31 Mayıs 2016 Salı

Triple 9 (2016)


Yönetmen: John Hillcoat
Oyuncular: Chiwetel Ejiofor, Casey Affleck, Anthony Mackie, Woody Harrelson, Kate Winslet, Clifton Collins Jr., Aaron Paul, Gal Gadot, Norman Reedus, Teresa Palmer, Michael Kenneth Williams, Michelle Ang
Senaryo: Matt Cook
Müzik: Bobby Krlic, Atticus Ross, Leopold Ross, Claudia Sarne

Yahudi Rus mafyasının Atlanta ayağına hizmet eden bir grup polis eskisi ve halen aktif görevdeki birkaç yozlaşmış polisten kurulu beş kişilik bir çete, içinde önemli bilgilerin bulunduğu bir banka kasasını çalarlar. Mafya babası Vassili'nin karısı Irina Vlaslov'un liderliğinde hareket eden Rus mafyası, bu polisleri avucunun içine almış, istediği gibi kullanmaktadır. Son iş gibi gördükleri bu soygundan sonra çok daha zor bir soygun görevi daha alırlar. Bu soygunu gerçekleştirmek için riskli bir plan yaparlar. Buna göre bir polis öldürüldüğü zaman verilen 999 alarmına ihtiyaçları olacaktır. Çünkü civardaki tüm birlikler bu alarmın verildiği bölgeye intikal edecek, böylece soygun için zaman kazanılacaktır. Henüz ilk senaryosunu yazan Matt Cook'un tasarladığı bu hikaye, The Proposition (2005), The Road (2009), Lawless (2012) filmlerinin Avustralyalı yönetmeni John Hillcoat tarafından yönetilmiş ki, oyuncu kadrosundan ziyade benim için bu filmi izlemenin en önemli nedeni buydu.

Fakat ne yazık ki Triple 9 birçok yönden kötü bir film. Hem de öyle böyle kötü değil. Zaten Hillcoat olmasa izlemezdim, izlemiş olsam bile hakkında eleştiri yazmaya tenezzül etmezdim. Yukarıda saydığım üç iyi filmi yönetmiş Hillcoat, vasıfsız Matt Cook'un niteliksiz senaryosunu çekmek için filmdeki yozlaşmış polisler gibi mafya tarafından tehdit edilmiş olabilir mi diye düşündüm. Neresinden tutarsız elinizde kalıyor derler ya, filmden hangi olayı, hangi sahneyi, hangi karakteri alırsanız mutlaka bir arızası veya artık bıktıran bir klişesi mevcut. Bu polislerin nasıl mafya soyguncusu olduklarının, bankadan ne çaldıklarının, Michael dışında neden mafyaya gebe olduklarının pek bir önemi yok. Film de bunların üstünde durmayıp direk sadede geliyor. Ama o sadet üzerinde daha önce görmediğimiz yeni birşeyler olmadığı gibi, klişeler üzerinden bile bir olay ve karakter genişlemesi yaratılamıyor. İkinci soygun için yapılan 999 kod planından sonra beklenti yaratan soygun resmen fos çıkınca, bir de üzerine saçma sapan bir teslimat sahnesi eklenince film iyice çekilmez bir hal alıyor.


Filmin seyirciyi ikilemde bırakacak, vicdanen dürtecek, suç mantığıyla ters köşede bırakacak hiçbir hamlesi yok. Varsa da sadece lafta var. Belki bazı karakterlerin akıbetini zamansız veya adaletsiz bulabilirsiniz. Ama inanın film bunu zeki müdahalelerle, iz bırakan bir adalet duygusuyla yapmıyor. Hillcoat'un elinde o kadar derme çatma bir olay örgüsü, o kadar dağınık bir program var ki, içerisinde Hillcoat'un da olduğu 23 yapımcının bu filme emek ve para harcadıklarına insan inanamıyor. Sadece bir sahnede görünen Vassili'nin dışında filmde yer alan "Putin'in bile çekindiği" mafya, hangi aksanla konuşacağına karar veremeyen bir adet Kate Winslet ve onun iki adet kipalı korumasından ibaret. Haliyle seyircide ciddiye alınası bir tehdit algısı oluşturamayan film, Rus-Yahudi-Mafya üçgenine olan yakıştırmasına, Amerika'daki latin yozlaşmasını da ekleyerek adeta Donald Trump'a selam çakıyor. Yozlaşmış polis özeleştirisi ise, dürüst beyaz Amerikan polisi karşı tezi sayesinde ciddiye alınmayı bekliyor. Yersen!

TV ve beyaz perdeden popüler isimleri filme boca ederek hasılat beklentisine giren sığ anlayış, neyse ki bu tür ucuz numaralara pabuç bırakmayan seyirci sayesinde prim yapamıyor. Zaten başrollerinden biri Casey Affleck olan bir filmin çapı bellidir. Gal Gadot veya Aaron Paul'un canlandırdığı karakterleri filmden çıkarsak senaryoda 10 dakikalık bir düzeltme yetecektir. Michael Kenneth Williams ve Teresa Palmer düpedüz harcanmış. Anthony Mackie gibi düz bir oyuncunun canlandırdığı Marcus ise, vicdanen ne tarafta duracağı bir türlü kestirilememiş bir tipleme. Hatta rol olarak vadesi dolunca bile net olarak durduğu yer belirginleşmiyor. Bu kadroda en tutkulu performansı göstereceğini umduğum Chiwetel Ejiofor bile, çetenin beyni, çaresiz baba, kendini mafyaya karşı garantiye almış zeki adam kıyafetlerini üzerine bir türlü uyduramıyor. Çat diye biten filmin en güzel yanı da bu bitişi oluyor. "Makara yetmedi" şeklinde not düşmeyi unuttular sanıyorsunuz. Bu cümleyi bir John Hillcoat filmi için söyleyeceğimi hiç ummazdım ama ola ki denk gelirseniz, iki kere düşünüp, varsa diğer alternatifleri gözden geçirin derim.

27 Mayıs 2016 Cuma

Under sandet (2015)


Yönetmen: Martin Zandvliet
Oyuncular: Roland Møller,Louis Hofmann, Joel Basman, Mikkel Boe Følsgaard, Oskar Bökelmann, Emil Belton, Oskar Belton, Laura Bro, Leon Seidel
Senaryo: Martin Zandvliet
Müzik: Sune Martin

Almanya - Danimarka ortak yapımı Under sandet, II. Dünya Savaşı'nda Almanya'nın yenilgiye uğramasının ardından, Mayıs 1945'te bir grup genç Alman savaş esirinin Danimarkalı yetkililer tarafından ülkeye getirilmesini konu alan bir film. Hepsi lise çağındaki bu esir askerlerin görevleri Danimarka'nın batı sahilindeki yaklaşık iki milyon kara mayınını çıplak elleriyle temizlemektir. Savaş sonrası Almanlara karşı büyük bir nefret içinde olan Üstçavuş Carl Rasmussen'in emrine verilen gençler, hayatları pahasına kendileri gibi Alman askerlerin kurdukları mayınları temizlemek zorunda bırakılırlar. Ülkesi dışında pek tanınmayan (ülkesinde tanınıp tanınmadığını da bilmiyoruz) Martin Zandvliet'in yazıp yönettiği Under sandet (Land Of Mine), konusu, oyunculuk performansları, görüntü yönetimiyle güçlü bir savaş dramı. Filmin başında esir Alman askerlerinin yanından geçen, bir tanesini de fena benzeten Carl Rasmussen'i tanıyoruz. Onun bir grup Alman esirine mayın toplama görevinde liderlik edeceğini öğrendiğimizde filmde  nasıl sahnelerle karşılaşacağımız az çok şekilleniyor.

Film zaten bu konu üzerinde inşa ettiği dram ve gerilim ile 1-0 önde başlıyor. Mayın temizleme eğitimi, Rasmussen'in genç askerlere sert ve mesafeli davranışları, gençlerin mayın yüzünden yaşadıkları ölüm korkusuyla olduğu kadar açlık ve esaret ile imtihanları derli toplu bir anlatımla sunuluyor. Gençleri daha yakından tanımaya başlayınca başta Sebastian olmak üzere Helmut, Ludwig, ikizler Ernst ve Werner ile yakınlık kurmak daha kolaylaşıyor. Rasmussen'in de taş kalpli bir asker olmadığını sindire sindire kabul ettiren film, savaş kavramının çirkinliğinin karşısına insan doğasındaki dostluk, yardımseverlik, gelecek hayalleri, vatan hasreti kavramlarını başarıyla yerleştiriyor. Tabii esir olmanın ezikliğiyle bu gençlerin Hitler'in askerleri olduğu gerçeğini unutmamız bizim için daha kolay. Bu yüzden Rasmussen'i anlayabiliyoruz. Fakat onların da masum eve dönüş hayalleriyle, geçmişteki bazı hatıralarıyla, mayından temizlenmiş bir alanda neşe içinde futbol oynamalarıyla, Rasmussen ve Sebastian arasındaki baba oğul yakınlığına benzer anlarla birer insan olduklarını da anlamamızı istiyor Martin Zandvliet.

Ama kara bulutların arasından süzülen güneş ışıkları misali yaşanan bu kısa mutlu anlar hep tehdit altında. Mayın temizlerken ne zaman vuracağı belli olmayan saniyelik ölüm tehlikesi yanında, üst makamdan Rasmussen'in bu gençlere müsamaha göstermesini istemeyen Teğmen Ebbe'nin göz hapsi de rahatsızlık verici bir unsur. Yaşanan çeşitli trajik anlar, filme etkili kırılma noktaları oluşturuyor ve artık iyice alışıp benimsediğimiz karakterler için (Alman askeri bile olsalar) kaygılanıyoruz. Bir film bu ruh halini sağlayabilmiş ise daha ne ister? Belki sadece finali için biraz aceleye getirilmiş yorumu yapılabilir ki, o da rahatsız edici düzeyde değil. Senaryo ve teknik pozitiflikler bir tarafa, Carl Rasmussen rolüyle Roland Møller, genç oyunculardan özellikle Louis Hofmann ve Joel Basman'ın performansları çok iyi. Under sandet, savaşın 1001 yüzünden, onun binlerce ikileminden sadece biri. Boğazlara bir yumru gibi oturarak bu ikilemin de hakkını vermiş olanlardan.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Going Clear: Scientology and The Prison Of Belief (2015)


Yönetmen: Alex Gibney
Senaryo: Alex Gibney, Lawrence Wright
Müzik: Will Bates

Yazar ve yapımcı Lawrence Wright'ın Going Clear: Scientology and The Prison Of Belief adlı kitabını temel alan Alex Gibney'nin çektiği aynı adlı belgesel, temeli 60'lı yıllara dayanan, günümüze uzanan süreçte değişimlere uğrayan, evrimleşen, en önemlisi de katlanarak büyüyen bir inanç sistemini masaya yatırıyor. Bilim kurgu kitapları yazarı L. Ron Hubbard, rekorlar kitabına bile girmiş üretkenliği sonucu yazdığı bu kitapların bir çöp olduğunun bilinciyle, halktan çok ilgi görmesini kazançlı bir fırsata dönüştürmek istiyor. Kendi deyimiyle insanların bu aptallıklarını, uydurma kod ve kurallarla dolu bir dine yönlendirmek, bu sayede para kazanmanın kolaylığıyla rahata ve güce erişmek istiyor. Bunun için kolaydan zora doğru giden evreleri gerçekleştirmeleri için katılımcıları ikna gücüyle kandırıp kendine ve bu yeni inanca bağlıyor. Kısa zamanda bu doğaçlama dinin müritleri sayesinde hayalgücünü paraya çevirmeye başlıyor.

Hubbard'ın temellerini attığı bu inanç sistemi, gerçekçi görünecek ölçüde kafa karıştırıcı. Kafadan salladığı anlaşılmasın diye küsüratlı sayı veren adamlara benzeyen deneysel bir tarzı var. Tabii söz konusu inanç, din, maneviyat olunca ne satsa alacak bir kitle bulması fazla zaman almıyor. Bu gelişimi sağlayan yöntemleri, tarikatın çalışma prensiplerini, birbirinden tuhaf metodlarını, zamanında Scientology sisteminin içinde olan fakat çeşitli nedenlerden dolayı uyanış yaşayarak bu yanlışlarından dönen kilit isimlerin ağzından öğreniyoruz. Bu isimlerden en bilineni Crash, In The Valley Of Elah gibi filmlerin yönetmeni Paul Haggis. Onun ve sisteme en yakın diğerlerinin detaylı hikayeleri, gittikçe artan şaşkınlıklara sebep oluyor. Çünkü çocuk kandırır gibi uyduruk yöntem ve prensiplerle haksız kazançlar elde eden, yatırımlar ve vergi muhafiyetleriyle milyonlarca dolar servet sahibi olan Scientology kilisesi, nedeni tam olarak anlaşılmayan misyonu sayesinde kanuni ve ahlaki olarak sorgulanmak yerine gücüne güç katıyor. Bu da modern toplumlarda bile inanç sistemlerinin maddi ve manevi yönden insanları sömürebilecek önemli bir güç olduğuna dair toplum psikolojisini ortaya koyuyor.

Going Clear, sonradan pişman olmuş eski hizmetkarlarının içeriden yaptıkları tüm detaylandırmalara rağmen bazı yönlerden hala gizemini koruyan bu inanç yapılanmasını deşifre eden bir belgesel. Stres ve kişilik testleriyle kafa karıştırarak önce kitap satmaya, sonra da mürit edinmeye doğru yol alan beyin yıkama, ağa düşürme, manipülasyon (artık ne denirse) yöntemlerinin insanları nasıl kolaylıkla etki altına alabildiği gizemli sayılmaz. Ama kilisenin en önemli yüzleri olan Tom Cruise ve John Travolta'nın nasıl birer Scientology müridi ve savunucusu oldukları hala çok net değil. Etrafında pekçok akıl hocası, avukat, muhasebeci bulunan bu milyoner yıldızların Scientology kilisesine olan bağlılıklarının arkasında çeşitli komplo teorileri duruyor. Hubbard sonrası özellikle David Miscavige liderliğinde yükselişini sürdüren bu tarikatın birçok kirli çamaşırına şahit olduğumuz film, belgesel ustası Alex Gibney sayesinde dram ve gerilim öğelerini yapmacıklıktan uzak bir anlatımla bütünleştiriyor. Aday olduğu bir dolu organizasyon arasında 3 adet Emmy ve Writers Guild'dan kazandığı En İyi Belgesel Senaryosu ödülleri dikkat çekiyor. Going Clear, insanlardaki manevi ihtiyaçların nasıl maddiyata çevrilebileceğini, bu inançları sömürmek için neler yapılabildiğini gösteren çok önemli bir film.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

The Invitation (2015)


Yönetmen: Karyn Kusama
Oyuncular: Logan Marshall-Green, Tammy Blanchard, Emayatzy Corinealdi, Michiel Huisman, John Carroll Lynch, Michelle Krusiec, Mike Doyle, Jordi Vilasuso, Jay Larson, Marieh Delfino, Lindsay Burdge
Senaryo: Phil Hay, Matt Manfredi
Müzik: Theodore Shapiro

Eden ve Will’in bir kaza sonucu çocuklarını kaybetmesinin ve bu yüzden ayrılmalarından iki yıl sonra bir araya gelen kalabalık bir arkadaş grubu, Hollywood'daki Eden'ın malikanesinde buluşurlar. Yeni sevgilisi Kira ile davete katılan Will uzun süredir gelmediği eski evindeki değişiklikleri gözlerken, Eden’ın yeni eşi David, o eski dostları 40 yıldır tanıyormuş gibi davranmaktadır. Üstelik evde kimsenin tanımadığı tuhaf bir kadın ve bir erkek de David'in arkadaşları olarak bulunmaktadırlar. Gruptan Choi hala davete gelmemiştir. Şarap eşliğinde sohbet ilerledikçe itiraflar başlar. David, Eden ve evdeki diğer iki yabancının Meksika gezisinde yaşadıklarından kaynaklanan itiraf süreci, evdeki diğer misafirleri de yavaş yavaş etkilemeye başlar. Oğlunun acısını hala atlatamamış ve davete geldiğinden beri şüpheli bir ruh hali içinde olan Will, tuhaf birşeyler döndüğünü düşünmektedir.

Æon Flux, Jennifer's Body ve Girlfight gibi birbirinden alakasız ve önemsiz filmler yönetmiş Karyn Kusama ve Æon Flux, Clash Of The Titans, Ride Along 1-2 gibi dereden tepeden filmlerin senaryosunu yazmış Phil Hay ve Matt Manfredi işbirliğinde çekilen The Invitation'a, belki de bu alakasızlıklar ortaklığının verdiği en iyi meyve olarak bakmak mümkün. Büyük bir trajedi sonucu ayrılan bir çiftin boşandıktan sadece iki yıl sonra, bu defa yeni partnerleriyle bir davette buluşmaları fikrini kabullenmek filmin önünde önemli bir engel gibi görünse de, ayrıca senaristlerin bunu gecenin ilerleyen saatlerinde nasıl kullanacaklarını kestirmek güç olmasa da, filmin asıl gelmek istediği nokta başka. Bunu söylersek sürprizleri ve akışı bozabileceğimiz için şu kadarını söyleyelim. The Invitation, gerilimli ve gizemli bir atmosfer üzerine dramatik serpiştirmelerde bulunan, hem o atmosferi iyi kurmuş, hem de serpiştirmeleri yerinde yapmış bir film. Yine kendisi gibi bağımsız bir film olan 2013 yapımı Coherence ile benzerlikler taşıyor. (Bu spoiler sayılmaz.) Sadece oradaki gibi sci-fi bir durum yok.

Bir yandan hala oğlunun yasını tutan Will sayesinde dramatik bir yapı kuran, diğer yandan Eden, David ve onun iki misafiri ile rahatsız edici bir hava yaratan film, diğer konukları da amacına hizmet edecek şekilde verimli kullanıyor. Senaristler Phil Hay ve Matt Manfredi, ortalara doğru filmi çok iyi yükseltip şık bir twist ile tansiyonu yeniden düşürüyorlar. Ama o düşük tansiyonun filmi düşürmesine izin vermeden hemen müdahale edip son yarım saatte filmi başka bir boyuta taşıyorlar. Finalde de başka bir sürpriz ile o boyutun kapsamını iyice genişleterek, mesajını iletmek istediği konunun hem kendisini, hem de günümüze farklı biçimlerde yansıyan suretlerini hatırlatabiliyor. Will rolündeki Logan Marshall-Green, çeşitli filmlerde silik yan rollerde görünen bir oyuncuydu. Ama The Invitation ile hem acılı bir baba, hem geçmişle bağlarını kopardığını iddia eden eski eşinin bu tutumunu hazmedemeyen bir eski eş, hem de dedektif edasıyla etrafına şüpheyle bakan bir adam olabilen oyuncu, baştan sona bir filmi  taşıyabilecek kapasitede olduğunu kanıtlamıştır herhalde. The Invitation, başladığı gibi bitmeyen, kontrolden çıkacağı belli davetleri, tek mekan gerilimlerini konu edinen filmleri sevenlerin izlemesi gereken bir yapım.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Sarmaşık (2015)


Yönetmen: Tolga Karaçelik
Oyuncular: Nadir Sarıbacak, Osman Alkaş, Kadir Çermik, Hakan Karsak, Özgür Emre Yıldırım, Seyithan Özdemir
Senaryo: Tolga Karaçelik
Müzik: Ahmet Kenan Bilgiç

2010 yılında çektiği ilk uzun metrajı Gişe Memuru'ndan sonraki filmi merakla beklenen Tolga Karaçelik, yazıp yönettiği ikinci filmi Sarmaşık ile olgunluk dönemine erken adım atan sinemacılar sınıfına dahil oldu. Üzerinde haciz bulunan, armatörü de iflas ettikten sonra kaçan Sarmaşık gemisinin mürettebatı, Mısır açıklarında altı kişi dışında tahliye ediliyor. Kanunlara göre gemiyi olası tehlikelere karşı hareket ettirebilecek kişiler arasından gemi kaptanı Beybaba, makine dairesinde Kürt, mutfakta kamarot Nadir, gemiciler Alper ve Cenk, usta gemici olarak da İsmail gemide kalıyor. Bu altı kişinin hiyerarşik ilişkilerini psikolojik halleriyle birlikte işleyen film, her birinin temsil ettiği mevkileri ve değerleri günümüz Türkiye'sine uyarlamakta hiç sorun yaşamıyor. Çünkü içinde bulunduğumuz farklı mevki, makam, konumlar, hatta konumsuzluklar bile bir şekilde bu altı kişide kendini arayabiliyor. Efendi - köle, işçi - patron, zengin - fakir tipi birbirini karşılayan sınıf farkları yanında, yancı, dalkavuk, diktatör, köstebek gibi çeşitli kişilik özelliklerinin yüklendiği karakterlerin kendilerinden çok birbirleriyle olan ihtilaflarını inşa etmeye çalışan film, bu uygun ortamı hazırladıktan sonra işini iyice kolaylaştırıyor.

Tolga Karaçelik, bu politik ortam üzerine kat çıkarken elindeki altı kişilik malzemenin zenginliklerini har vurup harman savurmadan, ekonomik biçimde kullanmaya gayret ediyor. Bu sayede kurgulamayı başardığı tekinsiz ortam (denizin ortasında hareketsiz durmanın doğal belirsizliği), karakterlerin günler geçtikçe artan huzursuzlukları ile karışmaya başladıkça gerilim tırmanıyor. Bu yüzden dolaylı olarak (ya da doğrudan) Sarmaşık'a politik gerilim demek mümkün. Hem de bu türde son dönem Türk sinemasının en iyi örneklerinden biri olarak. Küçük meselelerin büyütülmesi, daha mühim meselelerin zaman geçtikçe can sıkıcı bir hal alması, bu belirsizliğin insanları germesi, ortalıkta gezinen canlı bombalar haline getirmesi filmin kendi kronolojisinde gayet iyi betimleniyor. Politik gerilim, psikolojik gerilim ile kol kola ilerliyor. Özellikle Cenk üzerinden daha sık yükselen psikolojik gerginlik, irili ufaklı patlamalarla etkisini iyice arttırarak finale doğru gerçeklikle bağlı olan iplerini birer birer koparmaya başlıyor.


Filmin Beybaba ile iktidarı, İsmail ile iktidara yakın emir kulu cenahı, Cenk ile hoyrat, umursamaz, öfkeli ama pasifize olmuş muhalif kanadı, Alper ve Nadir ile kendilerine sadece oy gözüyle bakılan "harcanabilir" potansiyeli, Kürt ile ise azınlıkları temsil eden karakter yelpazesi, Tolga Karaçelik'in ülkenin genel politik görünümünden devşirilmiş  bireysel yorumlarıyla senaryolaşıyor. Fakat Karaçelik gerginliği ve patlamayı çok iyi betimleyen sahnelere rağmen, özellikle son düzlükte halüsinasyonlara, sembollere, metaforlara dalarak, gerçeküstü kolaycılığı ile derdini ifade etmeyi seçince kendi çapını genişlettiğini düşünse de bence daraltıyor. Kesinlikle zaman kaybı olduğunu düşündüğüm bu halüsinasyon bölümleri yerine daha gerçekçi ve kendi metafor anlayışına hizmet edecek başka bir sürü sahne tasarlanabilirdi. Hatta filmin konu edildiği 120 gün, yaratıcı senarist ellerde her biri 1 saatten oluşan ve gemideki 1 günü anlatan 120 bölümlük gizemli bir diziye bile yol açabilirdi.

Senarist / yönetmen bir sinemacı, seyirciyi doğrudan oyuna dahil etmeyi değil, onu biraz zora koşmayı sever çoğu zaman. Her kafadan bir ses çıksın, herkes kendi anladığını anlasın, işine geldiği gibi yorumlasın diye film çekmesi gayet normal. Ancak bu filmden kolayca çıkarılacağını düşünen veya bilinçli olarak çıkarılmasını istemeyip çeşitli söyleşi ve röportajlara saklayan yönetmen tipi, maalesef festival filmleri klişelerinden biri haline geldi. Filmi izleyen herkesin gerekli taşları uygun yere koyacağını düşünerek sahne, metafor, sembol tasarlamak, o taşları koyamayanları dışlamak değil midir? Gemi (memleket?), salyangoz (halk?), Kürt (hayalet?), sarmaşık (??) tam olarak kimi, neyi temsil etmektedir? Elbette bunlar kör göze parmak misali işlenmesin ya da kamu spotu mesajı gibi dayatılmasın. Tolga Karaçelik o sözünü ettiğimiz sanrı anlarında çok kasıyor. Bu da filmin ayakları yere basar biçimde temsil ettiği metaforları zedeleyici bir hal alıyor. Kaba tabirle "işin suyunu çıkarıyor". Neyse ki başta Altın Portakal ve SİYAD'dan En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazanan Nadir Sarıbacak olmak üzere Kadir Çermik, Hakan Karsak ve Özgür Emre Yıldırım'ın üstün performansları, ayrıca sonrasında neler olacağını merak ettirerek çok iyi bir yerde sonlanan final sahnesi Sarmaşık'ı uzun vadede Türk sinemasının önemli filmlerinden biri yapıyor. Gişe filmlerindeki seviyesizlikleri düşününce Sarmaşık gibi yapımlara ödüllerle, övgülerle sahip çıkmamız gerektiği hatırlanıyor.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Deadpool (2016)


Yönetmen: Tim Miller
Oyuncular: Ryan Reynolds, Morena Baccarin, Ed Skrein, T.J. Miller, Gina Carano, Leslie Uggams,
Senaryo: Rhett Reese, Paul Wernick, Brianna Hildebrand, Jed Rees
Müzik: Junkie XL

Marvel evreninin aykırı süper kahramanı Deadpool, Rhett Reese ve Paul Wernick ikilisinin senaryolaştırdığı, iki kısa film sonrası ilk uzun metraj filmiyle Tim Miller'ın yönettiği haliyle nihayet ete kemiğe kavuştu. Film hakkında olumlu olumsuz pekçok yazı yazıldı. Sadece Marvel'in değil, tüm süper kahraman aleminin en edepsiz tiplemesi olan Deadpool'un beyaz perdeye yansıyan esprili halini çok beğenenler olduğu kadar, fazla kanlı ve müstehcen bulanlar da oldu. Her iki tarafın da haklı olduğu yönler var. Marvel kahramanı profiline pek de uymayan biçimde, küfürbaz, kaba, insan öldürmeyi kafaya takmayan paralı asker Wade Wilson'ın ileri düzeyde kanser olduğunu öğrendikten sonra kanserinin iyileştirilmesi ve bazı süper güçler kazanması vaadiyle tuhaf bir programa dahil edilmesi sayesinde Deadpool'a dönüşmesini izliyoruz. Konu olarak bir Marvel kahramanının basmakalıp açılış filminden pek farklı sayılmaz. Orijinal hikaye de böyle miydi bilmiyorum ama film farklı bir kurgu izleyerek Deadpool'un baş düşmanı Ajax ve adamlarıyla otobanda kapıştığı sahneden başlayıp, tekrar en başa dönüyor. Güzel Vanessa ile ilişkisini inşa edip ara ara yine otobana dönüyor. Orada karşılaştığı Colossus ve  Negasonic Teenage Warhead'in elinden kaçtığı sahneden sonra yine geçmişe dönüyor. Orada işini bitirince de kendi zamanına geri geliyor vs.

Bu gereksiz karışık kurgu, filmin esprilerle dinamik hale getirdiği anlatımına ekstra bir özellik katmıyor. Zaten film bittiğinde Deadpool'u farklı kılan en önemli özelliğin -şu sert ve kanlı üslubu saymazsak- bu mizah duygusu ve buna bağlı olarak popüler kültüre yaptığı bir sürü gönderme olduğu görülüyor. Özellikle X-Men Origins: Wolverine (2009) filminin intikamını alırcasına X-Men serisine türlü giydirmelerde bulunuyor. Zaten oradaki akıllara zarar Deadpool tiplemesinin tam dalga geçmelik olması da bu göndermeleri haklı çıkarıyor. Bu karışık zaman dilimleri normal sırasına konsa, elimizde sıradan bir Marvel kahramanı kronolojisi olurdu. Küfür etmesi, düşmanlarını acımasızca öldürmesi ve bunları yaparken sürekli espri / gönderme kasması onu ayrıcalıklı hale getirmemiş. Tabii daha ufak bir yaş kitlesi için tepkisel anlamda bunlar ayrıcalıklı referanslardır. Ama mizahi yönden Iron Man'in eline su dökemeyecek Deadpool, delişmenliği ve aşık saflığı ile 1994'te Jim Carrey'nin canlandırdığı  Stanley "The Mask" Ipkiss'e daha yakın duruyor.

Birçok yönden üzerine düşülmüş gibi görünen ama aslına bütünden ayrı değerlendirildiğinde geçiştirilmiş olduğu fark edilen bir sürü sahneyle dolu Deadpool, şahane açılış jeneriğiyle, Wade - Vanessa aşkını filme yedirişiyle, X-Men (ve Hugh Jackman) göndermeleriyle zevkli bir aksiyon komedi filmi. Reese ve Wernick ikilisinin Zombieland mucitleri olması onları belki de Deadpool senaryosu için en güçlü adaylardan ikisi yapıyor. Mizahsa mizah, aksiyonsa aksiyon. Fakat bu durumun hakkını Zombieland kadar verdiklerinden şüpheliyim. Eksik veya fazla birşeyler olduğunu, tuzu veya şekeri ayarlanamamış bir yiyeceğe benzediğini söylemek mümkün. Deadpool, pek güven vermeyen, fazla ciddiye alınmayı istemeyen, felsefesi olmayan (varsa da ciddiye almaya değecek kadar belirgin olmayan) bir süper kahraman. Onun bu aykırılığından iyi ki Wolverine'deki gibi süper abuk güçlere sahip bir karakter çıkmamış. Ne var ki büyük iz bırakacak ve bana göre henüz solo filmi yapılacak ölçüde derinlik içeren bir karakter de çıkmamış. Aynı zamanda yapımcılardan biri olan ve filme çok emek veren Ryan Reynolds'ta bir Downey Jr. karizması yok belki. Ama iyi niyeti, tutkusu ve farklı bir Marvel kahramanını palazlama çabası (Wolverine'den sonra bir nevi iade-i itibar arayışı) takdire şayan.