30 Haziran 2012 Cumartesi

Harry Brown (2009)


Yönetmen: Daniel Barber
Oyuncular: Michael Caine, Emily Mortimer, Charlie Creed-Miles, David Bradley, Liam Cunningham, Iain Glen, Sean Harris, Jack O'Connell, Ben Drew, Jamie Downey, Joseph Gilgun
Senaryo: Gary Young
Müzik: Ruth Barrett, Martin Phipps

Harry Brown, karısı ölünce bir başına kalan, müdavimi olduğu barda satranç oynayarak günlerini geçirdiği tek dostu Leonard’ın bir grup serseri tarafından katledilmesinin ardından intikam peşine düşen deniz kuvvetlerinden emekli Harry Brown’ın hikâyesini anlatan bir film. İntikam temalı filmler geleneğinden gelen ve kendisinden bir yıl önce çekilmiş, haliyle kendisinden daha çok reklâmı yapılmış Clint Eastwood filmi Gran Torino ile karşılaştırılan film, bu karşılaştırma üzerinden gidildiği vakit benim çok daha başarılı, hatta Gran Torino ile kıyaslanmayacak kadar diri bulduğum bir film oldu.

Genel oyunculuk yönünden oldukça kötü, senaryo yönünden Eastwood westernlerinden şişirme, yönetim yönünden ise artık Eastwood’un sürprizsiz ve hiçbir yenilik içermeyen (üstelik bir sürü gereksiz sahne barındıran) Gran Torino, kendisini beğenenlerin sıkça dile getirdiği gibi sosyal altyapı sahibi bir filmdi. Ancak bu altyapı film bittiğinde küflenmiş Amerikan tarzı mesajlara, gerçekçi durmayan sahnelerle çizilmiş Amerikan rüyasının birileri için açtığı, birileri için kapattığı pencerelere sıkıcı bir didaktiklikle yaklaşıyordu. Oysa Harry Brown, yapısı itibariyle belki de altından kalkamayacağı büyük meselelerin altına girmez görünen mütevaziliğine rağmen, aslında çok daha etkili bir bütünlük yaratabiliyor. Gran Torino’dan daha gerçekçi bir sertliği olması ona belli yönlerden avantaj sağlıyor olabilir. Charles Bronson’un 70’lerde yükselttiği şehirli western intikamcılığından beslenmesi de öyle.

Adım adım gidersek, Harry Brown’ın önce karısını sonra da en yakın dostunu kaybetmesinden sonra içine düştüğü yalnızlığın, aslında bu kişiler hayattayken de sahip olduğu bir yalnızlık olduğuna dair inandırıcılığı mevcut. Mütevazi yaşantısı, bu kayıplardan sonra kapkara bir yalnızlığa dönüşüyor. Harry’nin bütün gün bira içerek keyif yapacağı bir verandası, “get out of my lawn” diye millete çemkireceği yemyeşil bir bahçesi, bakire bir kız gibi davrandığı anlı şanlı bir Gran Torino’su yok. Başkalarının zorla özgür yaşam alanı haline getirmiş olduğu (başka bir deyişle işgal ettiği) bir bölgenin, bazıları için özgürlüklerinin elinden alındığı yerler haline getirilişini sembolize eden kestirme alt geçitten geçmeye korkan Harry’nin sırf bu yüzden karısının hastanedeki son dakikalarında yanında olamaması, Leonard’ın da serseriler tarafından bu alt geçitte öldürülüşü intikamın zeminini kolayca hazırlıyor.


Harry Brown’ı Gran Torino’dan ayıran en belirgin özelliklerden biri de yasalara olan körkütük inancın sorgulanıyor oluşu. Amerikan (ya da Hollywood) doğruculuğu, gözünü kırpmadan adam öldürebilen serserilerin son durağının polis karakolu, adalet binası, sonra da hapishane olduğunu peşin hükme bağlamayı seven bir yapıdadır. Oysa Harry Brown’da suçu işlediği herkesçe bilinen genç katiller sorgu odasında polislere ayar vererek, küfrederek ellerini kollarını sallayıp dışarı çıkarlar. Saf kötülüğü yansıtmada Gran Torino, Harry Brown’ın bir metre bile yanına yaklaşamaz. Bu yüzden Harry, polisin ve yasaların pasif kaldığı noktada kendi gerekçelerini de ortaya koyarak “vigilante”liğe soyunur. Suçluyu adalete teslim gerekliliği ile, suçun en yakın mağdurlarını memnun etme sınırı kesin olmadığından, bir vigilante’nin ortaya çıkışı hem mağdurların, hem de yıllar yılı “suç işleyen doğru hapse girer” sıkıcılığına ekran başında mahkum edilen seyircinin yüreklerini soğutur.

Bütün gün verandasında hayalarını havalandıran Walt Kowalski’nin aldığı intikam aşırı romantik bir kahramanlık örneğidir. Geçmişte anlamsız bir savaş içinde aldığı canların suçluluğu, şimdi biraz daha anlamlı olacak eylemlerinin önüne geçer. Gran Torino’nun yegâne amacı adalet eleştirisi yapmak değildir tabiî. Ama tek gerekçesi tıfıl bir Koreli çocuğun zerre kadar inandırıcı olmayan bir çeteye girmeyi reddetmesi olan şiddet eleştirisinin adaletle ilişkisini bu acemi romantizmle kuran Gran Torino, büyük prodüksyon ürünü olmayan Harry Brown ile yan yana anılmayacak kadar kötü bir yapım bence. Harry Brown birtakım dertleri olduğuna inandırabilen bir film. Özellikle gençler arasında artan, toplum huzurunu rahatsız eden ve dozunu gittikçe artıran nedensiz şiddet üzerine, göze sokulmaya gerek kalmayan bir duruşu var. “Sorunları eğitim ve sevgi çözer, olmadı bu kaka çocukları bir şekilde adalete teslim ederiz” gibi bir sosyal sorumluluk projesi değil Harry Brown.


Film ayrıca gençlerin bu şiddet eylemlerinin ardında onlardan faydalanan yetişkinlerin varlığına da dikkat çekiyor ki, Gran Torino’nun ısmarlama çetesinin sadece sembolik kötücül varlıkları havada öylece asılı kalıyor. Değil gasp, adam öldürme veya tecavüz, ağaçtan erik bile çalamayacak kadar uyduruk bir tasarımın ürünü olmaları bir yana, Sid gibi bir dayıları olmadığından Kowalski’nin kime, nasıl kahramanlık tasladığı daha açık görülebiliyor. Harry’nin silah almak için girdiği Stretch’in izbe evindeki uzun bölüm, nasıl bir kahramanla karşı karşıya olduğumuzu gösteren nefis bir intikam girizgâhı. Devamında teker teker alınan intikamlar, polisin işin içine girişi, bir vigilante’nin doğuşu, paniğe kapılan kötü adamlar ve diken üstünde bir final, kendini gereksizce dağıtmayan, şişirmeyen bir filmin temel işlevini yerine getirmesiyle sonuçlanıyor.

2008’de The Tonto Woman adlı kısa filmiyle Oscar adaylığı kazanan Daniel Barber’ın ilk uzun metrajı olan Harry Brown, fena halde damarına basılan deniz kuvvetlerinden emekli Harry’nin ketum öfkesini, ahlâki dayatmaları fazla kafaya takmadan kahramanlaştırabilen bir film. Başroldeki büyük usta Michael Caine, hüzünlü bir centilmenden soğukkanlı bir ölüm makinesine yumuşak geçiş yaparken aynı kalmayı başarabildiği için usta. Mr. Brown’ın Dirty Harry’ye dönüşümü, kemikleşmiş kalıplaşmış intikam türüne yeni şeyler sunmuyor belki. Ama tokat yedikten sonra öteki yanağını uzatmayan, cebinden olmayan bir silahı çıkarıp oraya buraya artistlik yapmayan, geçmişte savaş zamanı öldürdüğü insanlar için geç kalmış bir vicdanla aptalca kendini cezalandırmaya kalkmayan bir adamın en azından seyir zevki sunan, yanında da söyleyeceklerini döndürüp dolandırmayan hikâyesi, kendisine ayrılan 100 dakikayı kayıp gibi göstermiyor.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Nunta Muta (2008)


Yönetmen: Horatiu Malaele
Oyuncular: Meda Andreea Victor, Alexandru Potocean, Valentin Teodosiu, Alexandru Bindea, Luminita Gheorghiu, Serban Pavlu, George Mihaita
Senaryo: Horatiu Malaele, Adrian Lustig
Müzik: Alexandru Andries

1953 yılında mutlu bir Romen köyünde yaşayan Iancu ve Mara birbirlerini tutkuyla seven iki gençtir. Önce aileleri bu ilişkiye karşı çıksalar da sonra niyetlerinin evlenmek olduğunu anlaşılınca düğün yapmaya karar verirler. Ancak karar verilen düğün tarihinden bir gün önce Stalin ölür. Düğün günü köyü parti yöneticileri basar ve düğün dahil bütün etkinlikleri yasaklarlar. Düğüne devam etmek isteyen köy halkı ise yaratıcı ve eğlenceli bir çözüm yolu bulurlar.

Romanya’nın tecrübeli aktörlerinden olan Horatiu Malaele’nin senaryosunu Adrian Lustig ile birlikte yazıp kendisinin yönettiği Nunta Muta, savaşların, iktidar mücadelelerinin, büyük hesapların gölgesinde yaşam mücadelesi veren savunmasız halkın içinden çıkan binlerce hikayeden biri. Ana hatlarıyla gerçekten yaşanıp yaşanmadığını bilmediğimiz, ama kimi zaman sevimlilikleri, kimi zaman da ağır trajik yapıları nedeniyle iyi ellerde sahiden yaşanmış hissi uyandıran bu hikayelerin filme alındığı birçok örneğin en mühim kozu doğallıkları. Bir TV ekibinin yıllar önce küçük bir Romen kasabasında yaşananlar hakkında oranın yetkilisi olan Başkan Gogonea’dan dinlediği hikaye ile 1953 yılına dönen Nunta Muta, bu yüzden % 90’ı flasback bir film. Ama gerek filmin şimdiki zamanında TV ekibinin Gogonea ile minibüste, gerekse geçmiş zamanda kasaba halkının birbirleriyle market/kahvede yaptıkları samimi, komik, eleştirel atışmalarının ortak dalga boyu, Romanya tarihinin o yıllardan günümüze hemen hemen hep aynı meseleleri tartıştığı (ki bu durum biz de dahil birçok ülkenin başındadır) gerçeğini ortaya koyar nitelikte.


Hem komünizm, hem de kapitalizmin halkı ezen ironik benzerliği üzerine özellikle dünya savaşlarını ve savaş sonrasını fonuna alan pek çok film izledik. Komik ve eğlenceli Nunta Muta’nın komünizm ile derdi olduğu çok açık biçimde görülüyor. Bu tavır, sertliğe ve duygu sömürülerine fırsat tanımayan, bazen rejimi karikatürize eden, bazen ise kara mizahın düşündürücü etkisini öne çıkaran bir biçimde filme yediriliyor. Savaşın yıkıcı etkilerini saf ve temiz halkın ensesinde hissettirmesine rağmen, onların kendi özlerinden harika doğallıklar çıkaran, bir şekilde hayatına devam etmek durumunda olan insanların son derece samimi rutinlerini, geleneklerini de bu doğallığa ekleyen filmlerden biri olarak Nunta Muta, Radu Mihaileanu filmi Train de Vie’ye bu yönlerden çok yakın. O yüzden Train de Vie’yi seven Nunta Muta’yı da sever durumundan söz edilebilir. Her ikisinde de savaş karşıtı duruş son derece naif unsurlar üzerine kurulu bir hayatta kalma (tren yolculuğu) veya hayatın getirdiği bir gelenek (düğün) bünyesinde şekilleniyor. Yalanlar ve düzmeceler bile anlam kazanıyor. İşte Nunta Muta’da da bu anlam saklı. Sırf o uzun ve tebessümden hüzüne, kahkahadan drama gidip gelen düğün yemeği sekansının olağanüstülüğü için bile seyredilmesi gereken, ama tümüyle sessizliğin çığlığı olabilen bir film.

23 Haziran 2012 Cumartesi

The Woman In The Fifth (2011)


Yönetmen: Pawel Pawlikowski
Oyuncular: Ethan Hawke, Kristin Scott Thomas, Joanna Kulig, Samir Guesmi, Delphine Chuillot, Julie Papillon, Mamadou Minte
Senaryo: Douglas Kennedy, Pawel Pawlikowski
Müzik: Max de Wardener

Amerikalı yazar Tom Ricks, arasının bozuk olduğu eşinin ve 6 yaşındaki kızının sevgisini geri kazanmak için Paris’e gelir. Karısı onu evinden kovar ve polis çağırır. Eşyalarını da çaldırınca şehir dışında döküntü bir otele yerleşir ve otelin sahibi Sezer’in sayesinde tuhaf bir depoda gece bekçisi olarak çalışmaya başlar. Hayatına önce otelde çalışan Polonyalı genç ve güzel Ania, ardından bir edebiyat toplantısında tanıştığı ve tutkulu bir ilişki yaşayacağı gizemli Margit’in girmesiyle her şey düzelir gibi görünür. Ancak şantaj ve cinayete kadar uzayacak garip olaylar dizisi Tom’u beklemektedir.

En son 2004 yılında yönettiği İngiliz yapımı My Summer Of Love ile izlediğimiz Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikowski’nin uzun bir aradan sonra çektiği The Woman In The Fifth (La femme du Vème), Douglas Kennedy’nin romanından yine Pawlikowski’nin senaryolaştırdığı bir film. Dram, gizem ve gerilim öğeleri barındıran, uzun bir süre merakla izletmesine rağmen meselelerini oldu bittiye getirerek vasatı aşamayan film, Kennedy’nin romanının da pek matah olmadığını düşündürüyor. Tom Ricks’in sorunlu romancı tiplemesi etrafında şekillenen kişi ve olaylar çeşitli yönleriyle Alacakaranlık Kuşağı örgüsü çağrıştırdığı için ilgiyi canlı tutsa da, gideceği yeri tam tayin edememiş izlenimi yaratıyor. My Summer Of Love da Pawlikowski’nin senaryo haline getirdiği bir roman uyarlamasıydı. Onun da görüntü yönetmenliğini Ryszard Lenczewski yapmıştı. Ama romanın içerdiği güçlü dram ve romantizm, küçük ama etkileyici bir film çıkmasına müsaade ediyordu. Zaten The Woman In The Fifth teknik anlamda kendini ezdirmeyen bir yapıda. Ne var ki bu tür filmlerden alışkanlıklar edinmiş seyirci için sürprizler, kırılma noktaları, iniş ve çıkışlar yenilik ya da heyecan barındırmıyor bana göre.

Ethan Hawke merkezli film, tecrübeli oyuncunun durgun fakat içi dolu karakter yorumunu zaman zaman bir Polanski karakteri kadar derinleştirebiliyor. Bu da Hawke kadar Pawlikowski’nin de başarısı. Kristin Scott Thomas ise rol aldığı her üç filmden neredeyse üçünde de hep aynı gizemli karakteri oynuyor sanki. My Summer Of Love ile aşk acısının yarattığı hüznü çok etkili biçimde yansıtan Pawlikowski, keşke geri dönüşünü daha kalburüstü, daha dokunaklı bir roman ya da senaryoyla yapsaymış. Olmadı, bu romanın konusunun verdiği fikirden hareketle The Tenant ya da Frantic etkileri de taşıyan daha hareketli bir senaryo yazılabilirmiş. Çünkü bu haliyle cevapsız bıraktığı bazı sorularının cevaplarını bile merak ettirmekten aciz bir film olmuş.

20 Haziran 2012 Çarşamba

Safe House (2012)


Yönetmen: Daniel Espinosa
Oyuncular: Denzel Washington, Ryan Reynolds, Vera Farmiga, Brendan Gleeson, Sam Shepard, Rubén Blades, Nora Arnezeder, Robert Patrick, Liam Cunningham, Fares Fares
Senaryo: David Guggenheim
Müzik: Ramin Djawadi

Uzun süredir Cape Town’da “Safe House” adı verilen ve olağanüstü durumlarda kullanılan tam teşekküllü sığınakta “housekeeper” olarak görev yapan ajan Matt Weston (Ryan Reynolds), yaşanılan durgunluktan çok sıkılmıştır. Sadık bir çalışan olan bu “kahya” kendini kanıtlamak, mesleğinde yükselmek ve Güney Afrika’daki bu görevinden kurtulmak için bir fırsat beklemektedir. Karşısına çıkan ilk vaka ise çok tehlikeli adamla ilgilidir. CIA’in gelmiş geçmiş en iyi operasyoncularından olan eski istihbaratçı Tobin Frost (Denzel Washington) iş ahlakını kaybetmiş ve orduya ait gizli bilgileri para karşılığında satmaya başlamıştır.

En son İngiliz istihbaratından Alec Wade’den aldığı bir mikroçipte CIA’in tüm kirli çamaşırları saklıdır. Peşine düşen tehlikeli katillerden kaçış olmadığını anlayan Frost, Amerikan Büyükelçiliği’ne sığınır ve oradan Weston’ın görev yaptığı eve götürülür. Ama işkenceyle sorguya çekilirken paralı askerler gelip Safe House’ı darma duman ederler. Weston’ın sayesinde son anda kurtulabilen bu ikili, kendilerine saldıranların teröristlerce mi, yoksa içeriden biri tarafından mı gönderildiğini anlamak zorundadırlar. Bu yüzden öldürülmeden önce işbirliği yapmaları gerektiğini anlarlar. Her yerde gözü kulağı olan bu gizli güçlerden kurtulmak için Frost’un zekasına ve tecrübesine, Weston’ın dürüstlüğüne ve tutkusuna ihtiyaçları vardır.

Denzel Washington’ın (Training Day hariç) iyi tarafı temsil ettiği siyah-beyaz kombinasyonunun aksiyon/macera örneklerinden biri daha olan Safe House, oyuncunun bu türde verdiği örneklerle kıyaslandığında Man On Fire ve American Gangster’ın başı çektiği bir DW liginde Unstoppable, Deja Vu veya Inside Man sınıfında kendine yer bulabilecek türden bir yapım bana göre. 2010 yılı İsveç filmi Snabba Cash ile dikkat çeken İsveçli yönetmen Daniel Espinosa’nın Safe House’u çekmeden önce bol bol Denzel Washington/Tony Scott işbirliğinin ürünlerini izlediği anlaşılıyor. Bu filmle ilk uzun metraj senaryosunu yazan David Guggenheim’ın, artık örneklerini çok fazla gördüğümüzden dolayı “cesur” şeklinde tanımlamaktan sıkılabileceğimiz yozlaşmış ve adeta kendi içinde derinleşmiş CIA ayak oyunlarını derleyip toparlayacağı başka bir hazır formül olmadığından, Espinosa’nın Tony Scott formülleriyle hareket etmesi de pek sürpriz sayılmaz aslında.


Bu açıdan pek bir orijinal tarafı bulunmayan, ama baştan sona heyecan dolu bir macera izlemek isteyen, bunun yanında artık bilmem kaçıncı defa kendini bayrağına adamış ama bir komplo sonucu görev ve sorumluluklarını sorgulayarak karanlık tarafa geçen, bu sayede geçmişin kefaretini ödemek isteyen bir kahraman (ve başta mecbur kalsa da sonra ona yarenlik ederek kendi saf değerleriyle kahraman olan bir çaylak) öyküsüne burun kıvırmayan seyirciler için biçilmiş kaftan. Yeni olmasa bile, Frost’un sistemden çıkıp ona karşı gelmesinin bahanesi olarak anlattığı kısa öykünün inandırıcı kurgusu, buna bağlı olarak kendine haklı gerekçe yaratmak için “herhangi bir işte uzun zaman çalışırsan, o işte ustalaşırsın ve yalan söylemek, ihanet etmek hayatının bir parçası oluverir” gerçekliği filme pozitif mesaj katkısı sağlıyor.

Washington – Reynolds ikilisinin uyumu, zaten Washington’ın karşısına kimi koysanız gerçekleşecek bir usta – çırak düzleminde. Western havası sezdiren finaldeki karşılıklı oyunları da gayet başarılı. Brendan Gleeson, Sam Shepard, Liam Cunningham, Vera Farmiga gibi iyi oyuncuların takım elbiseli mekanik rollerde böylesine ikinci, üçüncü planda kalışları yine çoğu Denzel Washington filminden alışık olduğumuz bir durum. Bourne üçlemesinin de görüntü yönetmenliğini yapan yılların tecrübesi Oliver Wood’un Güney Afrika mecrasını az da olsa Hollywood sentetikliğinden arındıran tarzı belli oluyor. Arandığı vakit çok fazla bulunacak olsa da, özellikle stadyum bölümünün türlü mantıksızlıkları ve Weston’ın filme hiçbir katkısı bulunmayan gönül ilişkisi gibi zayıflıkları fazla takmadan izlemek, politik tabanlı bu aksiyon/maceranın tadını almak isteyenler için daha doğru olacaktır. Ama “zıt taraflar Stockholm sendromunda buluşur” temalı aksiyon/macera filmlerinin iki güzide örneği olan Midnight Run ya da The Negotiator gibilerinin yanında vasat bile sayılabilir.

16 Haziran 2012 Cumartesi

The Raid: Redemption (2011)


Yönetmen: Gareth Evans
Oyuncular: Iko Uwais, Joe Taslim, Donny Alamsyah, Yayan Ruhian, Pierre Gruno, Ray Sahetapy, Tegar Satrya, Iang Darmawan, Eka 'Piranha' Rahmadia
Senaryo: Gareth Evans
Müzik: Aria Prayogi, Joseph Trapanese, Fajar Yuskemal

Rama özel bir SWAT timinde görevli çaylak polislerden biridir. Tim sabahın erken saatlerinde Jakarta’nın varoşlarında ünlü uyuşturucu baronu Tama’nın korumasına aldığı binaya baskın düzenlemek için yola çıkar. Binadaki daireler şehrin en tehlikeli suçlularına kiraya verilmektedir. Polisin içeriye giremediği bina suçlular için güvenli bir sığınaktır. Timin görevi binayı kontrol altına alıp Tama’yı ele geçirmektir. Başlarda sessiz ve başarılı bir şekilde katları çıkarlarken bir çocuk polisleri görür ve alarm düğmesine basar. Böylece binada ikamet eden bütün suçlular altıncı katta mahsur kalan timin peşine düşer. Kapılar kilitlenir, elektrikler kesilir. Tama’nın polislerden hiç kimseyi sağ bırakmaya niyeti yoktur. Öte yandan Rama’nın bu binaya girmesinin özel bir nedeni daha vardır.

Galli yönetmen Gareth Evans’ın yazıp yönettiği The Raid: Redemption, yılın en flaş aksiyonlarından biri olarak çeşitli festival ve etkinliklerde epey sükse yaptı. Birkaç sahne haricinde baştan sona aksiyonun hiç hız kesmediği film bir süre sonra temposuna öyle bir alıştırıyor ki, hız kestiği o birkaç sahne sanki filme ait değilmiş duygusu bile yaratabiliyor. Fikir olarak silahlı çatışmalardan yakın dövüşe aksiyonun her türlüsüne yatkın bir yapısı olan film, bu fikirlerini en yoğun ve hızlı şekillerde uygulamaya geçiriyor. Bu yapısıyla özellikle Luc Besson’un ağzını sulandırmıştır desek yalan olmaz. Zira onun el verdiği son dönem aksiyonlarda ihtiyaç duyulan hemen her şey The Raid’de mevcut. En önemlisi de, namazında niyazında çaylak polis (artık nasıl çaylaksa!) Rama rolüyle, içine Tony Jaa kaçmış Iko Uwais’in sportif oyunu. 10 yaşından beri Endonezya’nın geleneksel yakın dövüş sporu olan Silat ile meşgul olan, 2005’te şampiyonluk kazanan, bir süre de futbol oynamışlığı olan Uwais, bir telekominikasyon firmasında şoförlük yaparken Gareth Evans tarafından keşfedilerek film sektöründe çalışması yönünde ikna edilmiş.


Çok emek sarfedildiği belli olan usta dövüş koreografileriyle zaman zaman bir aksiyon balesine dönüşmesi ve zincirinden kurtulmuş aksiyon sahneleriyle tür meraklılarını ekran başına mıhlayacak bir film olması itibariyle her kesimden olduğu kadar Hollywood’un dikkatini çekmesi de kaçınılmazdı. Üstelik Evans 2013 tarihli devam filmi Berandal üzerinde de çalışmaya çoktan başlamış. Tüm bu hengame yanında, gerilim yüklü yaratıcılıklar içeren ufak tefek detaylar da Evans ve ekibinin aksiyon zekasına işaret etmekte. Hele bir Mad Dog var ki, uzun zamandır sinemada rastlanan en sıkı kötü adamlardan biri. (Sonlara doğru dillere destan üçlü kavga sahnesine dikkat bu arada!).

İki cümlede bir kullandığımız “aksiyon” kelimesi dışında film için söylenecek fazla bir şey yok. Jakarta özelinde suç dünyasının derin devletle olan ilişkilerine de değinecek ölçüde cesur görünmesi iyi de, şu hamile eş klişesi pek bir gereksiz olmuş. Mesela Celda 211’in çaylak gardiyanı Juan’ın da eşi hamileydi ama onu iyi kötü filme malzeme edebilmişlerdi. Burada sadece baba olmak üzere olan genç Rama’nın gösterdiği insanüstü yaşam mücadelesinin adını, doğmamış çocuğunu babasız bırakmama, onun için hayatta kalma çabası olarak biz kendimiz koyuyoruz. Tabii o kadar kavga gürültüden fırsat bulabilirsek. Zaten ilk etapta böyle bir fırsat isteyen de fazla olmaz. Ortada tadı çıkarılması gereken sağlam bir aksiyon var.

13 Haziran 2012 Çarşamba

Confessions (Kokuhaku) (2010)


Yönetmen: Tetsuya Nakashima
Oyuncular: Takako Matsu, Masaki Okada, Yukito Nishii, Kaoru Fujiwara, Yoshino Kimura, Ai Hashimoto, Makiya Yamaguchi
Senaryo: Kanae Minato, Tetsuya Nakashima
Müzik: Toyohiko Kanahashi

Film, Yuko Moriguchi adında bir lise öğretmeninin sınıfındaki öğrencilere süt kutuları dağıtmasıyla başlıyor. Moriguchi bu arada öğrencilerine artık öğretmenliğe devam etmeyeceğini anlatıyor. Gayet sakin bir şekilde konuşmasına devam ederken, bir süre sonra kızı Manami'nin ölümünün önceleri bir kaza olduğunu düşündüğünü, ama daha sonrasında sınıfındaki iki öğrenci tarafından cinayete kurban gittiğini söylüyor. Moriguchi bu öğrencilere "Öğrenci A" ve "Öğrenci B" diye hitap ediyor. Bu öğrenciler Japonya'daki yasalar doğrultusunda, 14 yaşın altında oldukları için sebep oldukları ölümden sorumlu tutulamıyor. Bu yüzden de öğretmen Moriguchi onları adalete havale etmek yerine çok daha ürkütücü bir intikam planıyla kendi adaletini devreye sokuyor. İşte bu intikam planına da, daha ilk sahneden gördüğümüz sütlerle başlıyor ve açıklamasını da sınıfta yapıyor. Bu iki öğrencinin az önce içtikleri sütlere, kızının HIV virüsü taşıyan babasının kanını kattığını açıklıyor. İşte bu noktadan sonra geri dönülemez bir intikam oyunu başlamış oluyor.

Kanae Minato’nun aynı adlı romanından Tetsuya Nakashima’nın senaryosunu yazıp yönettiği Confessions (Kokuhaku), Moriguchi’nin sınıfta yaptığı bu konuşmayla adım adım gerilimi arttıran ilk yarım saatlik bölümünde, trajik olaya ait flashbackleri, sınıf içinde yaşanan gürültülü ortamı ve ağır çekimli video klip estetiğine sahip geçişleriyle harmanlanmış müthiş bir giriş yapıyor. Uzakdoğu sinemasının intikam temalı filmler skalasına farklı bir boyut getirdiği söylenebilecek film, bir grup lise öğrencisi özelinde hem kötülüğün sahiplerine, hem de mağdurlarına yönelik isabetli atışlar yapan bir yapım. İntikamın basit tanımından hareketle bu kavramda hedef ve biçim değişiklikleri yapmak suretiyle farklılık yaratmaya çalışıyor. İntikam üzerine artık söylenmeyen fazla bir şey kalmadığını düşünürken senede mutlaka bir veya iki film (ki bunlar genelde Uzakdoğu yapımı oluyorlar) çıkıp zihinleri tekrar bulandırmayı beceriyor.


Öğretmen Moriguchi’nin küçük kızı Manami’nin ölümünden sorumlu tuttuğu öğrencilerden intikam alış şekli, bu karanlık tarafa geçişin farklı bir pedagojik okuma gerektirebilecek türden zalimliği olarak kendini gösteriyor. Filmde Shuya ve Naoki benzeri çocukların, adını kendilerince koydukları, nedenini kendilerince belirledikleri çiğ öfkelerini dışa vuruş biçimlerinin psikolojik temellerini oluşturan aile, arkadaş, sosyal çevre gibi unsurlarına çok farklı, yasal olmayan bir yöntemle darbe vuruluyor: Onları ölümcül bir hastalık tehditiyle “ötekileştirmek”. Hatta bu kozun özellikle Shuya tarafından savuşturulması olasılığı için bile zalimce bir B planına sahip. Moriguchi’nin ne olursa olsun eğitimci kimliğini, öfkeli ve hüzünlü bir anne kimliğinden çok belirgin ölçülerde ayırmadığı da gözleniyor ki, bu açıdan filmin belli bir didaktik mesaj altına girmediği de anlaşılabiliyor. Ama yüreğindeki tarifsiz acının yasal yollardan telafi edilmeyeceğini anladığında başvurduğu intikam, sinemada görmekten hoşlandığımız bu kavramın keskin çizgilerini zorlayacak yapıda olduğundan asıl mesajın burada olduğu da anlaşılıyor.

Bilim fuarında birincilik kazanan zeki Shuya’nın intikam planıyla Moriguchi’nin intikam planı arasındaki hedef farkı da intikam gibi bir duygunun bile adalet gözetebileceğinin bir örneği. Shuya’nın Suç ve Ceza'nın kahramanı Raskolnikov'un karısını öldürdükten sonraki savunmasından alıntı yaptığı üzere “bazı insanlar tüm şeytani ve canice işleri yapabilirler, bunu yapmaya sonuna kadar hakları vardır” söylemlerinin bumerang etkisine maruz kalması, ergenlerin sabit fikirli kör öfkelerinin sonuçlarını göremeyen tecrübesizliklerine işaret etmekte. Şeytani ve canice işleri yapabilen birinin, aynı işler kendi başına geldiğinde yapabileceği fazla bir şey kalmıyor. Bu basit kısasa kısası sinematik bazda ele almak için ise Confessions gibi estetize edilmiş şiddete ihtiyaç duyuluyor çoğu zaman. Mesela finale doğru yaşanan olağanüstü patlama sahnesi, etme bulma meselesine masalsı bir hava dahi katabiliyor. Genel olarak Tetsuya Nakashima’nın etkileyici anlatımı Takako Matsu’nun görkemli oyunuyla da birleşince, intikam etiketinin hakkını derin düşüncelere sevkederek veren bir film daha kazandığımızı anlıyoruz.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Get The Gringo (2012)


Yönetmen: Adrian Grunberg
Oyuncular: Mel Gibson, Kevin Hernandez, Dolores Heredia, Daniel Giménez Cacho, Peter Stormare, Dean Norris, Bob Gunton, Roberto Sosa, Jesús Ochoa, Tenoch Huerta
Senaryo: Mel Gibson, Adrian Grunberg, Stacy Perskie
Müzik: Antonio Pinto

Palyaço kılığında çaldıkları yüklü miktardaki parayla Meksika sınırını geçmeye çalışan iki soyguncudan hayatta kalan Amerikalı (Mel Gibson) sınır polislerince yakalanır. Polisler bu ismini bilmediğimiz adamı “El Pueblito” denilen ve marketi, kendine has emlak piyasası, sokakları, sosyal alanları bulunan özerk bir getto/hapisaneye koyarlar. Bu arada “Gringo”yu yakalayan iki polis, arabada buldukları parayı dışarıda harcamakla meşguldürler. Ama ele geçirdikleri miktarın daha fazla olduğunu öğrenmeleri uzun sürmez. Paranın geri kalanının nerede olduğunu öğrenmek için Gringo’yu sıkıştırmaya başlarlar. Çalınan para Frank adlı bir mafyaya aittir ve o da parasının peşine düşer. Öte yandan hapiste tanışıp arkadaş olduğu 10 yaşındaki çocuğun karaciğerinin, El Pueblito’daki “başmahkum” Javi’nin değerleriyle uyumlu olmasından dolayı yakında organ nakliyle alınacağını öğrenen isimsiz kahramanımız, dışarıda sadece kendisinin yerini bildiği para kozunu kullanarak Javi’nin dikkatini çeker. Hem parasına kavuşmak, hem de küçük dostu ve onun annesini Javi’den korumak için planları vardır.

Get The Gringo, aralarında Amores Perros, Traffic, Master and Commander: The Far Side Of The World, Man On Fire, Apocalypto gibi klas filmlerin de yer aldığı pek çok yapımda yönetmen yardımcılığı yapmış Adrian Grunberg’in senaryosunu Mel Gibson ile birlikte yazdığı ilk yönetmenlik denemesi. En kestirmeden tarif edilecek olursa başrolünde yine Mel Gibson’ın bulunduğu 1999 tarihli Payback’in hapishane versiyonu olabilecek potansiyele sahip iken, Prison Break’in Sona hapishanesinde geçen 3. sezonunun bir bölümünden hallice kalıp direk DVD standlarında bitiveren heyecanlı bir macera denebilir. Sanki Payback’in Porter’ı yine bir soygun tezgahlayıp yakayı ele vermiş ve soluğu El Pueblito’da almış gibi bile düşünülebilir. Son derece hızlı kurgusu, yer yer Grunberg’in yukarıda adı geçen filmlerden edindiği tecrübelerin görüntü işçiliğine olumlu yönde yansımaları ve çetrefilli suç ağının vakit geçirmelik sürükleyiciliği filmi baştan sona zinde tutuyor.


Kariyerinde belli bir düşüş yaşayan Mel Gibson’ın hınzır, cesur, eli çabuk, planı hazır, iyi kalpli suçlu tiplemelerini sevenler için iyi bir fırsat olarak da görülebilecek Get The Gringo’nun kapağındaki “Braveheart ve Apocalypto’nun Yapımcılarından” promosyonu filme epey büyük gelmekte. Hatta başka filmlerde görülen benzer reklam denemelerinde olduğu gibi komik bile durmakta. Böyle filmlerin, ekran başında heyecan dolu 1.5 saat geçirmek istediğine karar vermiş seyircinin aksiyon/macera arzusunu kısa süreliğine köreltmek amacına hizmet ettiği muhakkak. Hele bu heyecanı Mel Gibson gibi bu türün nabzını tutmayı iyi bilen biri yazıp oynuyorsa o seyircinin keyfi de katlanıyor. Yanında ufak bir bonus olarak Gibson’dan sıkı bir Clint Eastwood taklidi de kazanıyorsunuz. Suç, adalet, insanlık gibi kavramlar konusunda derin mesajlar beklemeden, sadece hikayesine kitlenmiş ve en hızlı biçimde onu aktarmayı başarmış bir film izlediğinizi anlıyorsunuz. Keşke bu kadar hızlı olmak yerine daha derin ve sindire sindire derdini anlatsaymış diye düşündüğünüz anlar da oluyor. Ama o zaman esas derdi olan sürükleyiciliği ne ölçüde elde ederdi diye de hemen cevabı bulabiliyorsunuz.

2 Haziran 2012 Cumartesi

Zift (2008)


Yönetmen: Javor Gardev
Oyuncular: Zahary Baharov, Tanya Ilieva, Vladimir Penev, Mihail Mutafov, Djoko Rosic, Tsvetan Dimitrov, Jordan Mutafov
Senaryo: Vladislav Todorov
Müzik: Kalin Nikolov

Moth (Güve), suçsuz yere hüküm giyerek 20 yıla mahkum olduğu hapisten çıktıktan sonra kendini tamamen yabancı bir dünyada bulur. Hapse girdikten hemen sonra 1944'te Bulgaristan'da Komunist rejim yönetimi ele geçirmiştir. Kendini bir anda komunist Sofya'nın sokaklarında bulan "Güve", bir gece içinde doktorlara, ajanlara, serserilere ve mezar kazıcılara kadar pek çok kişinin dahil olduğu olaylara bulaşacaktır.

Vladislav Todorov’un kendi romanından senaryo haline getirdiği, Javor Gardev’in yönettiği Bulgaristan yapımı Zift, komedi, dram, suç ve politik öğeleri neo-noir tarzda servise sunan etkileyici bir yapım. Belki siyah beyazlığının sağladığı avantajları çok iyi kullanmasından ötürü “neo-noir” şeklinde tanımlanması, pek çok neo-noir klâsiği düşünüldüğünde haksızlık olarak düşünülebilir. Ama 2008 yapımı bir filme göre bu tanımın hakkını vermek adına gerek senaryo, gerekse yönetim bakımından elinden geleni yapan Zift, bir sahaftan alınıp bir çırpıda okunan romanların küflü tadını görselliğe döndürmeyi birçok yönden becermiş denebilir. Kimi zaman absürdlüğe varan, geleneksel olduğu kadar günümüz Avrupa sinemasının sertliğinden de nasibini almış sahneleri (ki neo-noir coğrafyasına ait olmadığını hissettiren başlardaki kovalamaca ve çetin geçen sevişme sahnesi) ve akılda yer eden birçok ayrıntısıyla sıra dışı kategorisine dahil edilebilecek bir yapım Zift.

Moth rolüyle gizemli olduğu kadar özdeşlik yaratma potansiyeli olan karizmatik Zahary Baharov ile Ada rolüyle böyle bir filmin famme fatale ihtiyacını gayet iyi karşılayan Tanya Ilieva’nın varlıkları göz dolduruyor. Tüm bu neo-noir, Avrupa hissiyatı, politik dolduruşlar, felsefi derinlikler, şunlar, bunlar bir yana, Moth’un mezarcıyla yaptığı sohbet, muayenehane bölümü ve Ada’nın şarkı söylediği siyah beyaz Yeşilçam melodramlarından fırlamış duygusu yaratan sahne gibi örnekler, bir Bulgaristan yapımının kendi coğrafyamıza olan yakınlığını az çok belli edebiliyor. İlginç bir nokta da, Zift’in şimdiye dek Vladislav Todorov’un ilk ve tek roman/senaryosu, pek bilinenler olmasa da çeşitli festivallerden ödüllerle dönen Javor Gardev’in ilk ve tek yönetmenliği olması. Özellikle Gardev gibi yeteneğini bu etkileyici debut ile kanıtlamış bir yönetmenin şu ana kadar başka bir filmle ortaya çıkmamasının nedenlerini sinema dışında tiyatro, makale yazarlığı ve akademik çalışmalarına bağlamak gerek.