11 Aralık 2025 Perşembe

Exit 8 (2025)

 
Yönetmen: Genki Kawamura
Oyuncular: Kazunari Ninomiya, Yamato Kôchi, Kotone Hanase, Nana Komatsu
Senaryo: Genki Kawamura, Kotake Create, Kentaro Hirase
Müzik: Shouhei Amimori, Yasutaka Nakata

Metrodan inen bir adam, dışarı çıkmak üzere yürüdüğü koridorda bir süre sonra hep aynı yolu yürüdüğünü, her seferinde "Exit 8" yazan tabelanın bulunduğu koridora tekrar girdiğini fark eder. Bir tabelada bu döngü içinden çıkabilmesi için bazı talimatlar görür. Buna göre, eğer yürüdüğü bu yol üzerinde bir anormalliğe rastlarsa geri dönmesi gerekecektir. Ancak böylelikle kat kat yüzeye çıkabilecektir. Kotake Create'nin video oyunundan Kentaro Hirase ve Genki Kawamura'nın uyarlayıp Kawamura'nın yönettiği Exit 8, oyun uyarlaması olması yanında, özgün senaryo gibi görünen gizemli, tuhaf, ürkütücü ve sonlara doğru hüzünlü bir film. Beyond The Infinite Two Minutes, One Cut Of The Dead gibi iyi fikirleri matematiksel biçimle mayalayan Japon filmlerinin yanına yakışan bir tona sahip. Tabii onlar gibi komedi öğeleri yerine daha karanlık, gergin ve merak unsurunu sürekli koruyan hamleleri mevcut. Koridorda yürüdükçe ve talimatları öğrendikçe, sıra sıra reklam panolarını, kapı sayısını ezberleyen, koridora her girdiğinde robot gibi karşısından yürümeye başlayan çantalı adamı da normalliğin içine katan isimsiz kahramanımız, bu rutini bozan en ufak bir değişikliği anormallik olarak kabul edip geldiği yoldan geri dönmek zorunda. Film başlangıçta koridorda birkaç tur yapıp hiç bir anomali de yaratmadan hem kahramanını, hem seyirciyi bu rutine alıştırıyor. Sonrasında ufak değişikliklerle bu normalliği sekteye uğratıp gizemli yönüne tekinsiz bir kimlik ekleyerek ilerliyor.

Film, koridorda sıkışmış adamın karşılaştığı anormallik dozunu giderek arttırırken işin içine halüsinasyonları ya da bu mini evrenin fantastik unsurlarını da katıyor. Bazıları anormallik yaratma adına karşısına çıktığı halde adamın geri dönmesine engel olmaya çalışan, böylelikle onun talimatlara olan sadakatini test eden bir meydan okumaya dönüşebiliyor. Buradan sistemsel alt metinlere ulaşmak çok kolay: Yoluna çıkan çeldiriciler her ne ve nasıl olursa olsun talimatlara uymalısın, uymazsan yerinde sayar, yükselemezsin. Ama bir süre sonra filmin sadece bu isimsiz adam üzerinden dinamikler kurmak istemediğini anlıyoruz. Adamın normalliğinin bir parçası olan, koridorda sürekli karşısına çıkan çantalı yürüyen adamın ve küçük çocuğun bu mini koridor evrenindeki hikayeleri de dahil olunca senaryonun kendini yenileyişi ve karakterize edişi el yükseltiyor. Adamın bu koridorda sıkışmadan önce kız arkadaşının hamile olduğunu öğrenmesinin dramatik kabulünü de cebine koyan film, mekanik bir alternatif bilim kurgu olmanın ötesine geçip daha insani bir kimlik ediniyor. Yapısı gereği beklenmedik, tahmin edilemez "anormallikler" nedeniyle ilgiyi hep dinç tutan Exit 8, başrol oyuncusu Kazunari Ninomiya'nın taşıyıcı performansıyla da görülmeyi hak eden, herhangi bir Black Mirror bölümü olabilecek iken kendini iyi genişleten bağımsız bir fantastik yapım.

6 Aralık 2025 Cumartesi

Train Dreams (2025)

 
Yönetmen: Clint Bentley
Oyuncular: Joel Edgerton, Felicity Jones, William H. Macy, Kerry Condon, Nathaniel Arcand
Senaryo: Clint Bentley, Greg Kwedar, Denis Johnson
Müzik: Bryce Dessner

Yayımlandığı yıl The New York Times, The Economist, NPR gibi dergilerde yılın en iyi kitapları arasında gösterilen, Pulitzer Ödülü Finalisti Train Dreams, Clint Bentley ve Greg Kwedar tarafından uyarlanıp Bentley'nin yönettiği bir filme dönüştürüldü. National Book Award 2007 kazananı yazar Denis Johnson, Train Dreams’de 20. yüzyılın başlarında Amerika’da giderek artan köprü ve yol inşaatlarında bulduğu gündelik işlerde çalışan Robert Grainier’ın hikayesini anlatıyor. Hikaye olağanüstü, sıra dışı, unutulmaz bir hikaye değil. Sıradan bir işçinin çeşitli işlerde çalışması, Gladys'e aşık olup evlenmesi, bir kız çocuğu olması, sonra yine nerede iş bulursa oraya çalışmaya gitmesi, gittiği yerlerde karşılaştığı insanlar ve yaşadığı olaylardan bahsediliyor. Ama Train Dreams bunları o kadar hassas, zarif, estetik, şiirsel, aynı zamanda mütevazi bir üslupla işliyor ki, uyarlandığı kaynağı okumamış olsak da okumuş kadar hücrelerimizi dolduran yoğunluktaki filmlerden. Sıradan bir işçi olan Grainer'ın merkezindeki bu varoluşçu hikaye, her kim, hangi mevkide, sınıfta, karakterde olursa olsun, insanın doğa karşısındaki sıradanlığının vurgusunu yapmaya çalışıyor. Bunu yaparken seçtiği olay örgüsü, insanlar, bunların detaylandırılış biçimleri yeni bir keşif değil belki. Ancak bu sıradanlıklardan minyatür ölüm, yas, kayboluş ve hayatta kalış öyküleri devşiriyor.

Bir ana karakter etrafında şekillendirilen olay ve karakter çeşitliliği ve bunların o karakter üzerinde bıraktığı farklı etkilerden evrensel bütüne ulaşma yömtemi bugüne dek pek çok filme, romana konu oldu, olmaya da devam ediyor. Train Dreams de duruş olarak bu filmlerden ayrı değil. Sadeliğini biçim olarak zenginleştiren ama o sadeliği hüzünle yoğurup ona sahip çıkan, onu koruyan bir tevazu mevcut filmde. Bunun sağladığı şiirsellik hiçbir zaman ayakları yerden kesmiyor. Grainier’ın Amerika’yı baştan başa saracak olan demiryollarına, gelişen teknolojiye, şehirleşmeye başlayan kasabalara, değişen yaşam tarzına, doğumlara, ölümlere tanıklık edişi, Martin Eden gibi bir yazar gözünden değil, Grainier gibi normal bir emekçi gözünden tanıklık ediş içeriyor. Farklı gözler Grainer'ı çok farklı biçimlerde konumlandırabilir, onu ciddiyetten uzak biçimde kahramanlaştırabilirdi. Denis Johnson'ın baş karakter olarak Grainer gibi sıradan bir işçiyi seçmiş olmasının sebeplerinden birinin de belki de onun gibi sıradan birer okuyucu/seyirci olan bizlerin doğadaki, dünyadaki, evrendeki yerimizin ne kadar küçük olduğunu hatırlatmak olduğunu düşünebiliriz. Her şeyin birbirine bağlı olduğu bu devasa düzen içinde tutunacak bir yer bulmaya çalışmamız esnasında, aşk, evlilik, ebeveynlik, yoksunluk, kaza, ölüm, yas gibi başımıza gelenler bize bu faniliğimizi bazen unutturuyor, bazen hatırlatıyor. Bizim için hayati önem taşıyan şeyler doğanın umurunda olmuyor. Onu kendimize uydurmaya çalıştığımızda, bozduğumuzda, yıktığımızda bedellerini ödüyoruz.


Robert Grainier, etrafında olup bitenlere müdahale edemiyor, bir şeyleri değiştiremiyor, savaşmıyor. Çünkü bunların kendisini aşan şeyler olduğunu, kurulu düzenler içinde hep olageldiğini, tek başına radikal hamleler yapıp başarılı olamayacağını biliyor belki de. Bunun pasiflikten, bencillikten ziyade mizacından kaynaklı olduğunu onu tanıdıkça anlıyoruz. Yaptığı işe odaklanan, sorgulamayan, sorgulasa dahi uzak doğulu işçilere yapılan kötü muamelelere karşı ucuz kahramanlıklar yapmadığında olduğu gibi kendi işini kaybetme, alıştığı basit düzeni bozma riskini göze almıyor. Gladys ona yaklaşmasa aslında Gladys'in hayatının aşkı olduğunu bile fark edeceği yok. Gladys ve küçük kızı Kate ile hayatı başka bir anlam kazansa da yine uzaklara gidip çalışmak, yine para kazanmak, yine hayatta kalmak zorunda. Doğayı tanıyor, ona karşı durmanın beyhudeliğini anlıyor. Ama bilgece bir anlayış değil bu. Bilgelik, bir ara ormanda beraber çalıştığı ekipte bulunan Arn Peeples adlı yaşlı adamda hissediliyor. Yıllardır bu işin içinde olan, doğanın, ağaçların dilinden anlayan, onların yüzyıllardır burada olup dünya tarihinin asıl sahipleri olduğunu savunan Arn, filme önemli bir iz bırakan karakterlerden biri. Grainer, Arn Peeples, orman gözlemcisi Claire Thompson, kasaba esnafı Ignatius Jack gibi hayatından gelip geçen insanlardan bir şeyler alıyor. Hepimiz bunu yapıyor, hayatımıza dokunan başkalarından iyi kötü bir şeyler alıyor, öğreniyoruz.

Denis Johnson nasıl kitabında destansı bir karakter yaratmıyor, onun üzerinden olağanüstü olaylar kurgulamıyorsa, Clint Bentley de filmini böyle tasarlamıyor. Özellikle ağaçlar aracılığıyla doğanın yaşayan, nefes alan, hayat ve bereket veren, gerektiğinde öç alan, ölen, bazen öldüğünde bile farklı suretlerde hayat bulan uzun ömürlü seyrinde insanın durduğu küçücük yeri belirginleştirmek için sıradan bir emekçinin seçilmesi çok önemli. Hepimiz sıradanız. Doğuyor, büyüyor, aşık oluyor, evleniyor, çalışıyor, gülüyor, ağlıyor, buluyor, kaybediyor, hastalanıyor, iyileşiyor, ölüyoruz. Milyarlarca yıllık bir zaman diliminde ortalama 70-80 yıl ikamet ediyor oluşumuz bizi bu evrenin hakimi yapmıyor. Grainer'ın "münzeviliği", aslında bu dünyadaki insanoğlunun münzeviliğine referans oluşturuyor. Doğanın hakimi değil, minicik bir parçası olduğumuza, o minicik ömrümüz neleri ve kimleri sığdırdığımıza dair mütevazi bir varoluşçuluğun zerrelerini izliyoruz. Brezilyalı görüntü yönetmeni Adolpho Veloso'nun nefis işçiliği, Bryce Dessner'in müzikleri çok dokunaklı. Avustralyalı usta aktör Joel Edgerton'ın Grainer'ı giyme ve taşıma biçimi de aynı ortak tevazuyu bünyesinde barındırıyor. Keza Felicity Jones ve kısa ekran süresine rağmen filme iz bırakan William H. Macy performansları da bu çizgiden çıkmıyor, hüzün olup yağıyorlar adeta. Bir TV filmi olarak Train Dreams, birçok vizyon filminden çok daha güçlü, edebi yönü uyarlandığı novella kadar incelikli ve en belirgin özelliklerini bu tevazusundan, sadeliğinden, münzeviliğinden almış, yılın en iyilerinden biri.