dünya oluşturulduğunu, burada nüfusun eski dünyadaki gibi zıvanadan çıkmamasına özen gösterildiğini anlıyoruz. Nüfus artışını kontrol altında tutmak amaçlı olduğunu düşündüğümüz ebeveynlik değerlendirme uygulaması fikri, H.G. Wells'den Black Mirror yaratıcısı Charlie Brooker'a kadar çeşitli referanslar bulabileceğimiz kadar orijinal. Senaryo ekibi bu değerlendirme sürecinin resmi sınırlar içinde kalacağını düşündürürken, değerlendirme görevlisi Virginia'nın beklenmedik oyunlarıyla çok daha zorlayıcı bir yola girileceğini anlamakta gecikmiyoruz. Zaten film Mia, Aaryan, Virginia üçgeninde geçiyor. Böylelikle değerlendirme görevlisi ve çocuk isteyen çift üçgeni yanında, ana-baba-çocuk, hatta tuhaf bir üçlü ilişki gibi farklı üçgenlerle dramatik kanallar açılıyor. Bu üç kanalın iç içe geçmişliği filmi tekinsiz ve gergin bir zeminde yürütüyor. Ebeveyn olmak gibi bir isteğin yeni dünya şartlarında değerlendirilmeye tabi tutulması, psikolojik açıdan test edilip sorgulanması ne kadar tekinsiz ve gergin olabilir diyenlere filmin çok iyi cevapları mevcut.


Göremesek de savaşlar, yıkımlar, felaketlerle dolu Eski Dünya ile farklı bir ütopyayı yaşayan Yeni Dünya arasında güvenliği sağlanmış bir sınır bulunmakta. Eski dünyanın yaşadığı korkunç evrelere şahit oldukları için nüfus fazlalığının doğuracağı sorunları iyi bilen yeni dünyanın Evie gibi sakinleri, çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin nüfusu tekrar arttıracak bu arzularına anlam veremiyor. Zaten yeni dünyayı yöneten güç de bu ebeveyn değerlendirme sistemiyle onların sabırlarının sınırlarını zorlayarak bu kararlarını manipüle etmeye çalışıyor. Bunu Virginia gibi çalışanlarıyla veya onların yöntemleriyle yapınca da değil çocuk sahibi olmak, elindeki evliliği korumak bile zorlaşıyor. Eski Dünya'nın alışkanlıklarını (ki bu dünya bizim şu an içinde bulunduğumuz dünyanın ta kendisi) ortadan kaldırıp daha kontrollü ve güvenli bir Yeni Dünya yaratmaya yönelik bir çok projeden de satır aralarında haberdar oluyoruz. Örneğin Aaryan'ın üzerinde çalıştığı sanal evcil hayvan projesi bunlardan biri. Yeni Dünya'da "hastalık önleme ve kaynak koruma programı"nın bir parçası olarak evcil hayvanların itlaf edildiğini öğreniyoruz. Devlet bu hayvanları itlaf ederken dostluğun psikolojik önemini düşünmediği için Aaryan sanal hayvanları somutlaştırmaya, dolayısıyla hayvan sevgisinin eksikliğini doldurmaya yönelik çalışmalar yapıyor. Senaryo, bu tip satır aralarıyla bize detaylarıyla göstermediği bu alternatif evrenin boyutlarını, ilkelerini, projelerini, programlarını ve bunları uygularkenki zalimliklerini betimliyor. Böylece oturduğu yerden evrenini genişletebiliyor.

Özellikle düşük bütçeli distopik filmlerin buna benzer genişletmelere daha çok ihtiyacı var. Bunun bilinciyle zaten fikir olarak iyi bir çıkış noktasına sahip senaryo, daha steril ve kontrollü olabilmek amacıyla yeni kurallar belirlemiş bir yeni dünya tasarımı içine ne koyarsa çalışıyor. Tabii filmin odak noktası bu programlardan sadece biri olan ebeveyn ehliyeti olunca, onun da kendi alt başlıklarındaki zenginlik ortaya çıkıyor. Nüfus yoğunluğunun en önemli global sorunlardan biri olduğu tartışmasız bir gerçek. Bu yoğunluğa sahip ülkelerin yeterli besin, barınma, eğitim, sağlık hizmeti sunamamalarına rağmen insanların hala fütursuzca üreme çabaları, hükümetlerin de uzun vadeli iş gücü ve askeri güç açısından bu çabaları teşvik etmeleri doğal kaynakların da fütursuzca harcanmalarına sebebiyet veriyor. Neticede birbirine bağlı binlerce sorun üst üste biniyor. Çocuk sahibi olup evlilik bağını güçlendirmeyi, birkaç çocuk yapıp aile bağını hissetmeyi doğal bulsak da, dünyanın her yerinde, her ailede sistem her zaman böyle çalışmıyor. Boşanma sonucu ortada kalan, terk edilen, çöpe atılan, istismara uğrayan, türlü sosyal ve ekonomik sorunlarla suça itilen çocukları düşündükçe, belki de ehliyete bağlanması en gerekli oluşumlardan biri ebeveynlik. Bazı bireyler veya çiftler kesinlikle çocuk sahibi olmamalı. İşte tüm bunları ve belki fazlasını düşündürebilecek The Assessment, bir ilk filme göre çok iyi çekilmiş, yazılmış, oynanmış bir film. Elizabeth Olsen ve Alicia Vikander çok güçlü, çok etkileyici anlar ortaya koyuyorlar. Özellikle 90'lardaki filmleriyle çok hayran edinmiş tecrübeli oyuncu Minnie Driver'ı kısa da olsa Evie rolüyle görmek de hoştu. Video klip kökenli olmasına rağmen kesinlikle şımarmayan, abartmayan, nerede ve nasıl duracağını iyi bilen rejisiyle Fleur Fortune ise daha şimdiden bir sonraki filmini merak ettiren yönetmenler arasına girdi.

17 Nisan 2025 Perşembe

Elskling (2024)

 
Yönetmen: Lilja Ingolfsdottir
Oyuncular: Helga Guren, Oddgeir Thune, Kyrre Haugen Sydness, Maja Tothammer-Hruza, Heidi Gjermundsen, Elisabeth Sand
Senaryo: Lilja Ingolfsdottir

İlk evliliğinden iki çocuğu bulunan Maria, eşinden boşandıktan sonra bir partide gördüğü Sigmund'a aşık olur. Onu takıntı haline getiren, gidebileceği her yere giderek onu tekrar görmeyi bekleyen Maria nihayet amacına ulaşır. Mutlu bir beraberlik yaşamaya başlayan çift evlenir ve iki çocuk sahibi olurlar. Müzisyen Sigmund işi gereği fazla seyahat ettiği için çocukların, ev işlerinin arasında sıkışan, kariyerini sürdüremeyen Maria, bir gün bu seyahatler yüzünden Sigmund'la şiddetli bir tartışma yaşar. Tartışmanın ardından Sigmund ona ayrılmak istediğini söyler. Nazik ve anlayışlı eşi Sigmund'u çok seven, ondan ayrılıp ikinci bir boşanmayı kaldıramayacağını düşünen Maria'nın hayatını nasıl tekrar düzene sokacağına dair bir planı yoktur. Lilja Ingolfsdottir'ın yazıp yönettiği Loveable (Elskling), etkileyici, düşündürücü ve özellikle çiftlerin empati kurabilecekleri bir kadın hikayesi. Konusunun çağrıştırabileceği üzere sadece "evlilik hayatı mı, kariyer mi" ikileminden ibaret olmayan, Maria ve Sigmund çifti üzerinden daha basit ama aynı zamanda derin bir ilişki/evlilik analizi kurabilen Loveable, odağına aldığı Maria üzerinden de Lilja Ingolfsdottir'ın kendi hemcinslerine yönelttiği bir özeleştiri gibi de görülmeye müsait bir dram. Evlilik hayatı denen şeyin sadece iki insanın beraberlik anlaşmasından ibaret olmadığı, özellikle çocuk faktörünün bu anlaşmanın en bağlayıcı yönü olduğu gerçeği filmin hikayesine önemli bir katkı sağlıyor. Zira evlilikte hareket alanı bulmak için çiftlerin çok fazla çaba göstermesi gerekiyor.

Lilja Ingolfsdottir, hikayesinin alışıldık boyutlarının farkındalığıyla, biçimsel olarak zaman zaman karışık bir kurguya başvuruyor. Açılışta Maria ve Sigmund'un tanışmaları, beraberlikleri, evlenmeleri, çocukları, hızlı, akıcı ve sevimli bir şekilde kurgulanıyor. Onun bir an önce sadede, yani bu mutlu beraberliğin dönüşmeye başlayacağı evreye geçmeyi istediğini anlıyoruz. Maria'nın biten evliliğinden olan iki çocuğu ergenlik çağında. Haliyle öz babalarından ayrı yaşamanın, iki küçük üvey kardeşe ve Maria'nın nereye yönlendireceğini şaşırdığı orantısız ilgisine maruz kalmanın etkisiyle agresifler. Özellikle kızı Alma'ya bir türlü ulaşamayan Maria, onunla sürekli gerilim içinde. Bu gerilimin seyirciye yansımasında Alma'nın kabul edilebilir ergen öfkesi ile Maria'nın kabul edilmesi sancılı ilgi inadının çatışması görülüyor. Bir boşanma etkisi olarak annesinden nefret eden Alma ve onun bu nefretini kendisine yapılan bir haksızlık olarak gören Maria arasındaki bu tansiyon birçok ebeveyne yabancı sayılmaz. Keza, Maria'nın bu haksızlığa karşı biriktirdiği öfkeyi kızı Alma'ya değil de kocası Sigmund'a yönlendirmesi de sık rastlanan bir psikoloji. Bahane ise Maria evde tüm bu sorunlarla cebelleşirken Sigmund'un iş gereği evde olmaması. O ortalıkta yokken yaşadığı sıkıntıların hesabını içinde biriktiriyor. Ingolfsdottir, patlama noktası olarak da, filmin içinde birkaç defa karşımıza çıkacak basit bir sahne belirlemiş: Yorgun bir günün akşamında Maria mutfaktayken Sigmund'un eve gülümseyerek girmesi, sonra da Maria'ya sarılması.


Ingolfsdottir, Maria'yı çok hırpalıyor. Onun ev hayatından arta kalan bitkinliğini, ilk evliliğinden olma çocuklarını yeniden kazanma çabasını, sanat kariyerini ihmal etme acısını, Sigmund ile evliliğinin ilk günlerdeki tutkusunu yitirişini onun valizine koyuyor. Claire Dederer, Monsters: A Fan's Dilemma adlı kitabında şöyle demişti: "Sanat üretimiyle ebeveynlik birbirini çok etkili bir biçimde etkileyen şeylerdir ve aksini söyleyen ya kafayı yemiştir ya çocuksuzdur ya da erkektir." Sigmund rahat bir şekilde işine/sanatına odaklanabilir, eve mutlu bir yüzle dönebilirken, Maria'nın elinden bu hislerin alınmış olmasındaki adaletsizliğin dışa vurulması Maria için elzem bir hal alıyor. Onun dışa vuruşu da kişiden kişiye farklılık gösteriyor. Mesela kızı Alma'ya korumacı, karışan bir anne olarak davrandığında onunla sorunlar yaşıyor. Saniyeler içinde pişman olup gönül almak istediğinde ise iş işten geçmiş oluyor. Sorunu çözemediği gibi daha da büyütüyor. Saman alevi gibi parlayan öfke problemi Alma'ya olduğundan daha farklı biçimde Sigmund'a da zarar veriyor. Maria, kendi ihtiyaçlarını ötelemek zorunda kalışının, eve hapsoluşunun, kariyeriyle vedalaşmasının faturasını eşi Sigmund'a kesiyor. Sigmund'un kendini suçlu hissetmesi için her fırsatı kullanıyor. Çünkü Maria'nın mantığına göre Sigmund kendini suçlu hissederse Maria'nın kendisinden daha iyi olduğunu düşünecek, böylelikle Maria'yı bulduğuna şükredecek, Maria'ya mecbur olduğunu hissedecek.

Ingolfsdottir, ilişki dinamiklerindeki basitlikleri, ufak hesapları, sorumluluk alma sorunsalını hassas, gergin, dürüst ve doğal yöntemlerle ele alan bir reji sergiliyor. İki insanın mutlu beraberliğini sözde kutsayan evliliğin bambaşka bir şeye, aşkı, mutluluğu, huzuru sömüren, karşı tarafı suçlu hissettirmek gibi duygusal hesapçılıklara sebep olan bir şeye dönüşmesinin yasını tutuyor adeta. Bazı şeyleri alenen dile getirmesi gerekmiyor. Maria'nın terapi seansında ufak parçalarla geri döndüğü sahnelerde olduğu gibi sadece hikayeye yaslanmayıp biçimsel estetiği de kovaladığı oluyor. Toplamda yazılması, çekilmesi, oynanması ile ortaya bağımsız ruhlu güçlü bir dram çıkarıyor. Ingolfsdottir'ın altını çizdiği bazı mesajları var. Bunlar hem göz önünde, hem de kör noktada kalmış tespitler. Bunların otobiyografik veya gözlemlerine dayalı bir kurmaca içinde filme, daha doğrusu Maria karakterine yedirilişi çok başarılı. Bir başka başarı da Maria'yı canlandıran Helga Guren'in performansına ait. Filmin kendi gerçekliği içinde gerçek bir karakter olarak Maria'nın aşırı tepkileri, bir oyuncu olarak Helga Guren'in aşırıya kaçmayan tepkilerine rağmen son derece ikna edici. İzleyeni geren, üzen, kızdıran, acıma duygusu yaratan ve tüm bunları hikaye, olay, sahne akışı içinde yadırgatmayan bir doğallığa sarmalayarak sunan, pırıl pırıl parlayan bir performans. Yine pırıl pırıl parlayan Lilja Ingolfsdottir da bir sürü kısa filmin ardından ilk uzun metrajı Loveable ile kendisine dair beklentileri arttırıyor.