29 Kasım 2013 Cuma

Frances Ha (2012)


Yönetmen: Noah Baumbach
Oyuncular: Greta Gerwig, Mickey Sumner, Michael Zegen, Adam Driver, Grace Gummer, Patrick Heusinger, Christine Gerwig, Gordon Gerwig, Charlotte d'Amboise, Serena Longley
Senaryo: Noah Baumbach, Greta Gerwig

Amerikan bağımsız sinemasının önemli isimlerinden Noah Baumbach’ın başroldeki Greta Gerwig ile senaryosunu yazıp kendisinin yönettiği Frances Ha, New York’ta bir modern dansçı olarak ideallerini kovalayan, bunu yaparken de zor hayat şartlarında tutunmaya çalışan 27 yaşındaki Frances Halladay’in hayatından kesitler sunuyor. Kulağa ilk başta Flashdance gibi gelse de filmin sıkıcı ana akım dramlarla hiç ilgisi yok. Öte yandan film için yapılan benzetmelerde Woody Allen adının geçiyor olmasının da pek ilgisi olmadığı söylenebilir. New York fonunda hızlı bir kurguyla siyah-beyaz lezzetinden faydalanarak Frances gibi renkli bir karakterin dünyasına giriliyor olması bu benzetmeleri davet ediyor görünse de, Baumbach senaryosu zeka dolu esprilerle gerçekçi olay ve karakter analizleri yapıyor sayılmaz.

Frances ve ev arkadaşı Sophie arasındaki şirin dostluğun yansımaları olan günlük rutinleri hızlı geçişlerle betimleyen Baumbach, daha en başta filmin genel karakterini ortaya koyuyor. Böyle bir filmden ağır bir dram, yersiz duygu sömürüleri, yapmacık bir komedi beklememenin rahatlığı içinde kendimizi doğal akışa bırakmamızı istiyor yönetmen. Bunu yapabildiğimiz ölçülerde filmden keyif alıyoruz. Çünkü Frances’in hayatında bir külkedisi hikayesi veya ibretlik çıkarımlar yok. Sophie’ye verdiği söz yüzünden kendisiyle aynı eve çıkmak isteyen erkek arkadaşından ayrılan Frances ile, erkek arkadaşıyla birlikte yaşamak için Frances’i yüzüstü bırakan Sophie arasındaki bu anlaşmazlığı bile sömürmeden, sadece olumsuzluklara rağmen hayattan keyif alan Frances’in oradan oraya savruluşunu naif bir sinema diliyle anlatan Noah Baumbach, onun dans tutkusunu ekonomik özgürlüğe dönüştürme gayretlerini suistimal etmiyor. Bu bağlamda Frances için Amerika’nın kültür ve sanat başkenti New York’ta farklı ve pozitif ölçütlerde bir hayatta kalma mücadelesinin öznesi diyebiliriz.


27 yaşına ve yaşını biraz fazla gösteren fiziğine rağmen çocuksu neşesi perdeye yansıyan Frances’e yapılan “undateable” vurgusu, olası bir romantizmin önüne geçerek filmi şişirmeden daha gerilimsiz, risksiz ve samimi bir tavır sağlıyor. Gerçi filmin başlarında Frances’in okuduğu bir makalede geçen “bir edebiyat çalışmasını övmek için ona samimi demek, bu çalışmaların estetik veya entelektüel açıdan takdir edilmediğini söylemenin başka bir yoludur” cümlesiyle de “samimi” olarak tanımlanmanın önüne geçilmeye çalışılıyor. Bir edebiyat çalışması olmasa da, filmi ve Frances’i tanımlamak için en çok ihtiyaç duyulan kelimelerden biri “samimi”. Tabii bu samimiyet, New York metropolünde hayatını idame edebilecek kadar bir kazanca, kendisine kucak açan zengin arkadaşlara sahip, kalacak bir ev bulduktan sonra kredi kartıyla da olsa iki günlüğüne Paris’e kaçabilen bir hayat standardını kabullendikçe daha fazla hissedilebilir. Ama Frances’i kabullenmiş seyirci için bana göre filmin aceleye gelmiş ve daha farklı beklentilere cevap verememiş sonu bile, başarıyla ete kemiğe dönüştürülmüş bu karakteri yıpratamıyor.

Filmin neredeyse her karesinde gördüğümüz Greta Gerwig, Baumbach ile birlikte hayat verdiği senaryoda Frances’i oynadığını değil, onu abartısız biçimde bir zamanlar gerçekten yaşadığını kanıtlayan son derece doğal bir performans sunuyor. Onun da bir oyuncu olmadan evvel benzer yollardan geçmediğini kim söyleyebilir? Frances’in aslında çok da iyi bir dansçı olmadığını, içince çenesinin fazla düştüğünü, insanlarla samimi olmak için ergen refleksler sergilediğini, erkek arkadaşından ayrılırken yaşadığı saflığı, filmde kısa bir süreliğine ziyaret ettiği memleketinde yaşadığı biraz da hüzünlü ruh halini (ki orada da Gerwig’in gerçek ebeveynlerini görüyoruz), Paris’teyken onu telefonla arayan Sophie’ye Paris’te olduğunu söyleyerek hava atmayacak kadar olgun davranabildiğini, “çıkılamaz” olmanın onun bilinçli bir tercihi değil, sadece hayatın normal akışında üzerine yapışan bir sıfat olduğunu seyirciye aktarabiliyor. Bunu kimi zaman doğrudan, kimi zaman detaylarla yapıyor. Frances’in hayatı da tıpkı filmin isminin geldiği esprili sahnede olduğu gibi biryerlere sığabilmek için değişecek veya değiştirilecek türden seyretmiyor. En azından finale kadar.

24 Kasım 2013 Pazar

Only God Forgives (2013)


Yönetmen: Nicolas Winding Refn
Oyuncular: Ryan Gosling, Kristin Scott Thomas, Vithaya Pansringarm, Gordon Brown, Yayaying Rhatha Phongam, Tom Burke, Sahajak Boonthanakit
Senaryo: Nicolas Winding Refn
Müzik: Cliff Martinez

Kardeşi Billy ile birlikte Bangkok’ta bir boks kulübü işleten Julian, esas gelirini buradan elde ettikleri uyuşturucu ağından kazanmaktadır. Bir gece Billy genç bir fahişeye tecavüz edip vahşice öldürünce işler sarpa sarmaya başlar. Olay yerinde Billy’yi bulan gizemli emniyet amiri Chang, kızın babasını bularak onun Billy’yi öldürmesini sağlar. Apar topar Amerika’dan Bangkok’a gelen Billy ve Julian’ın annesi, aynı zamanda uyuşturucu işinin patronu Crystal, Julian’ı intikam alması için zorlar. İntikam almaya karar veren Julian’ın işi hiç kolay değildir. Çünkü karşısında kendini Bangkok sokaklarını kötülüklerden arındırmaya adamış Chang vardır.

Danimarkalı Nicolas Winding Refn’i Ryan Gosling ile 2011’deki Drive’dan sonra bir kez daha buluşturan Only God Forgives, ne yazık ki Drive’ın nostaljik ve modern özellikleri harmanlayan karizmatik anlatımından uzak bir film. Tıpkı Drive gibi sıradan bir konuya sahip olan Only God Forgives, yine tıpkı Drive gibi bunu üslup yönünden cilalamaya, farklılaştırmaya çalışıyor. Fakat Refn, bu defa Drive’dan farklı olarak çok daha ağır, kasvetli ve ağdalı bir anlatım tarzı benimsiyor. Senaryo ve oyunculardan önce görüntüye önem verdiği anlaşılıyor. Refn’in Bronson filminde de çalışmış ve çok iyi bir iş çıkarmış görüntü yönetmeni Larry Smith’in işçiliğinde de sorun yok. Hatta bazı sahnelerde Christopher Doyle efsanesini andırdığı bile söylenebilir. Ama asıl mesele bu görsel anlatımın, filmin son derece basit intikam hikayesinin kurgu ve detaylandırma aşamalarında havada kalması. Yani Refn, senaryosunu kendisinin yazdığı filmini yüzlerce benzerinden ayırmak için deyim yerindeyse kılını bile kıpırdatmamış. Yazım olarak her şey şablona uysun, görüntü olarak ben onu yükseltirim diye düşünmüş sanki.


Bu veya buna benzer bir yaklaşım Drive’da işe yaramıştı. Üstelik orada yer yer Tarantino, hatta Terrence Malick referansları kullanan hacimli eleştiriler okuduk. Ev baskını ve asansör sekansları, araba takip sahneleri, karakter sunumları filmin buğulu anlatımı bünyesinde dinamik kalmasını sağlayan nitelikteydiler. Filmin geneline de fazla alakasız düşmediler. Ama oradaki bütünlüğü sağlayan kontrol mekanizması, Only God Forgives’de birçok şeyi süslü mizansene dökmüş. Chang’ın Julian’ın adamına lüks genelevde yaptığı işkence veya Julian’ın kız arkadaşını annesine tanıştırdığı yemek sahnesi gibi daha nice anlar, gösterişli dekorlar eşliğinde her şeyin kameraya çekildiğini bağıran stüdyo samimiyetsizlikleri gibi görülmeye müsait. Belki Refn, senaryoyu kendisi yazmak yerine Drive senaristi Hossein Amini’ye emanet etseydi, elit görüntü kaygılarını da sinemaya adım attığı Pusher üçlemesindeki tekinsiz tarzıyla dengeleseydi bu basit intikam hikayesinden bile mühim bir yapım elde edebilirdi.

Tüm basitliğine rağmen filmin intikam temasını her iki taraf açısından da derinleştirmeye uygun bir taslağı mevcut. Amerika’dan gelip Bangkok’ta yasadışı işlerle uğraşarak etrafa racon kesen bir ailenin Bangkoklu emniyet şefi Chang tarafından kan davalı ilan edilmesi, üstelik kendi yasalarıyla farklı bir intikam kulvarı açması rahatlıkla zenginleştirilebilecek bir konu. Ancak Refn’in zenginlik anlayışı görsel estetiğe, elit minimalliğe daha fazla prim verince Ryan Gosling gibi bir yıldızın hiçbir şekilde parlatamadığı, vicdanını samimi kılamadığı başrolü kendi kalesine gol atıyor. Gosling’e biçilmiş pasif ve ezik Julian rolünün bilinçli bir seçim mi olduğu, yoksa sözünü ettiğimiz yetersizliklerden dolayı mı öyle göründüğü tam kestirilemiyor. Anti kahraman kostümü için sanki daha fazlasına ihtiyaç var. Meydanı boş bulduğu için değil, ahlaki sınırları kişiselleştirerek gerçek bir gizem ve karizma ortaya koyabildiği için Chang rolü ve onu canlandıran Vithaya Pansringarm ise filmin en olumlu yönü olarak beliriyor.

21 Kasım 2013 Perşembe

Kekexili: Mountain Patrol (2004)


Yönetmen: Chuan Lu
Oyuncular: Duobuji, Zhang Lei, Qi Liang, Xueying Zhao, Ma Zhanlin
Senaryo: Chuan Lu
Müzik: Lao Zai

Kekexili’deyiz. Burası Çin’in el değmemiş son bölgesi. Rakımı 4700 metreyi bulan Kekexili aynı zamanda Tibet antilobunun geriye kalan son doğal ortamı. Avcılar, dış piyasada kaliteli yünleri iyi gelir getiren bu antilopları zalimce avlıyorlar. Sayıları 1 milyondan 10.000’e inen bu hayvanlar, avcılara karşı 1993’te kurulan gönüllü korucular tarafından korunmaya başlıyor. Ekibin başında ise filmde Duobuji’nin canlandırdığı emekli Tibet subayı Ri Tai bulunuyor. 1996’da avcılar bu kez bir korucuyu öldürünce Pekin’de bir gazete Kekexili’nin hikayesini öğrenmesi için muhabir Ga Yu’yu gönderiyor. Muhabiri de aralarına alan Ri Tai ve ekibi amansız takibine başlıyor.

Tibetçe anlamının “güzel dağlar ve güzel kızlar” olduğunu söyleyen korucuların Kekexili’ye Pekin’den gelen bir jeologun Kekexili’de bir adım attığında, o güne kadar o noktaya ayak basmış tek kişi sen olabilirsin dediğini ve daha sonra o jeologun kaybolduğunu söylemeleri de çok ilginç. Uçsuz bucaksız Tibet alanlarında gördüklerimiz, bu konuda bırakın haber yapmayı, romanlara, filmlere konu olacak evrensel bir trajediyi önümüze seriyor. Korucularla birlikte iz sürüyor, öfkeli hava şartlarına, kum bataklığı gibi ilginç ötesi doğa olaylarına korucularla birlikte karşı koymaya çalışıyor, yöresel iz sürme tekniklerini öğreniyor, çamura saplanan arabamızı itiyor, korucu karakolunda mola veriyor, böylece antilopların dramatik kaderlerinin yanında, onları koruma idealizmi ile bütünleşmiş bu insanların dramlarına da şahit oluyoruz.

Çevre duyarlılığına sahip olmak, yok olmakta olan türleri korumak için savaş vermek çok erdemli davranışlardır. Bu yola baş koymuş insanlara hayranızdır. Ama bunu popülist yaklaşımlarla şova dönüştürenleri kolayca ayıklayabilir miyiz? Kimi uzmanlar Greenpeace’in bile kendi içinde hala ortak bir çevre bilinci geliştiremediği yönünde birleşebiliyorlar. Tabiat dengesine insan müdahalesi her zaman tartışılır. İyi veya kötü yönde dahi olsa bu müdahalelerin altında hep bir takım komplo teorileri de üretildiğini okuyor, duyuyoruz. Kirletilen hava ve deniz, yakılan orman, yok edilen canlı türleri üzerine akıl almaz oyunlar oynanıyor. Sıra insan nesline ne zaman gelecek diye bir beklenti içindeyiz.



Ama filme bakarak bu noktada bazı etik tartışmalar ortaya çıkabilir. Bir insan, hangi koşullarda kendisinin ve başkalarının hayatlarını antiloplar uğruna feda edebilir? Ri Tai, yakaladığı avcı veya onlara yataklık edenlere para cezası kesiyor. Sırf mecburiyetten onları soğukta bırakmak zorunda kalıyor. Belki ölüme terk ediyor, belki de onlara bir şans daha tanıyor. Ama öldürmüyor. Peki avcılar, ister insan, ister antilop olsun kime şans tanıyor? Bazı hayvanları, bazı insanlara değişmeyebileceğimiz anlar vardır. TV kanallarını gezerken onca ucuzluğun arasında rastladığımız doğa ve hayvan görüntüleri bile içimizi ne kadar ferahlatır. Peki ya o haberlerde gördüğümüz bazı insan müsveddeleri? İnsan olmak, bedenen insana benzemek midir? İnsan hakları denen haklardan faydalanmak için önce insan olmak gerekmez mi?

Birçok filmde insan denen yaratığın aşağılık yönüne tanık olup, üstü kapalı insan yerine hayvan tercihi yapmamızı sağlayan trajedilere rastlıyoruz. Çevre şehitleri denen bazı insanlar, unutulmakta olan “insanın kendi dışındaki canlılara olan yaklaşımı”nı göstererek, tarifi güç bir insanlık örneği göstermişler ve hatta canlarını vermişlerdir. National Geographic katkılarıyla yapılmış Kekexili: Mountain Patrol, trajik bir belgesel dram. Belgesellerin diğer türlerle ne kadar esnek ve güçlü bağlar kurabileceğinin kanıtı. Ri Tai ve diğer korucuların hayatları, izlediğimiz bu mükemmel filmdeki gibi gerçekti. İster kişisel menfaat için, ister savaş ortamından uzaklaşıp görünmez olmak için, ister azalmakta olan milli değerlere idealistçe sahip çıkmak için, ne için olursa olsun, doğayı, onun güzelliklerini can pahasına korumak çok ulvi bir duygu. Şimdiye dek başka yaşanabilecek bir gezegen bulunamadı. Alternatifimiz yok. O kutsal dengeyi bozma hakkımız da yok. Yasalardaki boşlukları gözden geçirmek ve yeniden yorumlamak, Kekexili gibi daha önce hiç duymadığımız hikayeleri tüm dünyaya duyurmak gerek. Dünyamız iyi ve kötüyü, yaşamı ve ölümü bir arada barındıran, (henüz) benzerine rastlamadığımız bir gezegen.

17 Kasım 2013 Pazar

Trance (2013)


Yönetmen: Danny Boyle
Oyuncular: James McAvoy, Rosario Dawson, Vincent Cassel, Danny Sapani, Matt Cross, Wahab Sheikh, Tuppence Middleton
Senaryo: Joe Ahearne, John Hodge
Müzik: Rick Smith

Sanat eserleri konusunda uzman olan müzayede çalışanı Simon, Franck adındaki bir gangster ile birlikte milyon dolarlar değerindeki bir tablonun çalınma eylemine katılır. Olay esnasında oluşan kargaşada başına darbe alır ve uyandığında tabloyu nereye sakladığını hatırlamamaktadır. Franck ve adamlarının tehditleri, işkenceleri fayda etmez. Bunun üzerine Franck, Elizabeth isimli bir hipnoz uzmanı tutarak Simon'un beyninin derinliklerindeki bilgiye ulaşmayı planlamaktadır. Seans ilerledikçe geçmişine dönen Simon’ın sırları tehlikeli boyutlara varmaya başlar.

Joe Ahearne’nin 2001’de yazıp yönettiği aynı adlı televizyon dizisinden uyarlanan Trance, Ahearne ile birlikte John Hodge’un revize ettiği senaryosuyla 2013’te beyaz perdeye tekrar dönüyor. Aynı zamanda yönetmen Danny Boyle’un kadrolu senaristi olan Hodge’un 2013 uyarlamasında ne gibi değişiklikler yaptığını tam bilemiyoruz. Ama Trance, şu yeni haliyle Boyle’un Oscar şampiyonu Slumdog Millionaire ve 127 Hours ile yakaladığı yükselişin yanında sönük kalan bir yapım. Tür sıçramalarını seven Boyle, büyük ölçüde senaryonun handikapları sonucu Inception ya da Memento gibi suç klasiklerinin dahil olduğu kulübün kapısından haklı olarak geri çevriliyor. Zira Trance, kendini karmaşıklaştırmaya, zihnin derinlerine yolculuk ederek karakter analizleri çıkarmaya, bunu da suç öyküsüne monte etmeye çalışan bir film.


Bunları gerçekleştirmeye çalışırken hep eksik bir şeylerin olduğu hissi film boyunca bazı yakaları bırakmayabilir. Kendi açımdan bu his Danny Boyle filmleri arasında A Life Less Ordinary (1997), The Beach (2000) ve Sunshine’da (2007) da başıma gelmiştir. Bu filmlerde duyulan eksikliklerin farklılıkları yanında, çok çabalamalarına rağmen gerilim, romantizm, aksiyon gibi değişik yönlerden bir türlü yükselemeyişleri, ilerlermiş görünürken aslında yerinde saymaları birbirine benzer. Inception ve Memento yanında The Machinist, hatta 12 Monkeys gibi olağanüstü örneklerle birlikte anılmak istemesine rağmen, hikayesinin organize bir soygundan arızalı bir aşk üçgenine dönüşümü esnasında benimsediği kurgu, seyirciye bilerek ve isteyerek kafa yorduracak kıvamda değil. Üstelik Simon’ın zihnindeki kayıp parçalar bulundukça filmin tansiyonu artacağına, mantıksızlıkların ya da boşlukların sebep olduğu homurtular artıyor sanki. Elimizdekinin normal bir film olmasını istemiyoruz belki de.

Bu tarz filmlerin vazgeçilmezi olan sürpriz son Trance’ın elinde kalan en büyük kozlarından biri. Fakat orada ortaya sürülen çözümler de hipnoz olgusuna olan inancın veya bu olgunun suç merkezli bir aşk bilinmezine uyarlanışının tahmin edilebilirliğine kurban gidiyor. Şok etmeye oynayan bir film, finalini şekillendiren twist’i ile uzun süre seyirciyi yerinden kaldırmıyorsa, günler boyunca unutturmuyorsa, en önemlisi de filmin tamamına geri dönme isteği uyandırıyorsa amacına ulaşmıştır. Trance bende en ufak bir geri dönme arzusu yaratamadı. Çünkü geride kendini gizemli kılacak izler, bulmacasını cazip kılacak kırıntılar bırakmamıştı. James McAvoy, Rosario Dawson, Vincent Cassel üçlüsünün gayretleri, yine Boyle’un kadrolu görüntü yönetmeni olan Oscarlı Anthony Dod Mantle’ın sadece birkaç sekansta fark yaratan çekimleri fazla yeterli gelmiyor. Bazı sahnelerde abartılan müzik kullanımı da, filmin kendine olan güvensizliğinin bir ifadesi olarak yorumlanabilir. Trance, bence ne yazık ki Danny Boyle filmografisinin zayıf halkalarından.

9 Kasım 2013 Cumartesi

Red 2 (2013)


Yönetmen: Dean Parisot
Oyuncular: Bruce Willis, John Malkovich, Helen Mirren, Brian Cox, Mary-Louise Parker, Anthony Hopkins, Byung-hun Lee, Catherine Zeta-Jones, Neal McDonough, David Thewlis, Tim Pigott-Smith
Senaryo: Jon Hoeber, Erich Hoeber
Müzik: Alan Silvestri

Robert Schwentke’nin yönettiği 2010 tarihli grafik roman uyarlaması Red’in ikinci filmi Red 2, ilk filmden aşağı kalmamaya çalışan, yine şamatanın ve mühimmatın bol olduğu bir aksiyon komedi. Morgan Freeman ve Karl Urban haricindeki ilk filmin kadrosuna Anthony Hopkins, Catherine Zeta-Jones ve Byung-hun Lee takviyesi yapan film, yine Jon ve Erich Hoeber’in senaryosunu hayata geçiriyor. Bu kez yönetmen olarak 1988 tarihli The Appointments Of Dennis Jennings adlı kısa filmiyle Oscar kazanmış, Curb Your Enthusiasm, Monk, Modern Family, The Good Wife, Justified gibi sevilen dizilerin birer ikişer bölümünü yönetmiş olan Dean Parisot seçilmiş. Elindeki gişe garantili, acayip zengin kadrolu malzemeyi de ilk filmin izinden gitmek suretiyle çarçur etmemiş. Tabii beklentiler sadece ekran karşısında kafa boşaltmak yönündeyse bu böyle.

İkinci film, artık emekli olan ve biricik aşkı Sarah ile birlikte gününü gün eden Frank Moses’ın, komplo teorileriyle bozmuş Marvin tarafından RED ekibinin ortadan kaldırılacağına yönelik uyarısıyla başlıyor. Her zaman olduğu gibi Marvin haklı çıkıyor ve kendine zekice sahte bir ölüm tezgahlayıp peşindeki FBI ajanlarının dikkatini dağıtıyor. Bu ajanların derdiyse 25 yıl önce kullanılan ve o andan itibaren ortadan kaybolan bir nükleer silahla ilgili bilgi toplamaya çalışmak. “Nightshade” isimli bu görevi araştırmaya karar veren sevimli ekibimiz, silahın mucidi Bailey’i (Anthony Hopkins) kapatıldığı akıl hastanesinden çıkarmak, Frank ile geçmişi olan Rus ajanı Katja’yı (Catherine Zeta-Jones) ekibe dahil etmek ve peşlerindeki dünyanın en iyi kiralık katillerinden biri olan Han’ı (Byung-hun Lee) atlatmak zorunda kalıyorlar. Espriler ve mermiler havada uçuşuyor. Bence ilk film kadar iyi olmasa da, vaat edilmiş eğlence biraz da turistik Londra, Paris, Moskova gezileriyle amacına ulaşıyor.


Kendini fazla ciddiye alamayan, fizik, kimya, biyoloji kurallarını hiçe sayan Red serisinin bu ikinci filmi yine birçok kuralsızlığı beraberinde getiriyor. MI6’in Alfa derecesinde güvenlikli bir Askeri İstihbarat Servisi tesisinde 32 sene boyunca hapsettiği sevimli olduğu kadar tehlikeli bir deliyi oradan kaçırıp, onun Kremlin Sarayı’nda sakladığı nükleer silahı almak üzere gizlice saraya girmeleri, biraz olaylı da olsa silahı oradan alıp çıkmaları bile filmi hangi ölçülerde değerlendirmemiz gerektiğini özetliyor zaten. Kalabalık kadrosu, mantık takmayan aksiyonu, Londra, Paris, Moskova unsurlarıyla iyice dağılan Red 2, ilk filmin yanında biraz sönük kalıyor. Yine de çizgi roman kıvamında aksiyonları sevenler için her zaman gideri olacak bir seri. Üçüncü filmin de anons edildiğini hatırlatalım.

Anthony Hopkins, John Malkovich, Helen Mirren, David Thewlis gibi, bir edebiyat uyarlaması dönem dramında bile yan yana göremediğimiz güçlü oyuncuları buluşturan film, aksiyon sevmeyen bünyeleri bile merak ettirip ucundan izletebilir. Özellikle Bailey karakteri, Hopkins’in ışıl ışıl parlattığı bir sevimlilik abidesi olmuş. Hollywood ve Güney Kore arasında mekik dokumaya başlayan Byung-hun Lee ise, yine Bruce Willis ile birlikte rol aldığı G.I. Joe: Retaliation’daki Storm Shadow gibi saf değiştiren kötü adamı oynamayı sürdürüyor. O kadar kalantor oyuncunun arasında gerek aksiyon becerisi, gerekse karakterini dramatize eden yetenekleriyle ezilmiyor. Şimdi bu filmde neyi nasıl dramatize edebilirsin diye düşünmek mümkün. Ama Han’ın Frank’i öldüremediği sahnedeki kısa Lee performansı bile, onun özel bir oyuncu olduğunu gösterir nitelikte.


Egolarından arınmış, eski dostlarıyla hoşça vakit geçirmek, üzerine de para kazanmak üzere bir araya gelmiş A sınıfı oyuncuların bulunduğu filmler furyasında Red kendine öyle ya da böyle izleyici bulacaktır. Bunları görünce bir zamanlar bizim sinemamızda da Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Ekrem Bora, İzzet Günay, Selma Güneri, Eşref Kolçak, Orhan Günşiray kadrosuna sahip Unutulmayanlar (1981) aklıma gelir hep. Karakter oyunculuklarıyla isim yapmış, ödüller almış ağır aktörlerin absürt komedi ve aksiyonlarda boy gösterişleri, milleti ne olursa olsun başka duygularla izleniyor. O ağırlığın içindeki hafifliği sezmek farklı bir deneyim. Dev oyunculardan fazla bir şey beklemeyeceğiniz fikrinin sevimli ironisi bile yetiyor. Zira dediğimiz gibi onların amacı da ödülleri silip süpürmek, eleştiri çevrelerince yere göğe sığdırılmamak değil, sadece beyazperdede hiç yapamadıkları şeyleri yapabilecekleri bir ortamın keyfini çıkarmak.

5 Kasım 2013 Salı

Lemmy (2010)


Yönetmen: Greg Olliver, Wes Orshoski

Greg Olliver ve Wes Orshoski’nin yönettikleri Lemmy, çeşitli gruplarda çaldıktan sonra 1975 yılından beri kurucusu olduğu Motörhead’de müzik yapan, kendi tabiriyle “% 49 motherfucker, % 51 son of a bitch”, birçok müzisyenin tabiriyle de "The Godfather Of Heavy MetalIan Fraser Kilmister ya da bilinen adıyla Lemmy Kilmister hakkında yapılmış şahane bir müzik belgeseli. Tabii onu şahane yapan en önemli özellik Lemmy’nin bizzat kendisi. Kronolojik bir sıra izlenmemesi ve bazı muhabbetlerin birazcık uzun tutulması dağınık gibi gösterse de, belgeselin yıldızı olan Lemmy, onun rutini, tutkunu olduğu unsurlar, hayata bakış felsefesi, kişilik özellikleri, rock tarihinin derinliklerinden çıkardığı anıları, onları anlatış biçimi ve benzersiz müziği kim tarafından ne şekilde kurgulanırsa kurgulansın her türlü amacına ulaşıyor zaten.

2013 itibariyle 68 yaşında olan Lemmy, diyabet ve tansiyon rahatsızlıkları olmasına rağmen hasta denemeyecek kadar sağlıklı, dede denemeyecek kadar dinç bir adam. Onu anlatmak için kelimeler yetmiyor. Zaten ona hayran olan bir sürü rock yıldızı, belgesel içinde onu anlatabilmek, Lemmy’nin neden kendilerine ilham kaynağı olduğunu ifade edebilmek için acayip benzetmeler, olağanüstü tabirler kullanıyorlar. Onun hayatı, rock tarihine yapılan büyük bir yolculuk gibi adeta. Jimi Hendrix, The Beatles, Little Richard gibi efsanelere yakından tanıklık etmiş, sonra tüm doğallığıyla kendi efsanesini oluşturmuş, onu günümüze kadar taşımış bir adam Lemmy... Hayranları kadar günümüzün saygın rock müzisyenleri de onu tanrısal bir mertebeye yerleştirmekten çekinmiyorlar. O ise boş vakitlerinde video oyunları oynamaktan, Los Angeles’taki Rainbow Bar & Grill’de Jack & Coke & Marlboro takılmaktan, hayranlarına hiç kapris yapmadan imza vermekten, onlarla fotoğraf çektirmekten mutlu olan normal bir adam.


Geçmişi ve şimdisi hakkında Lemmy için türlü yorumlar yapıldı / yapılmakta. Belgeselde bunlara birinci ve en güvenilir elden yanıtlar alıyoruz. Mesela Lemmy’nin 1972-75 arasında üyesi olduğu Hawkwind grubundan kovuluş hikayesini (aynı zamanda Lemmy’nin kendisini kovanlardan intikam alış hikayesini) tüm samimiyetiyle öğreniyoruz. İsteyerek sahip olmadığı fakat tanıdığı günden beri arkadaş gibi olduğu oğlu Paul Inder ile olan ilişkisini de hem Lemmy, hem de Paul açısından aynı samimiyetle dinliyoruz. Belki en önemlisi de, iflah olmaz bir I. ve II. Dünya Savaşı hayranı olan Lemmy’nin sahip olduğu muhteşem koleksiyonun uzantısı olarak kullandığı birtakım kostüm ve aksesuarlarda yer bulan neo-nazi simgelerden ötürü ırkçılıkla itham edilmesine yaptığı yorumlar. Irkçılığa ne kadar uzak bir insan olduğunu “benim 6 tane siyah kız arkadaşım oldu”, “İsrail Ordusu güzel giysiler üretti de toplamadım mı? Ama üretemiyorlar.” ifadeleriyle destekliyor.

Bir zamanların çılgın, vurdumduymaz, hızlı yaşayan Lemmy’si, yıllar geçtikçe müzikal anlamda sürdürdüğü istikrarı ve bir rock yıldızına göre çok mütevazi biçimde sürdürdüğü hayat tarzıyla artık günümüzde olgunlaşmış, ekol olmuş bir insan. Birçok alışkanlığından vazgeçtiği söylenemez. Ama tevazusu, yardımseverliği, açıksözlülüğü, sevimliliği, mizah duygusu ve dahası Lemmy belgeseline çok iyi yansımış. 2000 kadınla yattığı söylentilerini gazetecilerin uydurduğunu, aslında 1000 kadınla yattığını söyleyen Lemmy, etkilendiği isimler olarak Little Richard, The Beatles ve Elvis’i söyleyen Lemmy, sahip olduğu en değerli şeyin oğlu Paul olduğunu söyleyen Lemmy, sahnede mikrofonu boyundan birkaç santim yukarı çekerek içten bir sertlikle şarkılarını söyleyen Lemmy sanki hep aynı Lemmy


“Lemmy ve Motörhead olmasaydı Metallica, Slayer, Megadeth olmazdı”, “Lemmy rock’n roll’dur, rock’n roll da Lemmy’dir” ya da “Sevgilin ve rock'n'roll arasında bir seçim yapacaksın. Seks yaparken bile en güzel an yarım saat sürer. Konser süresi ise bir buçuk saattir” söylemlerini en birinci ya da en samimi ağızlardan duymak, bir müzik belgeselinin kalitesini ortaya koyması açısından önemli. Alice Cooper, Ozzy Osbourne, Henry Rollins, Steve Vai, Jarvis Cocker, Dee Snider, Metallica gibi adamları etkilemiş, onlara ilham vermiş birisi için belgeselde çok çarpıcı şeyler söyleniyor. Lemmy gibi ilham kaynaklarını öldükten sonra değil, ölmeden önce böyle işlerle bilene bilmeyene anlatmak, Lemmy belgeselinin değerini arttırıyor. Öldükten sonra onların bize miras bıraktıkları albümlerden başka, bu tip samimi yapımların da bizlere hediye edilmesi gerekiyor. Böylece farklı bir kültürden bile olsa sanki bizim mahallenin ağır abisi duygusu yaratan figürleri daha iyi anlıyoruz.