28 Kasım 2011 Pazartesi

Face/Off (1997)


Yönetmen: John Woo
Oyuncular: John Travolta, Nicolas Cage, Joan Allen, Alessandro Nivola, Gina Gershon, Dominique Swain, Nick Cassavetes, Colm Feore
Senaryo: Mike Werb, Michael Colleary
Müzik: John Powell

Aksiyon üstadı John Woo ile Face/Off öncesi tek tanışıklığım, VHS döneminde olmuştu. The Killer, Hard Boiled gibi nice eskidikçe değerlenen ve belirli bir kitleye hitab eden filmleri John Woo isminde birinin yönetmiş olmasıyla hiç alakalı değildim. O zamanlar ismini akılda tutmakta dahi zorlandığım Chow Yun Fat’ın karizması yeterliydi. Hoş, akılda tutmak gibi bir gayret de yoktu. Ne zaman ki Tarantino keşfedildikten ve bir fenomene dönüştükten sonra, onun video arşivinin vazgeçilmez parçalarını Woo filmlerinin oluşturduğunu öğrenmek açıkçası promosyon etkisi yaptı. Zaten bu aralar üzerinde Tarantino yazan her şey iyi ciro yapmakta. Akabinde gerçekleşen Hollywood transferi ve stil yaratan aksiyon teknikleriyle bezeli filmlerle olay geldi Face/Off’a dayandı. Woo’nun satırbaşı filmlerini izlemiş olanlar için Face/Off pek çok tanıdık sahne içermekte. Gina ve Castor’un küçük Adam’ı kulağındaki walkman ile polis baskınından ağır çekim eşliğinde kurtardıkları nefis bölüm, iyi ve kötünün birbirlerinin suratına dayadıkları tabancalar, barış timsali güvercinler, ağırçekimle çift tabancalı yürüyüşler ve daha sürüyle ayrıntı, günümüzde bile cepten yenen malzemeler.

John Woo aksiyonları yalnız Tarantino’ya değil, Tony Scott’a, Wachowski biraderlere, Chemical biraderlere, James Wan’a, son zamanların James Bond’una, Cem Yılmaz’a ve yeni yetme aksiyonculara ilham kaynağı olmuştur. Van Damme’lı Hard Target ve Travolta/Slater’lı Broken Arrow’dan sonraki Face/Off, yine John Travolta ile Nicholas Cage gibi iki jönün başı çektiği, hasılatın altından girip üstünden çıkan, kendi formüllerine sahip, ama her zamanki gibi Amerika’nın yeniden keşfettiği zımba gibi bir filmdi. Travolta’nın filmde Castor Troy olarak söylediği gibi, iyi ve kötünün sonsuz savaşının işlendiği milyarlarca filmden biri olması, kuşbakışı bakıldığında filmi klişe gösterebilir. Çoğu yönden öyle zaten. Ancak filmin içerdiği dramatik tat ve fantastik, sıra dışı konusunun sağladığı iyi-kötüye felsefi bakışı Face/Off’u diğer benzerlerinden oldukça ayırıyor. Bununla da kalmıyor. Tıbbi bir fanteziyi gerçekleştirmesinin yanında pedagojik (Castor’un, Sean’ın kızına kendini savunsun diye kelebek tabir edilen bıçağı kullanmayı öğretiş biçimi mesela!), dinsel, astrolojik ve hatta mitolojik okumalara da sahip. Önce sözü Mitoloji servisimize bırakalım:


Yunan mitolojisinde, tanrılar tanrısı Zeus ile Truvalı Helen’in annesi olan Sparta kraliçesi Leda’nın ikiz çocukları olan Castor ve Pollux, Truva savaşında omuz omuza çarpışmışlardır. (Filmde Castor’u Nicholas Cage, Pollux’u Alessandro Nivola oynuyor.) Fakat filmin aksine Pollux güçlü kardeş iken, zayıf olan Castor’dur. Savaşta Castor ölünce Pollux, babası Zeus’a “hani biz ölümsüzdük, ben kardeşimi isterim “ diye yalvarıyor. Aynı yalvarışı Jüpiter’e de yapınca iki kardeş gökyüzünde İkizler Takımyıldızları yapılarak onurlandırılıyor. Esasen Travolta’nın canlandırdığı Sean Archer’ın Archer’ı, Sagittarius The Archer, yani Yay savaşçısı (veya Okçu), Zodiac’ta bulunan takımyıldızlardan biri olup, Gemini ile tamamen zıt bir durumdadır. Gemini ise Castor ve Pollux’un başı çektiği takımyıldızının adıdır. Yani namı diğer İkizler Burcu. Archer’ın neden Castor ve Pollux ile anlaşamadığı da anlaşılıyor böylece. Süper! Bunun yanında, kilise sahnesinde, Sean kılığındaki Castor’un İsa taklidiyle iyi ile kötünün kilisede hesap saatinin geldiğine dikkat çekmesi, devamındaki takip sahnesinde Castor’un kötülük simgesi kırmızı, Sean’ın iyilik sembolü beyaz deniz motorlarını seçmesi onlar için tesadüf, Woo için değil. Sean’ın karısı rolündeki Joan Allen’in adının Eve (Havva), Castor’un sevgilisi Gina’dan olma oğlunun isminin Adam (Adem) olması da yorumlara ardına kadar açık.

Face/Off, mantıken değerlendirmesi hazımsızlık yapabilecek bir film. Zira filmde sadece yüz değil, neredeyse başlı başına bir vücut nakli yapılmış. Yoksa Travolta’nın o meşhur çenesini hangi cerrah ordusu Cage’e yapıştırabilir? Sean, Castor iken, Sean’ın göğsündeki ölen oğlunun hatırası olan yara izini filmin sonunda doktordan geri istemesi de bu mantıksal garipliğe bir örnek. Sanki geçici dövmesi silinmiş de geri istiyor. Ama bu gariplikleri silip, önyargısız izlenmesi gereken, gerçekten saygı duyulası bir film Face/Off.. Onu saçma bulan insanlardan soğuduğum bir filmdir aynı zamanda. Bize suratın önemini anlatır. Ya da suratsızlığın!.. Daha çok, iyi ve kötünün yer değiştirdiğinde sahip olduklarını değerlendiriş biçimlerini ve bu yer değiştirmenin avantaj-dezavantaj boyutlarını göstermeye çalışan gerilimli, aynı zamanda heyecanlandıran bir tecrübe olarak görmek gerek.


Felsefi boyuta hiç değinmedik. Can düşmanınızın bedeninde olduğunuzu düşünün. Bu bile yeter. Filmde aynaların oyununa geldiğimiz müthiş bir sahne var. Yüzleri yer değiştirmiş Castor ve Sean, çift taraflı bir aynanın iki yanında birbirlerini öldürmek için beklemektedirler. Kısa ve anlamlı bir konuşmanın ardından ikisi aynı anda dönüp ateş edecekken boy aynasında aslında kendilerine ait olmayan yüzleri görmeleri, hani şu sözün bittiği anlardan biridir. Mask’ta, dostumuz Rocky’nin komik aynaları ile birlikte bu sahne, benim aynalara duyduğum saygıyı sonsuz kılmıştır.

Travolta ve Cage’i hem iyi, hem kötü adam olarak bu kadar verimli kullanmış olan kaç film var? Ortasından izlemeye başlamış birine asla izah edemeyeceğimiz bu dilemmatik durum için seçilmiş oyuncular daha iyi olamazdı. Hele yapımcıların Sean Archer-Castor Troy rolleri için önce Arnold Schwarzenegger-Sylvester Stallone’u düşündüklerini öğrenince insanın yüz kasları şekilden şekle giriyor. Neyse ki projeye getirilen John Woo olaya el koymuş. Travolta-Cage ikilisinin yanına Joan Allen, Gina Gershon gibi iddiasız ama tam yerinde seçimler, filmin çapına uygun düşmekte. Aynı yapımcılar bu bayanların yerine kimleri düşünüyordu acaba? Fimde ayrıca Sasha’nın abisi kel insan irisi Dietrich rolüyle izlediğimiz full karizma Nick Cassavetes, The Notebook, John Q ve başrolünü Travolta ile Sean Penn’in oynadığı She's So Lovely’nin de genelde bağımsız takılan yönetmenidir.

John Woo’nun Hollywood macerasında Face/Off’un ve onun kadar olmasa da Mission Impossible II’nin haricinde (orada da değişen yüzler, görkemli ağırçekimler ve güvercinler vardı) dişe dokunur bir hadise olmadığı kanaatindeyim. Son dönemlerdeki Windtalkers ve Paycheck’in Woo filmleri olduğuna inanmak istemiyorum. Ama bu, onun bir sonraki hamlesi için her daim pusuda beklemek zorunluluğu hissettiğim güzel insanlardan biri olduğu gerçeğini asla değiştiremez.

22 Kasım 2011 Salı

The Guard (2011)


Yönetmen: John Michael McDonagh
Oyuncular: Brendan Gleeson, Don Cheadle, Liam Cunningham, Mark Strong, Fionnula Flanagan, David Wilmot, Rory Keenan, Katarina Cas, Pat Shortt, Sarah Greene, Michael Og Lane
Senaryo: John Michael McDonagh
Müzik: Calexico

2008 yılının en iyi filmlerinden, aynı zamanda bana göre tüm zamanların kara mizah sahibi suç filmleri arasındaki en iyilerden biri olan In Bruges, Martin McDonagh imzası taşıyordu. 2010 yapımı The Guard ise kardeşi John Michael McDonagh’nın yazıp yönettiği ilk uzun metraj. Kardeş McDonagh’nın harika bir ilk film olan In Bruges’ün izinden gittiği birçok yönden belirgin. Filmin gövdesine zarar getirmeyen, tam aksi o gövdeyi monoton klişelerden kurtaran yan senaryo tasarımları, gereksiz yere karmaşıklaşmaya çalışmayan olay örgüsü, baş karakterler arasında yaratılan kimya ve tabiî dengeleri bozmayan keyif verici bir kara mizah. Bu unsurların hepsi The Guard’da çeşitli şekillerde mevcut.

Ancak bu ortak yanlarına rağmen The Guard’ın bir In Bruges olamamasının en belirgin nedeni, In Bruges’deki suç matematiğinin karakterlere eşit oranlarda yansıyan dramatik ve mizahi izdüşümü üzerine derinlemesine nüfuz edilmemesi. Bu durum McDonagh’nın yeni bir In Bruges yaratma ihtirasına sahip olmamasına bağlanırsa ortada sorun kalmıyor. Yüklü miktarda bir uyuşturucu sevkiyatı, bu rota üzerinde işlenen birkaç cinayet, emniyet güçlerinin örtbas, yardım ve yataklık politikasına karşı duran İrlandalı polis memuru Boyle (Brendan Gleeson) ile Amerikan ajan Everett’in (Don Cheadle) idealizmi filmin konusunu oluşturuyor. Bu sıradan ve sürprizsiz görünen gidişatı renklendirmek için elinden geleni yapan, iyi oyuncuların da yardımıyla bunu başaran McDonagh senaryosu, her ne kadar aynı yolun yolcusu olsa da In Bruges kadar büyük oynamayı tercih etmemiş, kendi yağıyla kavrulmayı seçmiş bir duruşa sahip. Bu tercihler de filme hep olumlu katkılar sağlamakta.


Bazı senaryoların kafa karıştırmak için filme süslü bir veya birkaç cinayet eklediğini, bu cinayetler sayesinde katilin polise ya da halka türlü mesajlar iletmeye çalıştığını gördük. Fakat o süslü bir veya birkaç cinayeti tamamen amaçsız biçimde sadece kafa karıştırmak için eklediğini itiraf eden fazla senaryo yok sayılır. Yozlaşmışlıkla idealizmi bir arada götüren polis tiplemesi de her filmde bu kadar renkli işlenmez. Bu tip ufak ters köşe yöntemlerle, Boyle ve Everett’in tadını damaklarda bırakan atışmalarıyla, bazı klişelerle inceden kafa bulan beklenmedik sahneleriyle sevimli ve sıcak bir film olabilmek, yeni tanıştığımız McDonagh genleriyle alâkalı olabilir.

Brendan Gleeson ve Don Cheadle gibi birinci sınıf oyuncuların uyumuyla güçlenen The Guard, İrlandalı Boyle’un Amerikalı Everett’e verdiği politik ayarlarıyla, ailevi sohbetleriyle, suç ve suçluya bakışlarıyla farklı kimlik ve kişiliklerin yarattığı zıt kutupların çekimini hem senaryo bazında, hem de ikilinin oyunculuk becerilerinde yansıtabiliyor. Usta oyuncular Liam Cunningham, Mark Strong ve Fionnula Flanagan ile iyice şenlenen cast kurulumu, senaryonun onlara da gösterdiği özen sayesinde salt isim yapmış oyunculuk duruşu sağlamıyor, kısa da olsa boyutlu kimlikler yaratıyor. Boyle’un küçük muhbiri Eugene rolünde karikatür gibi bir Michael Og Lane’i de herkese tanıtıyor. Cast sorumlusu olan Jina Jay’in elinin değdiği filmler arasında In Bruges, Intermission, Shaun Of The Dead, Atonement, Munich, Layer Cake, Hanna, Body Of Lies ve dahasını saymak fikir verebilir. Ayrıca Arizonalı folk rock grubu Calexico’nun kattığı western ambiyansını da es geçmek olmaz.


The Guard bazı seyircilere eksiklikler hissettirebilecek mütevazi yapısına rağmen, In Bruges gibi bir filmle karşılaştırıldığı vakit hem kusurlarını, hem de değerini belli eden bir film. Henüz ilk filmleriyle adlarından övgüyle söz ettiren McDonagh biraderlerin getirdiği heyecan şimdilik kendini yüksek boyutlarda göstermemekte. Ama böyle giderse büyük stüdyolar tarafından keşfedilmeleri kaçınılmaz. Zaten Martin McDonagh müthiş bir oyuncu kadrosuna sahip İngiliz-Amerikan ortak yapımı Seven Psychopaths ile geri sayıma girdi bile. McDonagh’ların beraber çalışmak yerine iki koldan sinema dünyasına girmeleri, gösterdikleri birbirine benzer senaryo ve yönetmenlik performansları yüzünden hiç şikâyet edilecek bir durum değil. Bundan böyle takip edilecek bir değil iki McDonagh olması benim gibi suç yapımları müptelâları için nimet sayılır.

17 Kasım 2011 Perşembe

Anjos do Sol (2006)


Yönetmen: Rudi Lagemann
Oyuncular: Fernanda Carvalho, Antonio Calloni, Otávio Augusto, Darlene Glória, Vera Holtz, Chico Díaz, Bianca Comparato
Senaryo: Rudi Lagemann
Müzik: Nervoso, Felipe Radicetti, Flávio Santos

Yine Brezilya, yine acı ve keder.. Küçük yaştaki kız çocukların nasıl fuhuş sektörüne köle edildiğini çok çarpıcı bir dille anlatan bir film. Ailesi tarafından acımasızca fuhuş simsarlarına satılan 12 yaşındaki Maria'nın yürek yakan öyküsünü izlemek zordu gerçekten. Natalie Portman'ın Leon'daki performansına benzer bir his uyandırması da mümkün küçük Fernanda Carvalho'nun filmden sonra psikolojik tedavi görmüş olması da muhtemel. Brezilya'da her yıl binlerce çocuğun cinsel istismara uğradığını dünyaya duyurma misyonu da başarılı biçimde yerine getirilmiş. Acı ama gerçek filmlere yüreği elverenler mutlaka görmeli.

Zaten bu acı gerçekleri tüm doğallığıyla sinemaya uyarlama başarısı Brezilya sinemasının karakteristik özelliği. Filmin çekilmesine ön ayak olan Brezilya insan hakları derneği ve çocuk esirgeme kurumu benzeri kurumlar, Brezilya’nın bu utanç tablosunun cesurca filmleştirmesi ile, dikkat çekmenin en etkili yollarından biri olan rahatsız etme yöntemine destek çıkmışlar. Bu çok önemli bir girişim. Hele de bizim o kurum kurum kurumuş benzer kurumlarımızın faaliyetlerini (!) düşündükçe bazı kurumların yol yakınken bataklık misali kurutulması gerekliliğine uyanıyor insan. Her türlü suç unsurunun günlük yaşamın bir parçası haline geldiği karnavallar, salsa ve futbol cenneti Brezilya’nın insanlıkla imtihanına bir tanıklık fırsatı daha Anjos do solTürkiye-Brezilya dünya kupası maçının küçük Maria için önemini de dikkat çekelim bu arada.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Loft (2008)


Yönetmen: Erik Van Looy
Oyuncular: Koen De Bouw, Filip Peeters, Matthias Schoenaerts, Bruno Vanden Broucke, Koen De Graeve, Veerle Baetens, Tine Reymer, An Miller, Charlotte Vandermeersch
Senaryo: Bart De Pauw
Müzik: Wolfram de Marco

Güvenilir bir psikiyatr olan Chris, karizmatik ve gizemli mimar Vincent, sağı solu belli olmayan tehlikeli Filip, sesi soluğu çıkmayan Luc ve parti kuşu Marnix çok sıkı beş arkadaştır. Metreslerini Vincent'ın tasarladığı çatı katına getiren bu beş adam arasında gizli bir anlaşma vardır. Ama burada genç bir kadının cesedini bulmalarıyla beraber şüphe içinde birbirlerini suçlamaya başlarlar. Kadının katili bu beş kişiden biridir. Çünkü evin yalnızca beş anahtarı vardır.

Bart De Pauw senaryosuyla Erik Van Looy’un yönettiği, Belçika tarihinin en çok izlenen filmi ünvanını kazanan Loft, iyi oyunculukları, sık sık yakaladığı neo-noir atmosferi ve sürprizli kırılma noktalarıyla sürükleyici bir gerilim dram. Başarılı bir “katil kim” filmi olması yanında aldatma ve boşanma olgularını bu cinayet yapımlarının formatına uydurma gayreti içinde de denebilir. Üst sınıfa mensup beş adamın eşlerini aldatmak için kullandıkları çatı katının metreslerden birine mezar olmasının ardından sadece kendi aralarındaki katili bulma çabalarını değil, o çatı katını kullanma gerekçelerini de sorgulamaya başlamalarını izliyoruz. Bu durum filmin sözel cazibesini arttırdığı gibi, yapılan geri dönüşlerin sağladığı hızlı kurguyla tansiyonu gittikçe yükselen gerilim sazı elden bırakılmıyor.


Şehirli eşler arasındaki uyumsuzluk, geçimsizlik, ekonomik üstünlük, bunun yanında kaçamaklar, karşılıksız aşk, evlilik, boşanma gibi meseleler farklı biçimlerde bir şekilde senaryoya iliştirilmeye çalışılmış. Modern toplumlarda bile kadınların horlandığı, ezildiği, kullanıldığı, aldatıldığı gerçeğinden hareketle erkek egemen bir film ile yapılan vicdan muhasebesinin yeterliliği tartışılır. İşin “eden bulur” kısmıyla bir miktar ilgilense de, aldatma olayının “sadece bir kerelik” sözde masumiyetini kanıksatma refleksi mevcut. Bu bağlamda testosteron salgılayan böyle bir filmde feminizmin izi de sürülebilir rahatlıkla.

Loft ile ilgili en ilginç nokta ise filmin üzerinden henüz iki yıl geçmesine rağmen bu defa Antoinette Beumer yönetiminde Hollanda yapımı yeniden çekiminin gösterime girmesi. Üstelik Erik Van Looy, 2012’de kendi yönettiği ilk filmin Hollywood versiyonunu çekmek için post prodüksyonla meşgul. Ortada iyi bir konu, o konuyu zaman zaman fazla elit olmakla birlikte çok da abartılmayacak biçimde işlemiş bir yönetim anlayışı ve sürükleyici bir gidişat var. Ama yine de özgün olmayan, sürükleyici bir cinayet romanından hallice böyle bir konuyu mal bulmuş mağribi gibi sömürmek, bu sömürme işlemini de beş senede tam üç kez aynı filmi izletmek isteyecek derecede abartmak son derece saçma. Filmin haklarını satın alan Hollywood sayesinde Erik Van Looy’un Amerika’ya transfer olan Avrupalı yönetmenler kervanına bilet alma şansını kaçırmak istemediği aşikâr. Fakat bu remake çılgınlığı öyle aldı yürüdü ki, Michael Haneke (Funny Games U.S.), Werner Herzog (Bad Lieutenant), David Fincher (The Girl With The Dragon Tattoo), Spike Lee (Oldboy) gibi yönetmenler bile tembel Amerikan seyircisinin gönlünü hoş tutmak gibi aptalca bir amaç uğruna (tabiî başka amaçlar da sözkonusu olabilir) yeniden çekimler yaparlarken, Erik Van Looy’u eleştirmek saçma kaçıyor.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Submarino (2010)


Yönetmen: Thomas Vinterberg
Oyuncular: Jakob Cedergren, Peter Plaugborg, Patricia Schumann, Morten Rose, Helene Reingaard Neumann, Sebastian Bull Sarning, Gustav Fischer Kjærulff, Mads Broe Andersen
Senaryo: Jonas T. Bengtsson, Tobias Lindholm, Thomas Vinterberg
Müzik: Kristian Eidnes Andersen

Nick ile küçük kardeşi, alkolik ve sorumsuz anneleriyle sefil bir hayat sürmektedirler. Çocukluklarında yaşadıkları bir trajediden sonra nasıl, ne şekilde koptuklarını göremeden iki kardeşin ortayaşlarını izlemeye başlarız. Nick bir kavga sonrası aldığı cezanın ardından hapisten yeni çıkmıştır. Tek başına, yurt tipi odalardan oluşan bir binada sürekli içerek yaşamaktadır. Komşusu Sophie ile cinsel, uzun zaman sonra karşılaştığı eski arkadaşı Ivan ile kimyası bozuk bir ilişki yaşamaktadır. Ivan şimdi yarım akıllı bir evsizdir ve aynı zamanda Nick’in hayatının aşkı Ana’nın ağabeyidir. Ana evlenmiş, bir de çocuk doğurmuştur. Öte yandan filmde adıyla anılmayan Nick’in kardeşi ise karısını bir kazada kaybetmiş, oğlu Martin ile birlikte yaşayan uyuşturucu bağımlısı bir adam olmuştur. Annelerinin ölüm haberini alan iki kardeş yıllar sonra cenazede birbirleriyle karşılaşırlar. Çocukluklarındaki sefaleti farklı şekillerde de olsa hâlâ yaşamaya devam eden kardeşlerin trajedisi, yetişkinliklerinde de sürecektir.


Jonas T. Bengtsson romanından Tobias Lindholm ve Thomas Vinterberg’in senaryolaştırdığı, özellikle 2005 yapımı Dear Wendy ile çok beğendiğim Vinterberg’in yönettiği Submarino, Semih Kaplanoğlu’nun Bal ile Altın Ayı kazandığı Berlin Uluslararası Film Festivali’nin aday filmlerindendi. Danimarka Film Akademisi Danske Filmskole’a bugüne kadar kabul edilmiş en genç öğrenci (19 yaşındayken) ünvanını koruyan Thomas Vinterberg, Dogme95 akımının en hararetli zamanlarında Lars von Trier gibi pek çok yönetmenle eğitimini pekiştirmiş bir yönetmen. Buna rağmen ilk önemli çıkışını aralarında ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi çeşitli ülkelerin yer aldığı yapım ekibinin desteğiyle çekmesi, onun hakkında tam mânâsıyla bir fikir edinmemi engellemişti diye düşünüyordum.

2007’de çektiği En mand kommer hjem’i ise, genel olarak İskandinav komedilerine olan soğukluğum nedeniyle izlememiştim. Ancak Danimarka-İsveç ortak yapımı Submarino’nun türlü beslenme kaynaklarına ve İskandinav ortak sinema dilinin taşıdığı benzerlikleri barındıran sert dramatik yapısına karşın, tümüyle Vinterberg’in kendine ait bir film olduğunu düşündüm. Konu itibariyle cenazede buluşan birbirinden kopuk aile fertlerinin geçmişleriyle yüzleşmelerinden oluşan alışıldık bir dram beklentisi olabilir. Ancak Submarino’da bu cenaze, sadece çocukken çok kötü bir deneyimi paylaşmış ve bunun sonucunda kendilerini suçlamaktan normal hayata tutunamamış iki kardeşin karşılaştıkları bir yer olmaktan başka bir anlam taşımıyor. Hikâyenin odaklandığı esas mesele, kardeşlerin bu olay sonrası kendilerine çizdikleri ya da zor şartların onları çizmeye zorladığı ayrı yolların nasıl engellerle dolu olduğu.


Bu engelli yolların yürünmesi sırasında bireye ait türlü zor yaşam şartlarının, çocukluktan kalma travma ve suçluluk duygularını istemeyerek de olsa yetişkinliklerine taşımış iki adam üzerindeki baskısı zedeleyici oluyor. Nick üzerindeki baskı, onun güçlü yapısı sayesinde daha içsel şekillerde belirirken, kardeşinin dramı çok daha yıkıcı etkilere sahip. Nick’in hapisten çıktıktan sonra izlemeye başladığımız hikâyesi bir süre sonra kardeşinin hikâyesiyle birleşiyor. Bu ikinci hikâyenin ilki ile birleşmesinden önce bir miktar geriye gittiğinin de farklı açılardan tekrar izlediğimiz bazı ayrıntılar sayesinde anlaşılması başarılı bir kurgu tekniği olarak ortaya çıkarken, bu durumu fazla sulandırmadan ve kafaları karıştırmadan yoluna devam ediyor film. Diğer kardeşin bir baba ve uyuşturucu müptelası arasında gidip gelen psikolojik durumu da Nick’in hikâyesiyle hemen hemen aynı ruh hâli, ama biraz daha gergin ve dramatik bir tonla ele alan Vinterberg, son bir kesişme noktasıyla ve çok mânalı bir finalle Submarino’yu noktalıyor. Jakob Cedergren’in sert ve karizmatik sakinliği, Peter Plaugborg’un gergin ve naif zayıflığıyla çok iyi dengelenmekte. Bu durum da filmi zaten bulunduğu üst noktadan biraz daha yukarılara taşımakta.

7 Kasım 2011 Pazartesi

A nyomozó (2008)


Yönetmen: Attila Galambos
Oyuncular: Zsolt Anger, Judit Rezes, Pálma Pusztai, András Márton Baló, Péter Blaskó, Csaba Czene, Andrea Spolarics, István Juhász, Éva Kerekes, Zoltán Tamási, József Tóth, Zsolt Zágoni, Ilona Kassai
Senaryo: Attila Galambos
Müzik: László Melis

Tibor Malkáv, tedavisi oldukça pahalı bir hastalığa yakalanan annesini iyileştirme derdinde sıradan bir patologdur. Sonra bir gün bir yabancı çıkagelip başka bir yabancıyı öldürmesi için ona para teklif eder. Annesini kurtarmak adına parayı kabul eder ve karşılığını verir. Ama sonra eline bir mektup geçer. Mektubu kurbanı yazmıştır. Bu kişi ona bir yabancıdan çok daha yakındır. Böylece tek seferlik kiralık katil Tibor, kurbanının kim olduğunu araştırmaya başlar.

A nyomozó, sakin anlatımını gizemli bir suç örgüsüyle bütünleştirmiş çok şık bir film. Başlangıçta filmi sürüklemesi gereken Tibor karakterinin fazlasıyla mekanik, hatta ruhsuz duruşuyla Avrupalı bir Coen anti-kahramanı izlenimi veren görüntüsü adım adım bu ruhsuzluğa anlam kazandıran, kendini o ruhsuzluk içinde var eden, aslında farklı bir ruh sahibi olduğunu gösteren bir ustalıkla ele alınıyor. Konusu itibariyle de şüphelileri ve onların gerekçeleri ile bilinen cinayet şablonunun ezberini bozmaya oynuyor. Zira cinayeti işleyenin filmin baş karakteri Tibor olması nedeniyle bu defa kayıp bir katili değil, cinayeti ustaca kurgulamış olan azmettiriciyi bulmamız gerekiyor.


Tibor’un annesini tedavi ettirme dürtüsüyle karıştığı gizemli cinayeti profesyonel bir kiralık katil gibi işlemesinin ardından oluşan kafa karışıklığı giderek yerini daha kabul edilebilir bir seyre bırakıyor. Çünkü soğukkanlı, duygusuz (ya da duygularını göstermemekte son derece usta) ve dümdüz bir kişilik olan Tibor’un mesleği gereği ölüm ve ölülerle olan yakın ilişkisinin sağladığı destekle çok pratik, aynı zamanda seyirciyi de güvende hissettirecek müthiş bir zekâya sahip olduğunu anlıyoruz. İş sadece sebebini bilmeden, maktülünü tanımadan katil olmasının ardındaki gerçekleri merak etmesine kalıyor. Orada da devreye öldürdüğü adamın kendisine önceden yazdığı mektup girince Tibor’un macerası başlıyor. Çoğu dedektifin aklına gelmeyebilecek kurnazlıklar ve cesur hamlelerle kendi işlediği cinayeti aydınlatma peşine düşüyor.

Sırf bu durum bile birçok senariste ilham verebilir. Macar yönetmen/senarist/oyuncu Attila Galambos’a verdiği ilhamın yine kendisi tarafından hayata geçirilişi, Tibor gibi benzerine az rastlanır bir kişiliğin yardımıyla farklı bir Agatha Christie dokusu taşımıyor değil. Ama bu dokuya Avrupalı kimliğini koruyarak ve üzerine kara film deneyimi de katarak ilerliyor. Tibor’un etrafında şekillenen karakter çeşitliliği, hemen her “katil kim” filminde (gerçi buradaki arayış “plânlayıcı kim”e dönüşmüş durumda) olduğu gibi hedef şaşırtmayı amaçlamış olsa da, senaryonun bu çeşitliliğe verdiği değer kendini belli ediyor. Özellikle kendi kurmacası içinde bir başka kurgu daha barındırdığı iddiasını öne sürmekten geri durmuyor. Tibor’un kürsüde yer aldığı, filmin tüm kadrosunun katıldığı ve filmdeki konumlarını amfi düzeninde tartıştıkları sahnenin yaratıcılığı, bu kurgusallığı bir senaryo atölyesi ciddiyetine konu edilecek denli tartışmaya değer, tabiî aynı zamanda mizahi bir düzleme taşıyor.


Tüm olumlu yönlerine rağmen A nyomozó’nun en önemli unsuru hiç kuşkusuz Tibor. Birçok yönden filmin kendisinin olduğu kadar Tibor’un da sahip olduğu cinayet romanı kahramanının gizemli edebî yönü filme de yansımış denebilir. Bunun yanında roman anlatıcısının onun hakkında söyleyebileceği kişilik özelliklerini bizzat kendisinin dile getiriyor olmasının da orijinal bir yanı var. Mesela alımlı ve sevimli kız arkadaşı Edit ile fiziksel yakınlaşmadan kaçınmasını “ben öyle şeyler bilmem” şeklinde açıklaması, yapılan espriler karşısında “benim espri anlayışım pek yoktur” demesi gibi tepkileri (veya tepkisizliklerin) böyle bir karakteri ironik biçimde sempatik kılması da önemli bir başarı. İçine düştüğü kriminal durumun türlü kişilik zaaflarını da beraberinde getirmesi beklenirken, soğukkanlılığını ve zekâsını muhafaza eden, insanlara doğru sorular sorarak, insanlara doğru yerlerde yalan söyleyerek şüphelileri sıkıştırmayı ya da sıkıştığı yerden kurtulmayı beceren Tibor’un tasarım ve uygulanışı çok başarılı. Sıradan bir adamın sıra dışılığı, bu her iki ucun da hakkını veren sahnelerle pekiştiriliyor.

Yine başlangıçta Zsolt Anger’ın iki önemli ödül kazandığı Tibor karakterini canlandırırken benimsediği minimalliğin aslında tam da bu filmin ihtiyacı olduğu hissediliyor. Ama özellikle Tibor’un kendisine doğrultulmuş bir silahı iki saniyede sahibine iade edişinin hemen öncesinde, silah sahibine olduğu kadar seyirciye de oynadığı kısacık karakter yükselişi kandırmacası, sonra tekrar saniyesinde Tibor normalliğine döndüğü sahne olağanüstü. Sanki aktör bile değilmiş izlenimi veren Zsolt Anger’ın yanında filmde neredeyse hiç kötü oyuncu olmaması da bu artılara eklenince Attila Galambos’un filmi mutlaka izlenmesi gereken küçük suç filmleri arasında yerini gururla alıyor.

3 Kasım 2011 Perşembe

Scott Pilgrim vs. The World (2010)


Yönetmen: Edgar Wright
Oyuncular: Michael Cera, Mary Elizabeth Winstead, Alison Pill, Mark Webber, Kieran Culkin, Ellen Wong, Anna Kendrick, Chris Evans, Brie Larson, Brandon Routh, Jason Schwartzman, Aubrey Plaza, Johnny Simmons, Mae Whitman
Senaryo: Michael Bacall, Edgar Wright, Bryan Lee O'Malley
Müzik: Nigel Godrich

Edgar Wright'ın Shaun Of The Dead ve Hot Fuzz'daki absürd anlatımından rahatsızlık duymayanlar, tam tersi çok beğenenler Bryan Lee O'Malley'nin grafik uyarlaması Scott Pilgrim vs. The World'den de zevk alacaklardır. Böyle klişe bir cümleyle başlamak gerekiyor çünkü elma ile armudu birbirine karıştırmak çoğu zaman Scott Pilgrim vs. The World gibi filmlerin, özellikle de Edgar Wright gibi yönetmenlerin hakkının yenmesine yol açıyor. Scott Pilgrim vs. The World'ü sırf Wright çizgisindeki filmlerle kıyasladığı halde beğenmeyenler varsa da bunun sebebinin onun bu filmde birçok yönden budanmış "İngilizliği" olduğunu düşünüyorum. Zira aksan, oyunculuk, indie hayat tarzı, atmosfer yönünden full Amerikan bir yorum var karşımızda. Bundan rahatsız olmamak için ise Juno, Nick and Norah's Infinite Playlist gibi son dönem bağımsız gençlik romantik komedilerden keyif almış olmak gerekebilir. Tabiî Scott Pilgrim vs. The World, bu filmlere göre çok fazla uçarı ve fantastik öğelerle süslü. Dinamik kurgusu, renkli anlatımı, hoş göndermeleri, sıkı müzikleri ve indie zekâsıyla palazlanmış ilginç sahneleriyle çok zevkli anlar barındırıyor.

Sex Bob-Omb grubunda bas gitar çalan Scott Pilgrim’in (Michael Cera) süper gizemli Ramona Flowers (Mary Elizabeth Winstead) ile karşılaşması ve onunla çıkmak istemesinden yola çıkan film, Ramona’nın geçmişinde kapanması gereken büyük hesaplar yüzünden kabak çiçeği gibi açılan bir ritme kapılıp gidiyor. Scott’ın Ramona ile sevgili olabilmesi için onun 7 eski sevgilisiyle kavga edip yenmek zorunda olması filme yeni level’lar ekledikçe, arcade nostaljisinin çocuksu veya ergensi coşkusunu modern bir anlatımla buluşturan tasarım, filmin hak ettiği ilgiyi dinç tutuyor. Oyun, pembe dizi, sit-com, çizgi roman göndermeleri, müzikal performans ve dövüş sahneleri, kavga efekti baloncukları, görsel-işitsel efektler ile bir şenlik havasında ilerlerken, eski sevgili olgusunun gölgesinde Scott-Ramona ilişkisini de sevimli bir romantizmle bu şenliğin hücrelerine sıkıştırabiliyor. Homofobiden uzak gay bakışıyla ve müzik sayesinde sosyalleşmiş, kendi alt kültürünü daha da zenginleştirmiş Amerikan geek imajıyla tüm uçarılığına rağmen duygusal zekâsına sahip çıkan bir hava yaratıyor.


Yerli yerine oturmuş genç kadrosu, “7 Kocalı Hürmüz” Ramona’nın 7 belâlısı ve Scott’ın Kim, Knives, ve Envy Adams’dan oluşan eski sevgili geçmişiyle filmin sevimliliğini kat kat arttırıyor. Scott’ın geveze kızkardeşi Stacey, ev arkadaşı Wallace, sürpriz Vegan polisleri ve diğer yan karakterler, filmin başka sürprizlere gebe delişmen anlatımıyla birleştiğinde alternatif gençlik filmleri kulvarının (ister uyarlama, ister özgün senaryolar olsun) ne kadar zengin bir maden olduğu daha iyi anlaşılıyor. Başroller dahil olmak üzere karakterlerde derinlik aranmaması, fakat bu durumun filmin kredisini eksiltmemesi de bir başka ayrıntı. Bir Edgar Wright filmi olması, onu Shaun Of The Dead veya Hot Fuzz yapmıyor belki. Ama bu haliyle çeşitli referanslarından ötürü filmin ışığını yakalayanlar için hem farklı, hem de benzer tatlar aldırabilecek bir film haline geliyor. Çizgi roman serisini okuyup bilenlerin alacağı zevkle, Scott Pilgrim’i ilk kez bu film sayesinde tanıyanlar arasında nasıl bir beğeni farklılığı yaratacağını bilemiyorum. İlk kez Edgar Wright sayesinde tanıdığım Scott Pilgrim ve arkadaşlarını (ve rakiplerini) sanki uzun zamandır tanıyormuş gibi hissettim ki, bence filmin en önemli başarısı buydu.


Alternatif gençlik filmlerinin en popüler yüzlerinden biri haline gelen Michael Cera, kendisine sunulan rollerin uygunluğuyla sivrilen bir oyuncu. Aslında oyuncu bile diyesim gelmiyor. Daha çok bir duruş. Bu duruş, onu iyi bir oyuncu ya da komedyen yapmaya yetmiyor. Fakat bu filmlerde iyi bir oyuncu olma gerekliliğinden ziyade bir duruş arandığı için, oyuncuya uygun bir rol canlandırılan karakterin de yükünü hafifletiyor. Juno, Norah, Ramona gibi indie prenseslerin karşısına konan Amerikan geek figürü olarak, bir romantik komedi jönü sınıfına konmak için çok sıradan bir tipe, ses tonuna ve oyunculuğa sahip Michael Cera. Bu özellikleri sayesinde epik bir masal kahramanı olmadığının farkındaki genç izleyici kitlesiyle özdeşleşmesi çok daha kolay.

Bu normallik, onun karşısındaki oyuncuları parlattığı gibi, filmin selameti açısından da olumlu etkiler sağlıyor. Bir grubu olan ve bas gitar çalan, iyi dövüşen, sosyalleşme sorunu yaşamayan, kızlarla arası iyi çizgi kahraman Scott Pilgrim’de bu normallik sadece fiziki boyutlarda kalıyor olabilir. Zaten tutup orada Justin’lerden herhangi birini oynatırsanız bu normalliğin kabul görmesi hayli zorlaşır. Çünkü hitap ettiği düşünülen veya düşünülmeyen yaş aralıklarındaki seyircinin Harry Potter’da, Scott Pilgrim’de, The Big Bang Theory dörtlüsünde, Oscar adayı olan (artık nasıl olduysa) Jesse Eisenberg’de kendilerini görmeleri ya da görmek istemelerinin önünde fazla engel yoktur.