27 Eylül 2011 Salı

Der Freie Wille (2006)


Yönetmen: Matthias Glasner
Oyuncular: Jürgen Vogel, Sabine Timoteo, André Hennicke, Manfred Zapatka, Judith Engel
Senaryo: Matthias Glasner, Judith Angerbauer, Jürgen Vogel
Müzik: Karin Gatzke

Theo, psikiyatrik ıslahevinden yeni salınmış bir tecavüz suçlusudur. Theo’nun kadınlara duyduğu korku ve derin, tatmin edilmemiş arzuları onun “normal” topluma ayak uydurmasını zorlaştırmaktadır. Diğer taraftan Netti, 27 yaşında nihayet, kendisini uzun süredir psikolojik olarak taciz eden babasından kurtulmayı başarır. Theo ile Netti’nin yolları, Theo’nun işe yeni başladığı matbaada kesişir ve kısa sürede ikisinin arasında sıra dışı bir aşk doğar.

Daha başındaki tecavüz sahnesi yüzünden bir karakterin sahip olduğu negatif potansiyeli bu kadar etkili biçimde göstermesi ile nefretimizi garantiye alıp, ardından onun iyileşme sürecinde yaşadıklarını resmederek o nefreti acımaya (hatta kilise sahnesiyle acıma + sempatiye) dönüştürmeyi başaran bir film. Matthias Glasner bizi adeta Theo'nun içine hapsediyor. Yarattığı klostrofobi, bir tecavüz ve şiddet bağımlısının gündelik hayatının bile çıkmaz sokaklarla dolu olduğuna izleyeni ikna etmede zorlanmıyor. Bu çıkmazları işlerken bazen çok ağırlaşıyor. Özellikle Theo'nun tezgahtar kadını takip ettiği bölüm ile final kısmı, uzunluk ve belirsizliğiyle bir süre sonra gerilim yaratmaktan çıkıp sıkıcı olmaya başlıyor. Ama özellikle Nettie ile olan bölümler, (benzerine pek rastlamadığım derecede) hastalık sebebiyle suçlu bir bireyin dönüşüm sürecine ışık tutar türden tarafsızlık ve hoşgörü ile bezenmişti kanımca.


Filmin hem iyi, hem de kötü adamı olmanın hakkını vermek çok güçtür. Jürgen Vogel bunun altından başarıyla kalkıyor. Sabine Timoteo'da onun gölgesinde varolmaya çalışıyor. Kısa da olsa, özellikle Antikörper'de hayran kaldığım André Hennicke'yi izlemek keyif olmasa da iyiydi. Ama o filmdeki seri katil portresini izlemenizi tavsiye ederim. Alman sinemasındaki yükseliş gerçekten kayda değer. Belki de yükseliş falan yoktu, her zaman öyleydi. Fazla takip edemediğimiz için yükseliş-alçalışların da farkına varmak zor. Filmi yöneten ve aynı zamanda Judith Angerbauer ve başrol oyuncusu Jürgen Vogel ile birlikte senaryoyu yazan Matthias Glasner, bu filmden sonra kendini çoğunlukla televizyon işlerine vermiş olmasıyla gözünün fazla yükseklerde olmadığını göstermekte belki. Ama böyle başarılı ve derdini anlatmak için yeterince cesur sayılabilecek yönetmenlerin daha sık filmler çekmemesi, hiç film çekmemesi gerekenlerin fazlalıklarını da gördükçe insanın zoruna gidiyor.

20 Eylül 2011 Salı

Secuestrados (2010)


Yönetmen: Miguel Ángel Vivas
Oyuncular: Fernando Cayo, Ana Wagener, Manuela Vellés, Guillermo Barrientos, Dritan Biba, Martijn Kuiper, Xoel Yáñez
Senaryo: Miguel Ángel Vivas, Javier García
Müzik: Sergio Moure

Yeni evlerine taşındıkları ilk gece üç maskeli adam tarafından baskına uğrayan Jaime, Marta ve kızları Isa’nın şiddet dolu gecesini anlatan Secuestrados, Miguel Ángel Vivas’ın ikinci uzun metraj filmi. İspanya’dan çıkan Guillermo del Toro yapımları yanında, [REC], El Rey de la Montaña, La Noche de los girasoles, El Aura, Buried, televizyon için çekilmiş 6 filmlik Péliculas Para No Dormir serisi gibi korku, gerilim, suç örnekleriyle adeta Fransız akranlarıyla yarışa giren İspanyol gerilim sineması, konu olarak yenilikçi de olsa, klişe de olsa teknik anlamda farklılık yaratma peşinde olduklarını hissettiriyorlar. Secuestrados, kendi memleketinden çıkan stilize örneklerle karşılaştırıldığında bazı acemiliklerin ve bolca esinlenmelerin kurbanı sayılabilecek bir film görünümünde. Vivas, plân sekanslarıyla, ekranı ikiye bölmeleriyle pek de yenilikçi olmayan, ancak üç zorbanın eve girmelerinden itibaren sonuna kadar ayakta tuttuğu şiddet ve gerilim içeren yapısıyla sinirlerini kontrol etmeyi bilen seyircilere bu alışıldık teknikleri beğendirebilen bir kurnazlığa sahip.

Burjuvaya olan öfkenin şiddet boyutlarına taşınmasına yönelik filmlerin atalarından biri olan Michael Haneke filmi Funny Games (1997) veya daha yakın örneklerden biri olan Meksika yapımı Los Bastardos’un minimal gerilimlerinden farklı olarak Secuestrados’ta bolca çığlık, kan ve şiddet bulunması, Vivas’ın zayıf noktalarını da su yüzüne çıkarıyor. Her ne kadar, başarılı oyunculukların ve plân sekans disiplinin de yardımıyla yaratılan ürkütücü gerçeklik filmin bazı ufak ayrıntılarına dahi sızmış olsa da, Vivas’ın bu sebeplerden ötürü sorgulanma hakkı doğuran birtakım mantıksız tercihleri sıkıntı yaratıyor.

Öncelikle eve kontrole gelip eceline kavuşan güvenlik görevlileri, çekmeyen cep telefonları, öldüğü sanılan kötü adamların birden ortaya çıkması, boğuşma esnasında her zaman el altında bulunabilen sert cisim gibi nice klişelerin yoklamada “burada” dediği bir film orijinal sayılmaz. Ne kadar sürükleyici olursa olsun seyirciyi her zaman “ben bu filmi gördüm” evresine getirecek, ilgili sahnenin ve devamının nereye gideceğine dair tahminler yürütmesini sağlayacak fikirlere de senaryo denmez. Üstelik polise haber verecek kadar gürültüden -haklı olarak- rahatsız olan komşulardan birini bile filmin sonuna dek görmememiz, kontrole gelen o talihsiz polisi de kimsenin merak etmeyişi, Vivas’ın kendine serbest bir oyun alanı yaratmak uğruna kendi yaratmaya çalıştığı gerçeklik duygusuyla çelişmesine yol açıyor.


Vivas’ın ilginç seçimlerinden biri de eve girenlerin Arnavut kökenli olduklarının vurgulanması ki, orta üst sınıfına mensup üç kişilik ailenin huzurlu yaşamlarının ancak bir “yabancı” güç tarafından bozulabileceğine dair rahatsız edici bir önyargı, hatta ırkçılık da içermiyor değil. Adamlardan birinin evin reisi rolü yaparak içeri aldığı polisin bu adamın Arnavut olduğunu öğrenmesinden sonra “bir Arnavut’a göre çok iyi yaşam standartlarına sahipsin” demeye getirdiği tavrından da bu genellemeyi pekiştirdiğini anlamak zor değil. Örneğin Los Bastardos’ta tamamen bu sınıf farklılığının yarattığı ırkçı tutum öne çıkar, yani beyaz bir kadının evine girenlerin ezilmiş birer latin inşaat işçisi olmalarının amacı bu tutumun altını özellikle çizer. Funny Games büyük bir ustalıkla bu tip yorumları seyirciye bırakır. Oysa Vivas’ın kötü adamlarının İspanyol olmayışı, üstelik nereli olduklarının da ifşa edilişi ne sağlam bir temele, ne fikir yürütmeye yönelik bir ustalığa, ne de amaç sayılabilecek bir niteliğe sahip.

Belki de fikir ve senaryo anlamında orijinal olmadığının bilinciyle Vivas, bütün maharetlerini kamerasında ve çektiği malzemeleri bir araya getirdiği mutfağında sergilemek istiyor ki, bu da saygı duyulacak bir davranış. Çoğu zaman plân sekans devamlılığında bunu başardığı da söylenebilir. İçerisi ve dışarısı olmak üzere ikiye böldüğü anlar ara sıra bunun gerekliliğini sorgulatsa da Vivas finale doğru baba ve kızın eşzamanlı olarak kötülerden kurtulmaya çalıştıkları ikiye bölünmüş plân sekansı birleştirdiği bölümle filmin en orijinal anını yine bu yöntemle sağlıyor. Başta Isa rölündeki Manuela Vellés olmak üzere tüm oyuncuların gerçekçi performansları da filmin kredisini yükselten unsurlar. Bir de filmin girişi ile finali arasında kurulması gereken bağın “herkesin başına gelebilir” ya da “bu daha önce başkalarına da oldu” şeklinde amaçlandırılmış olmasının filme getirisi (her ne kadar iyi çekilmiş bir sahne olmasına rağmen) nedir merak etmekteyim. Oysa Haneke hiç böyle bir sahneye ihtiyaç duymadan bu terörün başkalarının da başına geldiğini/gelebileceğini güçlü bir şekilde hissettirmişti. “Ama o Haneke!” iç seslerini duyar gibiyim.

15 Eylül 2011 Perşembe

Carancho (2010)


Yönetmen: Pablo Trapero
Oyuncular: Ricardo Darín, Martina Gusman, Carlos Weber, José Luis Arias, Fabio Ronzano, Loren Acuña, Gabriel Almirón, José Manuel Espeche, Roberto Maciel, José María Rivara, Rocio Robles
Senaryo: Alejandro Fadel, Martín Mauregui, Santiago Mitre, Pablo Trapero

Sosa, uzmanlık alanı trafik kazaları olan bir avukattır. Kaza mahallinde, hastanelerin acil ünitelerinde, karakollarda dolanıp müşteri arar. Bu yüzden bir “carancho”, yani akbabadır. Görünürde kaza mağdurlarına destek veren bir vakıfta çalışıyordur ama aslında bu vakıf, şaibeli bir hukuk şirketinin paravanıdır. Müşterileri, tanıkları, kaza tespit tutanaklarını satın alır. Luján ise şehre yeni taşınmış genç, idealist bir doktordur. Ambulanslarda ve ilk yardım servislerinde durmadan çalışmaktadır. Bir gece Luján ile Sosa bir kaza mahallinde tanışırlar. Luján’ın hayatını kurtarmak için ter döktüğü trafik kazası mağdurunu Sosa müşterisi yapmaya çalışıyordur. Zamanla ikisi arasında bir yakınlaşma başlar. Ama Sosa’nın başı, son kaza dümeninden sonra derttedir.

Çok beğendiğim bir ülke sinemasının ve yine çok beğendiğim Buenos Aires’li aktör Ricardo Darín’in referanslarıyla kayıtsız kalamadığım Carancho, bir müddet ilgili sektörde yasal olmayan yollardan işlerin nasıl yürüdüğünü anlayıncaya kadar durgun bir gidişata sahip. Araya bir aşk hikâyesi sıkıştırmaya çalışması ve bunda birçok yönden başarılı olması aynı dinginlikte vücut buluyor. Genel olarak amaçlarından birine, yani sağlık ve sigorta sektörlerinde yapılan, insan hayatını hiçe sayan yolsuzluklara dikkat çekmeyi başarıyor. Sonlara doğru artan temposu ve sıkı finaliyle de mesaj yönünden farklı olarak, kendi trajik sonunu etkili biçimde tayin ediyor. Fakat film, belli bir noktaya gelene kadar (ki bana göre o nokta, Vega davasında her şeyin plânlandığı gibi gitmemesinden sonrayı işaret ediyor) ne olduğuna karar vermekte güçlük yaşıyor ya da ne olduğunu bildiği halde bunu tam anlatamıyor.


Bu belirsizlik içinde filizlenen Sosa - Luján aşkı, acaba filmin neresinde duracak diye de düşündürmüyor değil. Ondan sonra kötü adamlar, yapılan yolsuzlukları detaylandırmalar, mafya yapılanmaları, tehditler, tacizler, cinayetler sanki birden Pandora’nın Kutusu’ndan fırlıyorlar. Tüm bunlardan zeka özürlü bir film olduğu fikrine kapılmak yanlış. Ama filmin yer yer sıkıcı yanlarına ilaveler yapılarak bunlar için seyirci biraz daha hazırlanabilirmiş. Naif kalmak ve şiddet içermek arasındaki ince çizgide denge sağlamakta zaman zaman güçlük çeken dört senarist, sanki dram, gerilim, suç ve istatistik başlıklarını paylaşarak yazmışlar senaryoyu.

Onlardan biri olan, aynı zamanda filmin yönetmeni Pablo Trapero, görsel anlamda çok iyi bir iş çıkarmakta. Özellikle telaş, panik ve kriz anlarını gerçekçi kılan bir kontrollü duruşu var. Arjantin sinemasının usta oyuncusu Ricardo Darín’in tecrübesi ve bu sinemanın henüz yeni isimlerinden Martina Gusman’ın yeteneği, final sürecinde kimyasını çok daha çarpıcı biçimde yansıtıyor. Hollywood tarafından yeniden yapım hakları satın alınan Carancho, iyi bir senaristin ellerinde belki de birtakım eksikliklerini gidermiş bir aksiyon dram olarak karşımıza çıkabilir. Zira Hollywood sularına kolayca uyarlanabilecek bir yapısı var. Genelde durum tersine işler, yani remake, orijinalini aratır her zaman. Oysa komplo ve entrikalara ilgi duyan bazı yeni nesil Amerikan senaristler, bir aşk hikâyesi ile organize suç örgüsünü pekâlâ başarıyla karıştırabiliyorlar. Carancho’da buna biraz daha fazla ihtiyaç duyuluyor denebilir. Çünkü filmin sahip olduğu aşk, kıymet verilesi bir aşk. Fakat filmin diğer kanatlarına adapte ediliş biçiminde bazı ufak tefek sıkıntılar var. Yine de finali için Hollywoodcuların ne gibi değişiklikler düşünebileceklerini tahmin etmek de zor değil.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Puzzle (2006)


Yönetmen: Tae-kyung Kim
Oyuncular: Seok-cheon Hong, Jin-mo Joo, Hyun-sung Kim, Sung-keun Moon, Jun-seok Park
Senaryo: Tae-kyung Kim, Yeo-su Yun

Bir banka soygunu sonrası kararlaştırdıkları depoda buluşan Ryu, Noh, Kyu ve Jung adında dört adam, buluşma yerinde soygunun planını yapan çetenin beşinci üyesi Hwan’ın yanmış cesediyle karşılaşırlar. Yanlarında soygun sırasında rehin aldıkları kadınla, panik içinde bu soygunu ayarlayan hiç görmedikleri patronlarını beklemeye başlarlar. Geri dönüşlerden anlarız ki bu dört adam özellikle bu soygun için seçilmiş, kendilerine gönderilen davetiyelerle soyguna dahil olmuşlardır. Patronun kim olduğu, kendilerinin neden seçildikleri, Hwan’ın neden ve kim tarafından öldürüldüğü, soygundan elde edilen paranın ve rehinenin ne yapılacağı sorularıyla baş başa kalan dört adam için süphe dolu, tedirgin bir bekleyiş başlar.

Puzzle gerçekten de adı gibi bir suç filmi. Konusundan da anlaşılacağı üzere birçok filmi çağrıştırmakta. İlk filmini yöneten ve senaryosunu yine çaylak Yeo-su Yun ile birlikte yazan Tae-kyung Kim, The Usual Suspects, Reservoir Dogs, Saw gibi demirbaşlara hayran olduğunu çok fazla belli ediyor. Her ne kadar bu belirginlik adı geçen filmleri bilenler için Puzzla’a burun kıvırtacak gibi olsa da Puzzle basit bir taklit diye damgalanmaktan çok daha fazlasını hak eden bir film. Özellikle karakterlere teker teker yapılan flashbackler, onları bu işe sürükleyen kısa hikayeler, etkileyici performanslar gösteren kara film tiplemeleri defalarca tekrar edilse de Puzzle gibi belli bir sinema özenine sahip ürünlerle yeniden izlenebiliyor. Üstelik onca benzerine karşın hala ters köşe yapabilen versiyonlara rastlamak da sevindirici. Usta bir sinematografi, gözalıcı mekanlar, beceri kokan planlar, kadrajlar, ışıklar, renkler Puzzle’ın artılarından. Güney Kore suç yapımlarının planlı programlı intikam öykülerine alıştık. Ama Puzzle, gidişatına aşina olsak da bu temadan daha çok ekmek yenebileceğinin stilize bir örneği.

11 Eylül 2011 Pazar

The 40-Year-Old Virgin (2005)


Yönetmen: Judd Apatow
Oyuncular: Steve Carell, Catherine Keener, Paul Rudd, Seth Rogen, Romany Malco, Elizabeth Banks, Leslie Mann, Jane Lynch, Kat Dennings, Gerry Bednob
Senaryo: Judd Apatow, Steve Carell
Müzik: Lyle Workman

Sofistike olmak yada olmamak. Yani feleğin çemberinden geçmiş, tecrübelenmiş, kaşarlanmış, görmüş geçirmiş, masumiyetini yitirmiş olmak yada olmamak. Ne dersek diyelim bekaret, felek çemberlerinden sadece biri. Tamam, uygun şartlarda kaybedildiğinde kafa açan, göz önündeki perdeyi kaldıran bir yapısı var ama kaybetmemiş biri ne yeni doğmuş bir bebek, ne potansiyel bir sapık, ne de insan ilişkilerinden bihaber mağara insanıdır. Sadece seks konusunda pratik sahibi değildir o kadar. Bakire ya da bakir arkadaşlarıyla dalga geçen, daha ağzı süt kokan bilgi bakiresi yeni yetmelerin, hem ebeveynlerinden, hem de okuldan sağlıklı bir cinsel eğitim aldıklarını düşünüyorsak, bizimle de ne kadar dalga geçilse az. O eğitimi hakkıyla alan bir ergen, onu kendi ahlaki değerleriyle sağlıklı şekilde yoğurduğu sürece daha olgun bir davranış geliştirebilir. Aksi takdirde geriye başarısız deneyimler, kırık kalpler, psikolojik hezeyanlar kalma ihtimali de mevcut.

Peki bu deneyimi 40 yıl boyunca yaşamamış biri için ne düşünürüz? Ya bir kusur ararız, ya yanlış anlarız, ya da hiçbir şey anlamayız. Ama espri konusu edeceğimiz su götürmez. Altı kuru, keyfi yerinde olanlar, ona acımayla karışık bir uzaylı muamelesi yaparlar. Antisosyal, iktidarsız, gay/lezbiyen ihtimalleri her zaman aklın bir köşesindedir. Çok bilmişliklerini kendilerine saklayası bu insanlar, artık o kişi için orada olmadığı halde oradakilerdir ve yoklukları bile kabustur.


40 yıl cinsel ilişkiye girmemiş bir karakterin hikayesi de olsa olsa komedi olur demiş Judd Apatow, ve ilk filmi başrol Steve Carell ile birlikte yazmış, kendisi de yönetmiş. Açıkçası pek de güzel olmuş. Senaryoyu alıp okumak gerek. Neredeyse hiç açılmamış kapı kalmamış. Arkadaşlık, kankalık, flört, fanteziler, tavlama yöntemleri, pornografi ve cinsellik üzerine ne kadar cinlik ve cinslik varsa duyan gelmiş. Andy Stitzer’ın bünyesinde aynı dertten muzdarip olanlar, veya olmayıp çalkantılı bir hayat yaşayanların, özellikle erkeklerin çok aşina olacağı diyaloglarla dolu, şenlikli bir film. Tanımdan bir sabun köpüğü olduğu düşünülmesin. Aslında romantik komedi kıvamından klişe bir altyapısı da yok değil ancak film klişelerini görmek yerine hayatımızın erkeksi klişelerini duymak ve görmek fırsatını kaç adet The 40 Year Old Virgin izleyerek elde ettik?

Steve Carell, ağda sahnesi ve Bruce Almighty’deki haber okuma sekansıyla ne kadar komik olduğuna sizi hala ikna edemediyse unutun gitsin. Yüzündeki olası ciddiyetin üzerine biraz daha oynasa –ki bu filmde üzerine giydiği kıyafet buna müsait değil- hafife alınma tehlikesi de baş gösterebilir ama sadece bir süre için.. Ben Stiller’a daha yakın olmasına rağmen Jim Carrey’ye rakip gösterilmesi de bu yüzden olsa gerek. Bu arada yine TV için yapılmış, Pulp grubunun hiperaktif solisti Jarvis Cocker'ın Martin Wallace ile birlikte yönettiği 26 dakikalık Do You Remember The First Time? adlı mini dokümanterde, İngilizlerin saygın müzik, sinema, TV yıldızları Cocker'a ve kameralara "ilk tecrübelerini" anlatmışlar. Bazıları ne demişler?:


Jarvis Cocker: İlk seksimi 83 yılında bir yaz akşamı çimenlerin üzerinde yaptım. Çırılçıplaktık. İlk seferimden gurur duyarım çünkü çok saf ve doğaldı. Partnerimin de ilk deneyimiydi. 20’li yaşlarıma birkaç ay kala bu işi hallettiğim için baya rahatlamıştım.

John Peel (BBC Radio 1 DJ'i): İlk defa küçük, kuytu bir dairede, pis bir yatağın üzerinde oldu. Romantik bir gençtim ve böyle planlamamıştım. 22 yaşımdaydım ve hiç seks tecrübesi yaşayamayacağımı düşünüyordum. Paraşütle atlayamayacağımı düşünmem gibi. Gerçekten sevdiğim biriyle yapmayı tercih ederdim. Ama bu tür mesafeli ilişkiler olayın mekanik yönünü daha iyi anlamanıza yardımcı oluyor.

Justine Frischman (Elastica grubunun solisti): 15 yaşlarımdaydım. Yaz boyu çıktığım adam bir gün “benim daireme gidelim mi?” diye sordu. “Tamam” dedim. Üzerimde kot pantolon, gri tişört ve Mickey Mouse saatim vardı. Daha deneyimsiz biriyle yapmış olmayı isterdim. Çünkü ondan sonra uzun süre birlikte olduğum adama daha önce bu işi hiç yapmamış gibi davranmak zorunda kaldım.

(Soldan sağa: John Peel, Justin Frschmann, Alison Steadman, Sir Viv Stanshall, Vic Reeves)

Alison Steadman (aktris): 19 yaşımda oldu. Bu işin, uzun süre biriyle çıktıktan sonra yapılabileceğini düşünüyordum. Plansız ama olması gerektiği gibiydi. Bittikten sonra kendimi büyümüş gibi hissettim. Sanırım ondan sonra büyüdüm de.

Sir Viv Stanshall (müzisyen): 10 yaşımdaydım. Kızın niye külodunu çıkardığını anlayamayacak kadar toydum. O zamana kadar iyi bir mastürbasyoncuydum ve bunu biriyle paylaşmak istiyordum. Gerçekten dizlerimin bağını çözen bir tecrübeydi.

Vic Reeves (komedyen): İlk deneyimim arabanın arka koltuğunda oldu. Bir kadınla birlikte olduğuma inanmaya çalışıyordum. Acaba o, arabanın arka koltuğu muydu? 12-22 yaşları arasında bir yerlerdeydim. O sıralar lahana gibi üst üste giyinme huyum vardı. 15 saniye aşkına soyunmam, 10 dakika sürmüştü.

Daha afişinden kıllandığım 40 yıllık bekaretin konu edildiği bir filmin finali bundan daha iyi olamazdı. Zaten 70 ve 80’lerden derlenmiş müzikler muhtelif yerlerde boy gösteriyor ama finalin Aquarius/Let The Sunshine In ile müzikalleşmesi, saflığa görkemli bir veda niteliğinde. O enfes sahneyi izlerken yüzümde yarattığı şapşal gülümseme için filme olumsuz laf edesim gelmiyor. Hele Michael McDonald'ın da dahil olduğu farklı gözlemlerin yanında, nice bekar-kaşar tespiti için teşekkür bile ediyorum.

8 Eylül 2011 Perşembe

The Yellow Sea (Hwanghae) (2011)


Yönetmen: Na Hong-jin
Oyuncular: Ha Jeong-woo, Kim Yoon-seok, Jo Seong-ha, Kwak Byeong-gyoo, Lim Ye-won, Tak Seong-eun, Lee Cheol-min, Jeong Man-sik, Seong Byeong-sook
Senaryo: Na Hong-jin
Müzik: Lee Byung-hoon

Goo-nam, Çin’in Yanbian özerk bölgesinde taksi şoförlüğü yapmaktadır. Güney Kore’ye giden karısından altı aydır haber alamayan Goo-nam, içki, kumar ve sefil bir yaşantıyla yaşlı annesi ve küçük kızıyla da ilgilenmeye çalışmaktadır. Üstelik karısının vize işlemleri için borçlandığı adamlar tarafından sürekli hırpalanmaktadır. Birgün Yanbian’daki karanlık adamlardan biri olan Myeon tarafından Seul’de bir adamı öldürüp, başparmağını ona getirmesi karşılığında tüm borçlarının ödeneceğine dair bir iş teklifi alır. Önceleri yanaşmasa da, hem boğazına kadar battığı kumar borcunu ödemek, hem de Seul’deki karısını bulmak için çok iyi bir fırsat olan bu teklifi kabul eder ve kaçak olarak Güney Kore’ye götürülür.

Öldüreceği kişi hakkında elinde bir adresten başka hiçbir şey yoktur. Tam plânını yapıp harekete geçeceği gece, başkaları olaya karışıp Goo-nam’ın hedefini öldürürler. Goo-nam, adamın başparmağını almak için olay yerine gidince polis baskın yapar ve o da kaçar. Goo-nam bir anda işlemediği cinayetin arananı durumuna düşmüştür. Bunun bir tuzak olduğunu anladıktan sonra Çin’e geri dönmesi de mümkün değildir. Üstelik peşinde sadece polis değil, kendisini yem olarak kullanan Myeon ve adamları ile, öldürülen adamın ortağı olan, aynı zamanda cinayeti tasarlayan işadamı Kim Tae-won ve adamları da vardır. Goo-nam ya tek başına bu cinayetin ardındaki sırları ortaya çıkarıp kendini aklayacak ya da hayatının geri kalanını hapiste geçirecektir.


II. Dünya Savaşı sırasında Japon ordusu tarafından evlerini terk etmeye zorlanan Korelilerin bir kısmı Sovyetler Birliği’ne, bir kısmı da Çin ve Kore sınırındaki bir ara bölgeye sürüklenmişlerdi. Çin’e gidenlere Cho-Sun-Jok (Cho-Sun ya da Joseon Klanı) ismi verilmişti. Savaş sona erip, Japonya’nın boyunduruğundan kurtulan Kore, komünist Kuzey ve kapitalist Güney olmak üzere ikiye bölünmüştü. Jeolojik ve politik yönlerden Kuzey’e daha yakın olan Cho-Sun-Jok, Güney’in gelişen ekonomisinin cazibesine de kapılmadan edemedi. Bu durum, ucuz işgücüne ihtiyacı olan Güney’in de işine geliyordu. Hâlen süren kaçak göçlerle de bu ihtiyaç karşılanmakta. Ama Kuzey ve Güney’in ayrılığı arasında geçen uzun süre, Güney Kore ile Cho-Sun-Jok arasındaki sosyal ve ekonomik farklılıklar beraberinde organize suçlar, uyuşturucu, fuhuş gibi pek çok sorunu da beraberinde getirdi. İşte Hwanghea (The Yellow Sea) ise adını doğu Çin ve batı Kore yarımadası arasındaki boğazdan alıyor.

2008 yılında yazıp yönettiği The Chaser ile Güney Kore’nin en büyük hitlerinden birine imza atan Na Hong-jin, merakla beklenen yeni filmi The Yellow Sea ile The Chaser’daki sürükleyici macera/aksiyon/dram çizgisini sürdürüyor. Bu kez Çin’de başlayıp Seul’e uzanan iki buçuk saatlik bu suç öyküsü, The Chaser’a göre daha aksiyonlu ve daha kanlı. Uzun süresini, özellikle başlangıçta Goo-nam’ın içine düştüğü çaresizliği betimlemek, kilit bir piyonu olacağı büyük komplonun altyapısını oluşturmak için verimli bir biçimde kullanıyor. Na Hong-jin’in bazı Amerikalı ve Avrupalı ustaların yöntemlerinden kendi çıkarımlarını ve yatay geçişlerini başarıyla uygulamayı sürdürdüğü görülüyor. Birtakım sahneleriyle herkesin farklı referanslar bulması mümkün. Mesela Goo-nam’ın hiç tanımadığı kurbanının adresini bulduktan sonra onu gözlediği, öldürme plânları yaptığı birkaç günü içine alan bölümün gerilimli tadı Hitchcock veya Polanski’den kendine paylar çıkaran bazı tecrübeli yönetmenlerin işlerinden çok fazla uzak sayılmaz. Nihayet sürprizli cinayet gecesinin yarattığı kaosla bir anda aksiyon dozunu arttırıp gerilimli bir kaçış hikâyesine dönen film, stil olarak olmasa da hikâye rotası yönünden ne yazık ki The Chaser’ın kalitesine pek ulaşamıyor.


“Taksi Şoförü, Katil, Joseon Klanı, Sarı Deniz” adlı dört bölümden oluşan film, belli bir noktadan sonra bocalıyor veya öyle hissettiriyor. Özellikle Goo-nam’ın polisten kaçıp tek başına kendini temize çıkarma evresini hem Çin’den gelen Myeon’un, hem de Seul’deki işadamı Kim Tae-won’un gangster ordusuyla kalabalıklaştırması bana göre filmde şişkinlik yaratıyor. Filmin başarıyla kurduğu psikolojik polisiye gerilim düzeneği bir anda ipini koparmış aksiyona dönüşünce, homurtular yükseltmesi muhtemel insanüstü kaçma/kurtulma/çarpışma sahneleriyle bu düzenek zedeleniyor. Kafası karışık ve bol kanlı bir Michael Mann filmi gibi tuhaf hislere kapılabiliyorsunuz. Temelde daha önce benzerlerine rastladığımız, fakat yine de bağlantıları iyi tasarlanmış suç örgütünün örümcek ağları üzerinde biraz fazlaca kavga gürültü olması, Na Hong-jin’in ustaca kurguladığı suç öyküsünün içinden çıkmak için hazır bir plânı olmadığı duygusu veriyor sanki. Tam da “senaryo doktoru” adı verilen kişilerin devreye girmesi gereken bir durum seziliyor. Ama onlar da genellikle gişe kaygılı birtakım düzenlemeler yapacağından, olası orijinallikleri törpüleme tehlikeleri de mevcut.

The Yellow Sea, figüran ve dublör kalabalığının arasında üç ana karakterini ve birbirleriyle ilişkilerini yansıtma sıkıntısı yaşamıyor. Çünkü Seul’deki nüfuzlu kötü adam, onun maşası olmuş Yanbian’daki bir başka kötü adam (ki bunların birbirine girmesi de kaçınılmaz) ve istemeden her ikisinin maşası olmuş “Çinli-Koreli” iyi adamdan ibaret bu üçlünün Goo-nam dışında fazla bir derinliği yok. Na Hong-jin’in aksiyon vizyonu her ne olursa olsun henüz yeni bir yönetmene göre oldukça yetkin. Yine finalin mutlu Hollywood aksiyonlarına benzeyip benzemeyeceğinin kestirilmeyeceği tekinsizlik hâli de artılar arasında. Keza, finalin benzediği şey de öyle. Goo-nam’ın onlarca polisten, 15-20 kötü adamdan kaçtığı sahnelerin kontrolsüzlüğü fazla dikkat çekse de...


The Chaser’ın iki parlak oyuncusu Ha Jeong-woo ve Kim Yoon-seok yine Na Hong-jin’i yalnız bırakmıyorlar. Bu defa rol ağırlığı The Chaser’dakine göre yer değiştirmiş vaziyette. Böylece iki aktörün ne derece yetenekli olduklarını birinde anlayamazsanız diğerinde mutlaka anlarsınız. Zaten son Asya Film Ödülleri’nde Ha Jeong-woo bu filmdeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu seçildi. Yine hemen her Güney Kore filminde olduğu gibi, aksiyon da olsa otantik bir kültürün emarelerini görmek kaçınılmaz. Ateşli silahlar yerine Uzakdoğu geleneklerinin bir kalıntısı olarak bıçakların, palaların, baltaların konuştuğu, baş kötünün adamları ile birlikte aynı yer sofrasında elleriyle yemek yediği, kayınpederin kızı adına damadından özür dilediği, aynı köklere sahip olduğu halde iki farklı kültüre bölünmüş bir milletin Araf’ında sıkışıp kalmış kahramana sahip bir aksiyondan söz ediyoruz. Na Hong-jin gibi yaptıkları yapacaklarının teminatı olan bir senarist/yönetmenin bundan sonrası şimdilik çok aydınlık görünüyor.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Everything Must Go (2010)


Yönetmen: Dan Rush
Oyuncular: Will Ferrell, Rebecca Hall, Michael Peña, Christopher Jordan Wallace, Laura Dern, Stephen Root, Glenn Howerton
Senaryo: Dan Rush
Müzik: David Torn

Raymond Carver’ın Why Don't You Dance adlı kısa öyküsünden uyarlanan film, satış sorumlusu olan Nick Halsey’nin, genç bir iş arkadaşıyla birlikte olduğu bir iş gezisinin dönüşünde, aşırı alkol nedeniyle işinden kovulmasıyla başlıyor. Nick evine vardığında, eşinin kilitleri değiştirip, bütün eşyalarını da ön bahçeye yığarak onu terk ettiğini öğrenir. Cebinde kalan son parayla bira alıp, bahçeye atılmış olan en sevdiği koltuğa yerleşir. Eski evinin bahçesinde yaşadığı süre içinde, muhite yeni taşınan fotoğraf öğretmeni hamile komşusu Samantha ve o yokken eşyalarına bakması için para verdiği bir çocuk olan Kenny ile arkadaşlık kurar. Bahçede duran eşyaların tümünü üç gün içinde satmazsa hapse atılacağı haberi gelince bir garaj satışı yapmaya karar verir.

Dan Rush’ın bu kısa hikâyeyi senaryo haline getirip yönettiği film, aynı zamanda Rush’ın ilk senaryosu ve ilk yönetmenliği. Bu yaratıcı öyküyü olabildiğince sade ve doğal işlemeye çalışan Rush, “hayatın içinden” sevimli ve hüzünlü bir bağımsız ortaya çıkarmış. Ayrıntılarda gizli küçük günlük olayları ve anları bu yaratıcı hikâyeyi sömürmeden, onun üzerine naif bir ruh katarak sunuyor. İşini, karısını, arabasını, evini kaybetme klişesi içinde Nick’in önüne bazı filmlerde olduğu gibi ne para dolu bir çanta, ne kendisine iş teklifinde bulunan gizemli bir yabancı, ne de süper kahraman olma fırsatı çıkıyor. Nick sadece kaybettikleri üzerine kendi hatalarının ve bu hataların onu hayatın hangi noktasına getirdiğinin farkındalığına varan bir karakter. Tabiî bu farkındalığa bir anda sahip olmuyor. Başına birçok dert açan içkiye geri dönüyor ve kaybettiklerini geri kazanmak adına somut adımlar atamıyor.


Ama filmin en güzel yanı, Nick’in kendine gelmeye çalışan kişiliğine etki eden olguların hep sıradan hayat dilimlerine ait oluşu. Arkadaşlık, yalnızlık, pişmanlık, paylaşım, sorumluluk gibi kavramlar herkesteki gibi Nick’e yaklaşıyor ve doğal biçimde onu etkiliyor. Her ne kadar “normal” kelimesi üzerine, herkesin ev halini bilmediğimizden normal olduklarını düşündüğümüze dair tespitler de içerse, filmde sorunların çözümünde izlenen yol, naif ve hüzünlü bir normallikten geçiyor. Bu kavramların Nick’i hiç olmadığı kadar etkilemesinin sebebi ise, onun birkaç günlüğüne de olsa bahçede yaşamak zorunda kalması, yani zoraki bir şeffaflık sonucu normal olanın herkesin görebileceği bir yerde yaşanıyor oluşu. Bu kısa süre içinde bahçeyi sadece otların, çiçeklerin, fıskiyelerin bulunduğu hoş bir alandan öte, oturma odası gibi bir yaşam alanı haline getirmesi, hatta eşyalarını satarken samimi bir işyeri ortamı yaratması (ki bu konuda Kenny’nin yardımlarını unutmamak gerekir) insanın isteyince hayata bir yerinden tutunup her yere uyum sağlayabileceği normalliğinden besleniyor.

“Kaybolduğunuz yer, kendinizi bulmak için iyi bir fırsattır” sözünü yan başlık edinmiş olan Everything Must Go, önemli anılara sahip eşyalarımızla ilişkilerimize de anlamlı göndermeler yapan bir film. Satışa çıkardığı halde başlangıçta hiçbir eşyasını satmaya kıyamayan Nick, zamanla onların ancak alındığı anlara, yani artık geride bırakmak zorunda kaldığı anılarına vurgu yapmasından dolayı satmaya başlıyor. Hatta pazarlığı kolaylaştırmak için yanında ufak bir hediye de vererek. Filmin burada anlatmak istediği de Nick’in ilişkilerinde bir başka yönü işaret ediyor. Bir satış yetkilisi olan, hayatını bir şeyler satarak kazanan Nick, yıllardır bağlı olduğu satış prensiplerine dayanarak satılan bir malın yanında verilen küçük ekstraların satış fiyatını müşteri karşısında sağlam tutma amaçlı olduğunu bilen bir adam. Ama yaşadıklarından sonra, bu ekstraları gerçek bir hediye gibi düşünmeye ya da en azından bize düşündürtmeye çalışıyor. Daha sonra da onları birer “ekstra” olmaktan çıkarıp, doğrudan “hediye” haline getiriyor. Kısaca her şeyini kaybedip adeta kaybolduğu bir noktada, zaten kendinde var olan bazı değerlerin adını daha net koyabiliyor.


Nick’in etrafında yer alan karakterlerin de önemi büyük. Bir bebek sahibi olmasının öncesinde kocasıyla sorunları olan, bunlarla yüzleşmekten korkan Samantha, annesi, ölmek üzere olan yaşlı bir kadına bakıcılık yapan sevimli ve hüzünlü Kenny, ayrıca Nick’in eşyalar arasında bulduğu lise yıllığındaki özel arkadaşlarından biri olan, iki çocuğunu tek başına büyütmek zorunda kalmış Delilah, Nick’in hayatının hiç fark etmediği yönlerine farklı bir bakış atmasına yardımcı oluyor. Nick’in hepsiyle olan kısa ilişkisi, sanki yılların samimiyetini taşıyan bir duygusal mantıkla ele alınıyor. Sulu komedilerinden uzakta Will Ferrell, Stranger Than Fiction harikasından sonra bir kez daha iyi bir dramda başrolün hakkını veriyor. Rebecca Hall ve Christopher Jordan Wallace da canlandırdıkları karakterlere aynı hakları veriyorlar. Genç Dan Rush ise, bu çizgisini daha da genişlettiği vakit Thomas McCarthy’nin yarattığı bağımsız duyarlılığa sahip çıkacak yeni nesil yönetmenlerden biri olabileceğinin sinyallerini veriyor.

2 Eylül 2011 Cuma

The Perfect Host (2010)


Yönetmen: Nick Tomnay
Oyuncular: David Hyde Pierce, Clayne Crawford, Nathaniel Parker, Megahn Perry, Tyrees Allen, Cooper Barnes, Annie Campbell, Indira G. Wilson
Senaryo: Nick Tomnay
Müzik: John Swihart

Bir soygundan yaralı halde apar topar kaçarken, lüks semtin birinin posta kutusundan bulduğu kartpostal sayesinde aklına bir fikir gelen John, oradaki adrese başka biriymiş gibi gider. Ev sahibi Warwick başta John’u içeri almaya yanaşmasa da, dışarıda kalmasına gönlü razı olmaz. Akşam yemeği davetine hazırlanan, John’un aranan bir soyguncu olduğundan habersiz Warwick, John’u da davete katılması için ikna eder. Ama aslında hiçbirşey göründüğü gibi değildir. Sürprizlerle dolu bir gece başlar.

2001 yılında kısa film The Host’u, 10 yıl sonra The Perfect Host olarak uzun metraja çeviren Nick Tomnay, ilk senaryo ve yönetmenlik denemesiyle hoş bir karışıma imza atıyor. Bu karışım, kara mizahın psikolojik gerilimle buluştuğu, yer yer şarkılı danslı bir suç filmi şeklinde kendini gösteriyor. Av ve avcının yer değiştirmesi, beklenmedik sürprizler ve seyirciye filmin sonrasında benzer bir filmin tekrar başa sarılacağına yönelik atılan pas, Nick Tomnay’in kısa filmini fazla şişirmeden başarıyla uzattığını gösteriyor. Yine de şahsen, filmin o evin dışına çıkmasını pek istemezdim. Zira, iki kişilik bir tiyatro oyunu tadı yakalanması, evin dışına çıkılmasıyla birlikte yerini kalabalıklaşan bir polisiyeye bırakıyor. Fakat suç zekâsını, sürpriz dağılımını ve merak unsurunu genel olarak iyi tasarladığından, amacını gerçekleştirebiliyor.

Ama The Perfect Host’un en cazip noktası, tecrübeli aktör David Hyde Pierce’ın müthiş performansı. Tiyatro ve müzikal geçmişininden bolca izler taşıyan Warwick karakterinin tekinsizliğini, psikopatlığını ve normalliğini, dümenini hiç bırakmadığı bir soğukkanlılıkla canlandırıyor. David Hyde Pierce olarak Warwick’i oynadığı gibi, Warwick olarak da psikolojik rahatsızlığı olan bir başka adamı oynuyor, adeta oyun içinde oyun çıkarıyor. The Perfect Host, karakterlerin ince plânlarla birbirlerine kazık atma eğiliminde oldukları, ahlâki değerlerin sıkıcılığını bir kenara bırakmış suç yapımlarını sevenler için, en önemlisi de David Hyde Pierce’ın delişmen oyununu izlemek için iyi bir seçenek.