29 Ağustos 2011 Pazartesi

The Conspirator (2010)


Yönetmen: Robert Redford
Oyuncular: James McAvoy, Robin Wright, Kevin Kline, Tom Wilkinson, Evan Rachel Wood, Danny Huston, Colm Meaney, Alexis Bledel, Justin Long, Johnny Simmons, Toby Kebbell, Jonathan Groff, James Badge Dale, Stephen Root, Norman Reedus, Chris Bauer
Senaryo: James D. Solomon, Gregory Bernstein
Müzik: Mark Isham

Abraham Lincoln suikastinden sonra, yedi adam ve bir kadın, başkanı, başkan yardımcısını ve içişleri bakanını öldürmek için komplo kurmak suçundan tutuklanır. Aralarındaki tek kadın Mary Surratt, tutuklular arasındaki tanınmış bir tiyatro oyuncusu olan John Wilkes Booth ve diğerlerinin buluşup eşzamanlı saldırıları hazırladıkları pansiyonun sahibidir. Üstelik oğlu John da bu grubun içindedir. İç Savaş’tan sağ kurtulmuş ve henüz yeni avukat çıkmış Frederick Aiken onu askeri mahkeme karşısında savunmayı başlangıçta gönülsüzce kabul etmişken, dava ilerledikçe müvekkilinin suçsuz olabileceğini fark eder.

Usta aktör Robert Redford, yönetmenliğini yaptığı 8. Filmi The Conspirator ile aynı zamanda usta bir yönetmen olduğunu da hatırlatıyor. Dört Oscar ödüllü Ordinary People, dört Oscar adaylı Quiz Show, En İyi Sinematografi Oscar’ı kazanan A River Runs Through It ve en son 2007’de çektiği Lions For Lambs gibi örneklerle kanıtladığı bu ustalık, yine de Amerikan sinemasının klâsik anlatım tarzından çok ayrı bir yerde durmuyor elbette. Özellikle Lions For Lambs ile 43. ABD başkanı Bush karşıtı politik duruşunu sivriltmesine, The Conspirator ile de savaş sonrası yargı süreçlerine eleştirel bir bakış atmasına rağmen, bu pozitif tavırlarını sinema sanatına aktarış biçiminde ne derece etkili ve farklı olduğu tartışılır bir yol izlemekte. Film, Abraham Lincoln suikastinin anatomisini gayet iyi çıkardığı gibi, dramatik anlamda bir sinema filminin gereklerini de yerine getiriyor genel olarak. Bunun yanında Lincoln’ün öldürülmesinin ardından işleyen yargı sürecinin adaletsizliğini, kurunun yanında yaşın da yanacağını öngöremeyecek kadar gözü kararmış üst makamların halkın yüreğini soğutmak için yapabileceklerini de yansıtıyor. Yalnız bunları yaparken bazı dezavantajların yarattığı sıkıntıları da taşımak durumunda.


Lincoln suikasti ve suçluların akıbetleri hakkında tarihi bilgiye sahip olanlar için filmi izlemek pek heyecan verici olmayabilir. Fakat bilmeyenler için de hakim, savcı, jüri ve tanıklardan kurulu kumpas neticesinde bu akıbetin nereye varacağını kestirmek sürpriz sayılmaz. Yine de davayla ilgili bazı detayların, içinde az da olsa adalet duygusu kalmışların bile ellerinin nasıl bağlandığına yönelik işlenişi filmi ilginç kılabiliyor. Mary Surratt’ı savunan çiçeği burnunda avukat Frederick Aiken’ın yaptığı cevval savunma hamleleri, oldu bittiye getirilmek ve bir an önce toplu idamlarla ulusu rahatlatmak adına sonuçlandırılmak istenen davanın rotası belli seyrini değiştirmeye çabalıyor. İşte bunun yapılması esnasında, kendisi de eski bir savaş kahramanı olan Aiken’in “sırf intikam almak için kutsal değerlerimizi feda ederek Mary Surratt'ın adaletsizliğe uğramasına müsaade etmeyelim, çünkü onları korumak için birçoğumuz canını verdi” benzeri içinde çelişki barındıran ifadeler kullanması eskilerin dayandığı yeni bir moda olma yolunda neredeyse. Robert Redford ile birlikte Clint Eastwood gibi oyuncu/yönetmen veteran sinemacıların Amerikalı değerleri fazlaca sakız etmelerinin, üstelik bunu adalet yanlısı muhalif bir tonla dile getirmelerinin önemli gedikleri olabiliyor.

Ulusumuz savaşıyor, savaşarak barış dağıtıyor, demokrasi, hak, adalet, hukuk getiriyor. Ama gerekirse kendi sistemini de acımasızca eleştiriyor. İçindeki çürük elmaları da ayıklamayı biliyor. Ayıklayamasa bile korkusuzca deşifre ediyor. Bu filmlerin genel anlayışı bu. Filmde sık sık dile getirilen vatana hizmet, ulusa hürmet söylemleriyle oynamak, onların çekilebileceği yönlerin farklılığına dikkat çekmek iyi bir şey. Fakat her şeyi en başından ele alırsak, bu Amerika neden savaşıyor? İşte safkan Amerikalı bu yönetmenlerin atladığı veya atlamadığı halde üzerine hakkıyla gidemediği en önemli sorulardan biri bu.

Savaş kahramanı baş karakteri, şimdi adalet arayan bir avukat, dedektif veya emekli bir aile babası. İyi de hangi savaşın kahramanı bu adam? Peki gerçekten kahraman mı? Savaşın kahramanı olur mu? The Conspirator, dürüstçe “biz hak, hukuk için o kadar kan döktük, ama Mary Surratt’i adil biçimde yargılayamadık” diyor. Bu söylemiyle ucu günümüze, Amerika dışında neredeyse tüm dünyaya uzanan bir adalet anlayışını tanıdıklaştırıyor. Ama kan döktüğü, en önemlisi de o kanı neler uğruna döktüğünün muhasebesini yapmayı fazla kafaya takmıyor. “Olan oldu, bir şekilde savaş çıktı, biz ondan sonra olanlara, ondan sonra gösterdiğimiz kahramanlıklara, adalet arayışımızda gösterdiğimiz gayretlere bakalım” diyor bir nevi. Yıllar sonra Mary Surratt’i aklıyor. Ama ülkeye hizmet adı altında dökülen kanları bir parça meşrulaştırarak. Bu sebepten, bazı genç yönetmen/senaristler, eskilerin romantik yaklaşımlarından farklı olarak daha sahici eleştirilerde bulunabiliyorlar.


Etkili oyuncu kadrosu, özellikle James McAvoy ve Robin Wright’ın adaylık kokan performanslarıyla filmi güçlü tutuyor. Bir dönem dramı olması sebebiyle gerekli tüm unsurlar, hatta mahkeme salonunun dar ve kasvetli ortamından, daha geniş plânlar içeren açık alan çekimlerine kadar hemen her şey yerli yerinde. Bu da Robert Redford’ın yılların tecrübesi sıfatını karşılıyor. Ancak Sundance Film Festivali gibi sinema dünyasının en tutkulu ve yenilikçi organizasyonlarından birinin kurucularından olan Redford’ın her iyi yönetmenin çekebileceği ve belki de bu yüzden “sıradan” durabilecek yapımların didaktik yönetmeni olarak anılmaya başlaması can sıkıcı.

26 Ağustos 2011 Cuma

Rise Of The Footsoldier (2007)


Yönetmen: Julian Gilbey
Oyuncular: Ricci Harnett, Terry Stone, Craig Fairbrass, Roland Manookian, Coralie Rose, Billy Murray, Kierston Wareing, Frank Harper, Patrick Regis, Lara Belmont, Ian Virgo
Senaryo: Julian Gilbey, Will Gilbey
Müzik: Ross Cullum, Sandy McLelland

Gerçek olaylardan uyarlanan Rise Of The Footsoldier, Londra yeraltı dünyasının tanınmış isimlerinden Carlton Leach’in 70’li yıllarda futbol holiganlığından 80’lerde bar fedailiğine, 90’larda da uyuşturucu mafyasında yükselişini konu alıyor. 2006 yılı BAFTA ödüllerinde Rollin' With The Nines ile Umut Veren Yönetmen seçilen Julian Gilbey’in yönettiği film, ele aldığı üç dönemin holiganizm, rave ve mafya kültürlerini pek de biyografi gibi durmayan bir biyografi şeklinde yansıtmaya çalışıyor. Polis kayıtları ve Carlton Leach’in anılarından devşirme bu kurgu, tarih tarih yaşananları ekrana taşıyor. Ancak bu taşıma bir süre sonra uzunlu kısalı suç skeçlerine dönüşünce, hatta sonlara doğru ana teması Carlton Leach’i geri plâna atıp, Aralık 1995’te işlenen ve Triple Rettendon Murders olarak bilinen Range Rover cinayetlerine uzanan sürece ağırlık verince biyografi özelliğini yitiriyor.

Julian Gilbey, Carlton Leach’in suç âleminde yükselişini incelerken çeşitli bölümlerde Guy Ritchie ve Michael Scorsese’nin suç yapımlarından fazlaca etkilendiğini hissettiriyor. Tüm ilgi çekiciliğine ve sürükleyiciliğine karşın bu hisler, bir süre sonra çok da özgün olmayan bir filmle karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor. Örneğin Craig’in tanıtıldığı mizahi kurgu ile Türk mafyasının sorgu sahnesi, sanki iki ayrı filmden alınıp birbirine yapıştırılmış gibi tuhaf duruyor. Üstelik buna benzer çok fazla kopukluk ya da farklı yönetmenlerin elinden çıkmış (ki o yönetmenler de kendi tarzlarını oturtmuş olanların taklitleri gibiler) izlenimi verebiliyorlar. Bu yüzden, bakış açımıza göre daha önce benzerlerini gördüğümüz halde etkisi altına almayı başaran filmlerden biri olabilir de, olmayabilir de. Yine de finale doğru giden yolda, Range Rover cinayetlerinin farklı rivayet ya da tanık ifadeleri doğrultusunda işleniş biçimlerini ele alan yeniden anlatımları başarılı sayılır.


Klip yönetmenliğinden gelme görüntü yönetmeni Ali Asad’ın (bu kliplerden bazıları R.E.M., Nick Cave, Massive Attack, Oasis, Prodigy gibi isimlere ait) bu tarza bağlı etkileri de kendini fark ettiriyor. Müziklerin sahnelere oturtulma biçimleri de çok başarılı. Oyunculuk açısından ise özellikle Terry Stone ve Craig Fairbrass’ın performansları dikkat çekici. Ancak onlar da tıpkı filmin kendisi gibi biyografi özelliğinden yoksun ve bu tip filmlerde az da olsa bulunması gereken belgesel gerçekliğinden uzak, hatta karikatür duran abartılar taşımıyorlar değil. Ama bence en önemli sorun Carlton Leach’i canlandıran Ricci Harnett’ta. İyi bir oyuncu olmasına rağmen, tam bir mafya fiziğine sahip gerçek Carlton Leach’in yanında sevimli kaldığı bile söylenebilir. Bu da beraberinde bir özdeşlik kurma sorunu yaşatabilir seyircide. Yine de toplamda Rise Of The Footsoldier izlenebilir bir suç biyografisi.

23 Ağustos 2011 Salı

Le Couperet (2005)


Yönetmen: Costa-Gavras
Oyuncular: José Garcia, Karin Viard, Geordy Monfils, Christa Theret, Ulrich Tukur, Olivier Gourmet, Yvon Back, Thierry Hancisse, Olga Grumberg, Yolande Moreau
Senaryo: Costa-Gavras, Jean-Claude Grumberg, Donald E. Westlake
Müzik: Armand Amar

Bruno on beş yıldır aynı şirkette çalışan, yani düzenli bir işi ve hayatı olan bir adamdır. Yıllarını aynı kağıt fabrikasında yöneticilik yaparak geçiren ve patronlarına büyük bir sadakatle hizmet eden Bruno'nun başına beklenmedik bir olay gelir ve işten çıkarılır. Kaynakların yetmediği gerekçesiyle birçok arkadaşıyla beraber kapının önüne konan Bruno’nun başarılı bir iş hayatı olmuş ve iyi bir kariyer yapmıştır. Onun için yeni bir iş bulmaktan kolay ne olabilir ki? Ancak üç yıl sonra aynı noktada olduğunu gören ve bir adım bile atamadan hâlâ işsiz dolaşan Bruno'nun hayatı artık felaketlere sürüklenmektedir. Olaylar bir prestij meselesi olmaktan çıkmış, hayat, ölüm-kalım savaşına dönmüştür. Yeni bir iş bulabilmek için aklına gelen çözüm, başkalarına hiç benzememektedir.

Usta Yunan yönetmen Costa-Gavras, politik sinemanın duayenlerinden. Donald E. Westlake romanı The Ax’ın Gavras ve Jean-Claude Grumberg tarafından yazılan senaryosu 2005 yapımı Le Couperet’yi ortaya çıkarmış. Gavras, Le Couperet ile temel duruşunu bozmadan, ancak çoğu filminden biraz farklı biçimde kara mizahın en çarpıcı örneklerinden birini sunuyor. Fransa’nın kendi ekonomik buhranı içinde çaresizleşmiş üst orta sınıf bireylerinin dramını ölçülü bir mizahla yan yana getiren film, her iki türün dozunu çok iyi ayarlamış engin bir tecrübenin ürünü. Sağlam bir kapitalizm eleştirisini akıcı bir dramla verebilecek sayılı yönetmenlerden biri de zaten Costa-Gavras’tır. Bu formülün içine mizahı katmakla yetkinliğinin sınırlarını görmek mümkün.


Film, büyük şirketlerin rahatlama yöntem ve önlemleri, bu şirketlerde çalışanların ise kâbusu durumundaki maliyet düşürme, ve esneklik yaratma yoluyla küçülme yüzünden mağdur duruma düşen binlercesinden biri olan Bruno Davert’i mercek altına alıp, yaşadığı çaresizliğin ardından bulduğu sıra dışı çözümü de masaya yatıran eleştirelliğe sahip. 15 yıllık hizmetinin ardından işten çıkarılan Bruno bir anda müthiş bir boşluğa düşüyor. Bir anda kablo TV’den, internetten ve çeşitli harcamalardan kesmek zorunda kalan, ödenecek faturaları, borçları olan, karısı ve iki çocuğuna karşı zayıf duruma düşen Bruno, başvuracağı çok önemli bir pozisyonuna alınabilmek için diğer rakiplerini ortadan kaldırmaya karar veriyor. Bu durumda olan çoğu insan için birer fanteziden öteye gitmeyen bu düşünceyi Bruno eyleme geçiriyor. Zekice bir plânla isim, adres listesi oluşturmayı başarınca eylem başlıyor. Özünde kapitalist düzen eleştirisi yapan bir film için seri katil yapımı yakıştırması yapmak da biraz ilginç hale geliyor. Ama Le Couperet kendi özüne hiç zarar vermeden biraz ondan, biraz bundan kattığı benzer yakıştırmalarını, çayın içinde eriyip ona tat veren şekerler gibi kullanıyor.

Peki Le Couperet sistem eleştirisinde ne derece başarılı oluyor? Filmin eleştirel boyutu dahilinde “işte kapitalist düzen, temiz bir aile babasını, sıradan bir vatandaşı bile dinden imandan çıkarır, kuzuyu kurda çevirir” fikrini ilk elden esas aldığını düşünmüyorum. Elbette bu durum kapitalizmin beklenen olası sonuçlarından sadece biridir ve filmin de görünen hareket noktasıdır. Ancak film, insani açılımlara, paranoyaya, birey bazında toplumların maddiyata olan mecburi bağımlılıklarına hem ölçüyü fazla kaçırmayan bir dram, hem de tebessüm ettiren bir mizahla yaklaşıyor. Bu ani ekonomik çöküntünün Bruno’ya olduğu kadar çevresine de yansıyan etkileri ıskalanmamış. Oğlunun hırsızlığı, eşiyle aile terapistine gitmesi, ekarte etmek için seçtiği rakiplerinin trajikomik öyküleriyle çeşitlenen bu etkiler, krizin vurduğu ailenin bir burjuva ailesi olmasının ilginçliğiyle keyifli hâle bile bürünüyor.


Bruno Davert rolündeki José Garcia’nın yıldızlaştığı, Karin Viard ve Ulrich Tukur’un da yan rollerde çok başarılı oldukları Le Couperet, son zamanlarda Avrupa’da etkisini yeniden hissettiren ekonomik krizin trajik biçimde güncellediği hislere 2005 yılından enteresan bir bakış sunuyor. Gerçekçi yanı kadar, ekonomik durumundan, alıştığı refahtan bir anda uzaklaştırılarak “işsiz” durumuna düşürülen bireyin ne ölçüde tehlikeli olabileceğine dair aslında gerçeklikten pek de uzak sayılmayabilecek bir fantezinin (belki de buna benzer daha farklı fantezilerin) olasılığına dikkat çekiyor. Beklenildiğinin aksine filmin en can alıcı noktaları işlenen cinayet veya teşebbüsler esnasında yaşananlardan ziyade, kolayca empati kurulabilecek Bruno ve onun belirlemiş olduğu kurbanlarının (başımıza gelmemiş dahi olsa) hiç de yabancı gelmeyen dramları.

19 Ağustos 2011 Cuma

La ragazza del Lago (2007)


Yönetmen: Andrea Molaioli
Oyuncular: Toni Servillo, Denis Fasolo, Giulia Michelini, Marco Baliani, Alessia Piovan, Fabrizio Gifuni, Valeria Golino, Heidi Caldart, Nello Mascia, Franco Ravera, Fausto Maria Sciarappa, Omero Antonutti
Senaryo: Sandro Petraglia, Ludovica Rampoldi, Karin Fossum
Müzik: Teho Teardo

Norveçli yazar Karin Fossum’un romanından uyarlanan senaryosuyla La ragazza del Lago (The Girl By The Lake), genç ve güzel Anna’nın sakin bir İtalyan kasabasının göl kenarında çıplak vaziyette ölü bulunmasının ardından yaşananları konu alan bir polisiye dram. Kızına şüpheli bir hayranlık besleyen babası, o baba tarafından dışlanmış üvey kardeşi, sevgilisi, civarda yaşayan aksi bir ihtiyar ve onun Anna’nın cesedini bulan otistik oğlu, yine Anna’nın bakıcılık yaptığı küçük çocuğun anne babası, bu cinayet davasının şüphelilerini oluşturuyor. İntihar ihtimali de şıklar arasına alınmış. Davayı üstlenen Komiser Sanzio’nun yetişkin kızı ve kendisini hatırlayamayacak kadar hasta olan karısı da filmin bünyesinde az da olsa yer buluyor. Film tıpkı emekliliğine az kalmış bıkkınlığını ve soğukkanlılığını çok iyi yansıttığı Sanzio gibi bir karakteristikle sakin şekilde başlayıp bitiyor. Şüphelilerin fazlalığı ve hemen hepsine yüklenen mantıklı cinayet motivasyonları, cinayet romanlarına (Agatha Christie beklentisi içine girmeden) alışık seyircilerin ilgisini diri tutacak kapasitede denebilir.

Yoruma göre farklı yönetmenlerin elinde bir istismar ya da korku/gerilim örneklerine, hatta pembe dizi formatına bile dönüşebilecek roman/senaryo, kendini psikolojik gerilim ve aile dramı olarak tanımlamayı tercih etmiş. Kavgasız gürültüsüz işleyen mekanizması, katilin kimliğini merak ettirdiği kadar karakterlerin şahsi ve ailevi sorunlarının gideceği yönü de ilginçleştirmeyi başarmış denebilir. Katil kim olursa olsun, onun gerekçelerinin altını doldurabilecek derecede hazırlıklı olduğunu (çok süper zakâ bir senaryoya sahip olmamasına rağmen) hissettirebiliyor. Ama mühim olan, o altı doldurulmaya hazır yapı, filmin naif duruşuna veya Anna’nın öldürülme gerekçelerine ne ölçüde katkı sağlayacak, ne ölçüde inandırıcı olacak sorusu. Finaliyle bu sorunun cevabını herkes kendine göre verecektir. Bir “katil kim” filmine göre ilginç bir tempoya sahip bu final, içinde ufak bir şaşırtmaca ve dramatik bir gerekçe bulundurmasıyla da tribünlere oynamaktan kaçınıyor.

2008 yılında İtalyan Oscar’ları olarak kabul edilen David di Donatello ödüllerinden 10 tanesini evine götüren, 5 tanesini de rakiplerine kaptıran La ragazza del Lago, kendi halinde bir televizyon filmi kadar sakin, ölçülü ve macera aramayan karakterde bir film. Bir cinayet filminde bu özelliklerin filmi yüceltmesi pek beklenmez. Ama zor olan bunu başarabilmek. Yönetmen Andrea Molaioli’yi henüz ilk filminde bunu başarmış sayabiliriz. Ama aranılan en temel özelliklerden bir olan gerilim nefesinin yeterli olmadığını da söyleyebiliriz. Onun yerine aile, sorumluluk, iletişimsizlik sorgularının yarattığı daha domestik başlıklardan gerilimler yaratmaya eğilimli bir film. İtalyanca’nın zinde temposu, abartısız oyunculuklar ve sade bir yönetimle yetinmeyi bilenleri memnun etmemesi için bir neden yok.

16 Ağustos 2011 Salı

The Whistleblower (2010)


Yönetmen: Larysa Kondracki
Oyuncular: Rachel Weisz, Vanessa Redgrave, David Strathairn, Nikolaj Lie Kaas, Monica Bellucci, Liam Cunningham, Roxana Condurache, David Hewlett, Alexandru Potocean
Senaryo: Larysa Kondracki, Eilis Kirwan
Müzik: Mychael Danna

Nebraskalı bir polis olan Kathryn Bolkovac, barış gücünde görevli olarak gittiği Saraybosna’da Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Polis Birimi (UPB)’nin Sosyal Hizmetler Ofisi’nin başına geçer. Ama karşısına BM memurlarından UPB görevlilerine, yerel polisten barış gönüllülerine kadar her makamın bulaştığı korkunç bir sanayi olan seks ticaretinin yarattığı skandallar çıkar. Her yöne yayılan bu entrikayı ortaya çıkardıkça, kimsenin hesap vermeyeceğini de anlar. Bolkovac’in bu yapılanmayla tek başına mücadele etmesi mümkün görünmemektedir. Ama o yine de şansını denemeye karar verir.

Kanada doğumlu Ukrayna’lı Larysa Kondracki, Columbia Üniversitesi’nde yönetmenlik okurken Avrupa’da yaygınlaşan insan ticareti ve fuhuş trafiğinden çok etkilenerek araştırmalar yapıyor. Kısa bir süre sonra karşısına Kathryn Bolkovac’in çarpıcı hikâyesi çıkıyor. Amsterdam’da yaşayan Bolkovac’a ulaşıp detayları öğreniyor. Bununla yetinmeyip iki yıllık bir süre içinde The Whistleblower’ın senaryosunu birlikte yazdığı Eilis Kirwan ile birlikte sivil toplum örgütleriyle, BM ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı temsilcileriyle görüşmeler yaparak araştırmalarını derinleştiriyor. Böylece The Whistleblower’ın senaryosu şekilleniyor. Öncesinde sadece Viko adında bir kısa filmi olan Kondracki, sinemaya adım attığı ilk filmiyle gerçek olaylara dayanan büyük bir suç zincirinin tüm dünyaya duyurulmasına çalışarak çok olumlu bir iş yapıyor.


Filmini daha geniş kitlelere duyurabilmek için Rachel Weisz gibi iyi bir oyuncuyu merkeze, Vanessa Redgrave, David Strathairn ve Liam Cunningham gibi ağır topları köşelere başarıyla koyabilmiş Kondracki... Bunun meyvelerini de alıyor. Ancak bu doğrultuda bol sloganlı feminist bir Hollywood izleği benimsiyor ki, verilen mesajların etkileyiciliğini, hep barışçı, yardımsever olduğunu düşündüğümüz BM ve ona bağlı bir sürü birimin kirli çamaşırlarını cesurca ortaya döküşünü bir kenara koyarsak, bir sinema yapımı olarak polisiye gerilimin gereklerini uygulayışında pek bir farklılık göremiyoruz. Bolkovac’in uğruna savaş verdiği fuhuş trafiğinin ciddiyetini, içine düştüğü bürokratik açmazları keskinleştirebilmek için var olanlardan faydalanmak yerine biraz daha kendine özgü bir anlatım biçimi geliştirmiş olması tercih edilirdi. Bunu da henüz ilk filmini çeken bir yönetmen oluşuna bağlayabiliriz.

Yanlış anlaşılma olmasın. The Whistleblower hiç de ilk film gibi durmuyor. Tam tersi, artık sistemi şablonu oturmuş, fakat hep aynı filmleri çeken bir yönetmen havası var Kondracki’de. “Bizler buraya masum insanları korumaya gelmiş arabulucularız” veya “dokunulmazlık, yapılanın yanına kâr kalması değildir” ya da “BM, Auschwitz'in küllerinden var oldu” gibi kör göze parmak ifadeleri havada uçuşturmasına rağmen, başlıbaşına bir sosyal sorumluluk projesi çekmediği belli. Üstelik Bosna’daki arabuluculuk anlaşmalarına milyarlarca dolar akıtan Amerikalı birimlerin ve “normal savaş fahişeleri” diye nitelendirdikleri kaçırılan kızlara karşı ahlâk zabıtalığı yapamayacağı iddiasındaki (oysa her türlü zabıtalığı yapmaya çok meraklı olan) İngiliz kökenli özel şirketlerin ipliğini pazara çıkarması Larysa Kondracki’yi söyleyecek sözleri olan iyi bir yönetmenin doğuşu olarak karşılanmayı hak edenler sınıfına sokuyor.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Blue Valentine (2010)


Yönetmen: Derek Cianfrance
Oyuncular: Ryan Gosling, Michelle Williams, John Doman, Mike Vogel, Jen Jones, Maryann Plunkett, Faith Wladyka, Ben Shenkman
Senaryo: Derek Cianfrance, Cami Delavigne, Joey Curtis
Müzik: Grizzly Bear

Dean (Ryan Gosling) ve Cindy (Michelle Williams) çiftini, kızları Frankie ile birlikte sakin hayatlarını yaşarken izlemeye başlıyoruz. Günlük rutinlerin arasından sızan bir bıkkınlık, bir ruhsuzluk inceden filme sızmaya başlıyor. Anlıyoruz ki bu evlilik artık sıradanlaşmanın getirdiği kritik kopma noktalarında dolaşıyor. Derken film kendini başa sarıp Dean ve Cindy’nin birbirlerini tanımadan önceki hayatlarına, daha sonra da yavaş yavaş yollarının kesişmeye başlamasına doğru ilerliyor. Ardından bu kez ileri sarıp yine çiftin sıkıcı ve gergin evliliklerini izliyoruz. Bu sayede ikilinin evlenmeden önce ve evlendikten sonraki ruh hallerini karşılaştırma imkânı buluyoruz. Evliliğin aşkı öldürdüğü klişesinin gölgesinde, bu bıkkınlıklarını anlamlandırmaya çalışırken, Dean’in haftasonunu bir otelde geçirmek için plân yapmasıyla çiftin (özellikle de Dean’in) ilişkilerini renklendirmek için fedakârlıklara hazır oldukları fikri beliriyor. Oysa o fedakârlığın (Dean) ve ona verilen gönülsüz karşılığın (Cindy) sebeplerinin eskiye dayandığını, filmin başarıyla yürüttüğü ileri geri kurgudan yavaş yavaş anlamaya başlıyoruz. Anladığımız şey ise, kolay kolay rastlayamayacağımız türden, fakat gerçek hayata çok da yabancı kaçmayan aşk tabanlı müthiş bir özverinin ümitsizce karşılığını araması.

Blue Valentine, hassas, hatta acıklı ruh haliyle oldukça boğucu bir iklim yaratabilen bir dram. Öyle ki, Dean ve Cindy arasında yaratılan duygusal ve mantıksal bağları süresi boyunca masada tutabilmesi, ikisinin hayatını değiştirecek seçimlerini sürekli sorgulatacak derecede gerçeklik sağlıyor. Ayaklarını yerden kesmeyen bu tavır, Dean’in özverisi ile Cindy’nin çaresiz ama haklı gerekçeleri arasında bir türlü yönünü bulamayıp, ortak paydada buluşamıyor. Belki de filmin ana gövdesindeki en çekici yön de bu. İkisi arasındaki kişilik ve sınıf farklılığının bazı filmlerdeki çiftler gibi sorun olmayacağı, aşkın, sevginin her şeyi halledebileceği fikrinde anlamsızca ısrar etmeyişi, dramatik ikilemlerin karakterleri yıpratışı da yabancılık yaratmıyor.


Dean’in fedakârlığı üzerine kurulu bu evliliğin aşk ile olan arızalı ilişkisi, Cindy’nin hamileliğinden itibaren seyirciyi tek taraflı bir sorguya itiyor. O tarafın adı da Cindy zaten. Cindy, minnet duygusunun savunmasız bir kararla aşk duygusu ile karıştırılmasına çok keskin bir örnek teşkil ediyor. Onun Dean’i sevmediğini söylemek haksızlık olur. Fakat burada sorun, o sevginin duygusal yönden pek de steril olmayan bir zamanda beliren sağlıksızlığı. Bir mecburiyet olmaksızın aşk evliliği yapmış çiftlerde bile türlü sorunlar yaşanırken, Dean ile Cindy’nin artık rüzgârda yanan bir muma dönmüş ilişkilerinde geçmiş hesapların gizli gizli muhasebesinin tutulması, o geçmişe ait unsurların ortaya çıkmasının yarattığı kıvılcımlarla bu evliliği patlamaya hazır bir bomba haline geliyor. Bu muhasebeyi yapanın da genelde Dean olması, bu evliliğin yalpalamasının tek sorumlusu olarak Cindy’yi görmemizi engelliyor bir nevi.


“Bence erkekler, kadınlardan çok daha romantik. Biz evlendiğimizde, sadece tek bir kadına bağlı oluyoruz. Kayıtsız şartsız. Biriyle tanışıyoruz, "Eğer onunla evlenmezsem, aptalın tekiyim, o harika biri" diyoruz. Ama kadınlar, ihtimaller arasından en iyisini seçiyorlar. Evlenirlerken daima, acaba iyi işi var mı diye bakıyorlar. Hayatları boyunca durmadan beyaz atlı prenslerini arıyorlar sonra da gidip, iyi işi olan biriyle evleniyorlar.”

Dean’in arkadaşlarıyla paylaştığı bu düşüncelere hemen hemen hiçbir erkek yabancı değildir. Bu kritik alıntı Dean’in gerçek aşkı bulmadan ya da bulduğunu sanmadan evvel içinde bulunduğu ruh halini çok iyi yansıtıyor. Hüzünlü finalden sonra bu düşüncelere geri dönüldüğünde Dean’in eteğindeki taşlar yerine oturuyor. Bu sözleri söylemesinden yıllar sonra yaşadıklarıyla tekrar o ruh haline dönüşün hüznü de çok acıdır ki, filmin senaristleri Derek Cianfrance, Cami Delavigne ve Joey Curtis’in belki en önemli başarılarından biri seyirciyi pek çok yönden derinlemesine düşünmeye itebilmeleri. Öyle ki, senaryonun basit örgüsü bile filmin ileri geri kurgulanışı ve karakterlerin yalın ama bir o kadar da gizemli kişilikleri sayesinde çok sağlam bir görüntü çiziyor.

“Annem ve babam gibi olmak istemiyorum. Bir zamanlar mutlaka birbirlerini sevmişlerdir, değil mi? Ben doğmadan önce, her şeyi bir kenara mı bıraktılar yani? Öylece yok olabiliyorlarken hislerine nasıl güvenebilirsin ki?”

Bu düşünceler de Cindy’den alıntı. Onun da aşka, bağlılığa olan temkinli yaklaşımı geleneksel kalıplara bağlı ailesinden edindiği tecrübelerden gelmekte. Asabi bir baba, evliliğine zarar gelmemesi için ona sorgusuz itaat etmek zorunda kalan ev kadını bir anne, Cindy’nin Dean ile tanışmadan önceki hayatında yaptığı seçimlerde yerini buluyor gözükse de, beklenmedik bir hamileliği veya gerçek aşk yanılsamalarını telafi etmek o kadar kolay olmayabilir. Ondan sonra etrafımızda hep biribirini idare etmeye çalışan çiftler görmeye başlıyoruz. Kendini eşlerine karşı bazı yönlerden eksik hisseden erkekler, kendilerini eşlerine karşı fazla idareci bulan ve bu yüzden kendilerine yabancılaşmaya başlayan kadınlar farklı tezahürlerde de olsa hep hayatın içinde yer alıyor. İşte Cindy ve Dean bu sebeple boyut kazanmayı başarabilmiş karakterler olarak algılanabiliyorlar.


Ryan Gosling ve Michelle Williams, formlarının zirvesinde iki oyuncu olarak Dean ve Cindy’yi hayata geçirmede çok ciddi bir doğallık sergiliyorlar. Fakat bunda senaristlerin ve onlardan biri olan yönetmen Derek Cianfrance’ın Dean ile Cindy’yi ve onların sıkıntılarını kağıt üstünde, film şeridinde bile canlı kılan samimiyetleri çok etkili. Geçmiş ve şimdiki zaman arasında fark edilen renk tonlamaları, ışığı ve loşluğu nefis karakter açıları yakalama enstrümanı olarak kullanan doğal özverileriyle, yönetmen Cianfrance ve Ukrayna-Hindistan kökenli görüntü yönetmeni Andrij Parekh (yine benzer özellikler kullanılan Half Nelson da ona ait) adeta oyunculardan rol çalıyorlar. Blue Valentine, süresi boyunca yaşattığı hüzünle nasıl biteceğinin sırlarını vermeyen, bittiğinde daha da üzen, hatta çok iyi bir final yaptığı halde kendini beğendirememe riskine sahip, yine de tüm filmsel özelliklerine rağmen hayatın bir parçası olabilmeyi başarmış güçlü bir bağımsız.

9 Ağustos 2011 Salı

Blitz (2011)


Yönetmen: Elliott Lester
Oyuncular: Jason Statham, Paddy Considine, Aidan Gillen, Zawe Ashton, David Morrissey, Luke Evans, Mark Rylance
Senaryo: Nathan Parker, Ken Bruen
Müzik: Ilan Eshkeri

Başına buyruk ve sert yöntemlere sahip bir polis olan Tom Brant (Jason Statham), polisleri acımasızca öldüren bir seri katili yakalamak üzere görevlendirilir. Ekibin başında ise karısının ölümüyle bunalıma giren Başkomiser Roberts’ın yerine vekâleten atanan gay komiser Porter Nash (Paddy Considine) bulunmaktadır. Kendine “Blitz” adı veren katil, muhabir Harold Dunphy (David Morrissey) ile temasa geçip işlediği ve işleyeceği cinayetler hakkında tüyolar vermektedir. Öldürülen polisler incelendikçe ortak noktaları ortaya çıkar ve listede Brant’in de olduğu anlaşılır.


Gün geçmiyor ki yeni bir Jason Statham filmi ortaya çıkmasın. Hep aynı tip ve ses tonuyla İngiltere’yi aşıp Hollywood semalarında süzülmeye başlayalı beri her sene 2-3 aksiyon filmiyle gündemden düşmüyor. Kariyerinde ilk iki filmi Lock, Stock and Two Smoking Barrels ve Snatch ile birlikte Mean Machine, The Bank Job gibi çok beğendiğim filmler bulunması, kendisine sıradan bir aksiyon nesnesi gibi yaklaşmamı engelliyor. Hatta Crank ve The Mechanic bile yörüngesine girildiğinde keyif verici özelliklere sahiptir. Haliyle yeni filmi Blitz durmak bilmeyen bir başka Hollywood aksiyonu izlenimi yaratsa da, aslında Statham’ın arada bir memleketine döndüğü daha mütevazi işlerden biri. Yine aksiyonu ve elini korkak alıştırmayan şiddet sahneleri mevcut. Fakat psikolojik gerilim paslaşmalarıyla adım adım yükseltilen tansiyonu ve Statham’ı süper zeki tek tabanca bir aksiyon kahramanı olarak yansıtmama yanlısı tutumu yüzünden Hollywood benzerlerinden daha fazla beğendim.

Aslında filmle ilgili dikkatimi çeken ilk nokta, William Monahan’ın 2010 yapımı London Boulevard filmini uyarladığı yazar olan Ken Bruen’in yeni romanından senaryolaştırılmış oluşuydu. Blitz’in nasıl roman bir malzemesi barındırdığı merak konusu. London Boulevard’da bu potansiyel bir şekilde hissediliyordu. Oysa Blitz, özellikle 70’lerden itibaren pek çok polisiye filmden edinilmiş tecrübelerle kolaylıkla yazılabilecek bir senaryoya sahip. Belki Duncan Jones’un parlak fikri olan Moon’u çok güzel filme aktarmış Nathan Parker’ın Blitz’i elden geçiriş şekliyle, henüz ikinci filminde (ilki pek tutmamış 2006 yapımı Love Is The Drug) başarılı bir yönetmenlik sergilediğini düşündüğüm Elliott Lester’ın kimyalarının tutması söz konusu olabilir. Sürprizsiz akışı, seri katilini gizlemeden ve gizemlendirmeden seyirci sinirleriyle oynayabilmesi, yan karakterlerini iyi kötü benimsetmesi ve baş karakterinin edepsiz duruşuna sahip çıkması gibi yönleriyle bana iyi ellerden çıkmış bazı Güney Kore filmlerini bile kıyısından anımsattı diyebilirim.


Blitz’in yaslardaki boşluklar yüzünden tecelli etmeyen adalet ve bu adaleti yasadışı yollardan sağlama üzerine daha önce defalarca tekrar edilmiş söylemleri var. Suçundan emin olunan, ancak suçüstü yapılamayan veya delil yetersizliğinden serbest bırakılan suçluların cezalarını kendileri kesmek zorunda kalan polisler, uzun süreli gizli görevler sonrası normal hayata uyum sağlayamayan polisler ve bir süre sonra kendini bile korumaktan aciz hale gelen polisler diye sürüp giden bir dizi haklı çıkarmaya sahip. Ama bu haklı çıkarmaları adi suçlular üzerinden yürütmesi, yani insanî yönlerden zaten haklı olunması bu kez de adaletin ulaşamadığı yerde karşı cinayete, dayağa, delil karartmaya zemin yaratıyor. Suçundan emin olunanın cezalandırılması için her yolun mübah olduğu bu adalet zeminine, “kanun, yasa, adalet vs.” diye çırpınan bizler ses çıkarmıyor, hatta memnun bile oluyoruz. Çünkü bizim için aslolan suçlunun gerekirse en ağır biçimde cezalandırılması. Bunun nasıl ve hangi yasalar dahilinde yapıldığının bir önemi kalmıyor. İşte Blitz’in bilerek veya bilmeyerek bu ikilemi film formatında tekrar hatırlatmış olması da bir şeydir.

Son zamanlarda tek başına olmak yerine gizemli yancılarla kötü adam kovalayan (hem de burada son model arabalar yerine koşarak kovalayan) Jason Statham’a The Mechanic’te el veren Ben Foster’dan sonra bu defa İngiliz sinemasının en parlak aktörlerinden Paddy Considine eşlik ediyor. Bireysel adalet sağlamaya çalıştığı için Londra’dan sürülen vekil başkomiser rolüyle filmin dokusuna olumlu katkılar sağlayan, aynı zamanda karakterin eşcinsel kimliğini de son derece ölçülü biçimde yansıtan Considine’i izlemek büyük keyif. Ayrıca İngiliz dizi oyuncusu Zawe Ashton ve psikopat polis katili Barry Weiss’ı canlandıran Aidan Gillen da çok başarılı oyunlar çıkarıyorlar. Böylece sırf Statham’a abanmayan, iyi oyuncuların da destek olduğu, nereye gideceği bilindiği halde sürükleyici bir polisiye ortaya çıkıyor. Blitz genel olarak fazla hasılat getirmeyen, özellikle de Jason Statham hayranlarının çoğu tarafından beğenilmeyen bir film. Bu da tek bir oyuncunun üzerine ölümüne yapıştırılmış aksiyoncu kimliğinin, birçok yönden iyi sayılabilecek bütün bir filmin bile önüne geçebildiğinin göstergelerinden sayılabilir.

7 Ağustos 2011 Pazar

Yesterday (2004)


Yönetmen: Darrell Roodt
Oyuncular: Leleti Khumalo, Kenneth Khambula, Harriet Lenabe, Lihle Mvelase, Camilla Walker
Senaryo: Darrell Roodt
Müzik: Madala Kunene

Kocası, sınır ötesinde, Johannesburg'da çalışan bir maden işçisi olan, kendisi ise Afrika’nın bir Zulu köyünde beş yaşındaki kızı Beauty ile yaşayan, haftanın bir günü evinden kilometrelerce uzaktaki sağlık ocağına kızıyla birlikte yürüyen Yesterday, uzun kuyruğun sonuna yetişmesine rağmen bir türlü muayene olma şansı yakalayamaz. Öksürük nöbetleri ve halsizlikle boğuşan annenin sağlık sorunlarına bir de bayılma eklenir. Köyün diğer kadınlarıyla arası iyidir. Köye yeni gelen sevimli ve insancıl öğretmenle de hemen kaynaşır. Ama bir türlü doktora görünüp hastalığını öğrenemez. Neyse ki birgün öğretmenin tuttuğu taksi ile sağlık ocağına erkenden gidip muayene olan Yesterday testler sonucunda HIV virüsü taşıdığını öğrenir.

Kocasıyla aşk evliliği yapmış, Beauty gibi güzel bir kız çocuk sahibi olmuş, köyünde kızıyla kendi halinde geçinip giden saf, temiz ve fedakâr bir anne Yesterday. Hastalığını öğrendikten sonra bunu Johannesburg'daki kocasına söylemek zorunda kalıyor. Hastalığın bütün belirtilerini gösteren kocası bunu şiddetle inkâr ediyor. Yılmayıp kocası ve kızı için mücadele etmeye karar veriyor. Hastalığı duyulduktan sonra köylülerin tepkilerine rağmen ölmeye yakın kocasını eve alan genç kadın, artık hem hastalığıyla hem de köylülerle yalnız başına mücadele etmek zorunda kalıyor. Güney Afrika’lı sinemacı Darrell Roodt’un yazıp yönettiği, 2005 yılında En İyi Yabancı Film Oscar adayı olmuş Yesterday, öleceğini öğrenen bir annenin kendinden önce kocası ve çocuğu için endişelenmesi sonucu gösterdiği fedakârlıkları konu alan sade ama çok güçlü bir film. Yıllarca hastalıklar ve açlıkla mücadele etmiş, hâlen de etmekte olan büyük Afrika’nın küçücük bir parçasından duygu yüklü bir dram.


Hastalığını bir kenara bırakarak herşeyden önce Beauty’nin okula gitmesi için savaş veren, hasta kocasını kabul etmeyen hastanelere karşı çıplak elleriyle kendi hastanesini inşa eden Yesterday’in hikâyesinin anlatımı, pek çok fedakârlık öyküsünün aşırıya kaçtığı duygu sömürüsü yanlışına düşmemiş. Öyle görülme ihtimalinin bile bir yanılsama olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yesterday her ne kadar bir azim ve fedakârlık kesiti de olsa, hissedilir derinliğinde yatan yalnız, çaresiz, naif, güçsüz bir kadının kendini bulma, ümitlerini ve hedeflerini insanca ayakta tutma gayretini anlatıyor. Darrell Roodt, sahip olduğu benzersiz coğrafyanın da avantajını kullanarak, bu yalnızlığı belgesele ve dramaya eşit uzaklıkta bir gerçeklikle yorumluyor. Bu filmden sonra Terry George (Hotel Rwanda) ve Clint Eastwood (Invictus) gibi yönetmenlerle çalışma fırsatı bulmuş Leleti Khumalo’nun etkileyici oyunu, Yesterday’in sahip olduğu her özelliği yansıtma becerisine sahip.

Bir insan isimi olarak Dün’ün temsil ettiklerinden biri de, ölmek üzere olan bir kadının bundan böyle dünde kalacak olmasını bir çırpıda kabullenmeyerek, hayatındaki tek Güzellik olan kızı Beauty’nin Yarın’ı için verdiği müthiş emeğin zıtlığında kendini buluyor. Bir film olarak Yesterday ise, hüzün dolu gerçekliğine bağlı kalan öyküsüyle, görüntü yönetimiyle, müzikleriyle harika bir sinema dili konuşuyor.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Unthinkable (2010)


Yönetmen: Gregor Jordan
Oyuncular: Samuel L. Jackson, Carrie-Anne Moss, Michael Sheen, Stephen Root, Lora Kojovic, Martin Donovan, Benito Martinez
Senaryo: Peter Woodward
Müzik: Graeme Revell

Eski Amerikalı, Delta Force askeri, patlayıcı uzmanı Steven Arthur Younger (Michael Sheen), Müslüman olduktan sonra sadece adını ve dinini değiştirmeyip, tüm hayatını değiştirerek Amerikan hükümetine ulusal bir tehdit haline geliyor. Üç farklı şehre nükleer bombalar yerleştirdikten sonra kendini yakalatıyor. Görünen bir amacı ve talepleri var ama asıl önemlisi görünmeyen ve işbirliği yaparak kendisini sorgulayan ordu ile hükümet görevlilerinin kendi kendilerine görmesini istediği siyasi ve insanî yüzleşmeler sağlamak. Yerleri bilinmeyen bombalara karşı zamanla yarış başlayınca devreye, yöntemleri farklı olan işkence uzmanı Henry Herald 'H' Humphries (Samuel L. Jackson) ve FBI ajanı Helen Brody (Carrie-Anne Moss) giriyor. Biri ürkütecek, diğeri yatıştıracak, böylece Younger’dan bombaların yerini öğrenebileceklerdir. Ama karşılarında bütün plânlarını yapmış, başına gelecek her şeyi bilen ve onlara hazırlıklı bir adam vardır.

11 Eylül sonrası esen politik rüzgârlardan etkilenen Amerikan filmlerine yeni bir halka olarak eklenen Unthinkable, bana göre bu halkaya dahil edilmiş birçoğundan daha düşündürücü bir yapım. Bu türe ait her film gibi mutlaka taraflı ve mantıksız gelebilecek unsurlara sahip olmasına, her cümlesi birer slogana dönüşmüş içeriğine rağmen, artık bu özelliklerin kanıksanmışlığı içinde çok doğru suçlamalar ve kabullenmişlikler yöneltiyor. Ordu, FBI ve terörist üçgeninin kendi aralarındaki yetki ve öncelik didişmelerine, olaya seyirci kalan bizleri de dahil etmek için bu kez elinde çok güçlü bir kozu mevcut: İşkence! Bu tür hudutlarında birçok filmin unuttuğu veya yeterince yakın giremediği bu suç üzerine çok çarpıcı gelgitler kurmasını biliyor. Yaptığı sağduyu testleri, işkencenin bir insanlık suçu olarak kabul görmüş olması kadar, bunun sorgulanması opsiyonu üzerine de tespitler içeriyor. Savaş suçları ve esirlerin durumu ile ilgili düzenlemeler içeren, birçok defalar kimsenin takmadığı Cenevre Sözleşmesi’ni delik deşik etmekten kaçınmayan Amerika’nın, acil durumlar karşısında farklı kesimlerinden yansıttığı tutumlar üzerine bir kedi fare oyunu da denebilir. Yalnız burada kimin kedi, kimin fare olduğunun ucu da açık bırakılmakta.


Son derece zeki ve hazırlıklı terörist Younger (yeni adıyla Yusuf) aracılığıyla nokta atışlı eleştiri bombardımanına tutulan Amerikan dış politikası, filmde tasvip edilmemeye çalışılıyor. Üstelik Younger’ı işkenceyle sorgulayan, bu sorguya ortam hazırlayan, göz yuman, destekleyen, desteklemeyen tüm birimlerin çaresizce bu savaş politikasının yanlışlığını kabullenmişliği görülüyor. Bu yüzden Younger’ın herhangi bir Müslüman ülkesindeki başka bir devletin kontrolü altında olan hükümet ve diktatörlere yapılan finansal ve askeri yardımın kesilmesi ve tüm Müslüman ülkelerindeki Amerikan güçlerinin geri çekilmesi gibi ütopik taleplerini bir şaka olarak algılıyorlar/algılıyoruz. Çünkü her kim olursa olsun, bir ABD başkanının çıkıp ulusa asla böyle bir konuşma yapmayacağını biliyorlar/biliyoruz. Filmin bu ümitsizliği yansıtış biçimi, yer yer bu ulusal güvenlik çabalarından da rol çalıyor ki gayet yerinde bir tutum denebilir. Yalnız Younger’ın tuttuğu ayna, filmdeki ve ekran başındaki insanları durup düşünmeye sevkedecek derecede etkili olsa da, işin terörizm boyutu Younger’ı tüm doğrucu ve trajik yanlarına rağmen “kötü” sıfatından kurtaramıyor. Younger’ın 53 kişinin ölümüyle sonuçlanan aperitif eyleminin ardından anlaşılan ciddiyeti onun terörist / idealist duruşu arasındaki ikilemleri insanî çıkmazlarla pekiştiriyor. Kendi öldürdüğü insanlara “şehit” demesi ile, eylem sonrası filmin sağduyu timsâli Brody’nin Younger’a olan tepkisine benzer sebep-sonuçları sürekli yaşattığı için, filmin hangi tarafında duracağımızı şaşırabiliyoruz.

İnsan Hakları denen şeyin hangi insanlar için geçerli olduğu sorusunun, din tabanlı terörizm ile özgürlükler ülkesi Amerika boyutlarında tartışılmaya başlanması, beraberinde yepyeni soruları doğuruyor. Unthinkable bu kronik ikilemleri, politik ve insanî doğrultuda gerçek bir “sıkıntı” olarak yansıtmayı beceriyor. Kontrolsüzce gözünü karartabiliyor. Ancak bu kontrolsüzlük noktasında ne yazık ki kendisinin bir Hollywood filmi olduğunu hatırlamasıyla, başarıyla sarpa sardırdığı işleri, mantıksız aksiyonel hamlelerle bozarak söylemlerinin birçoğuna gölge düşürüyor. 53 sivilin ölümünden sonra bombayı bulamamış Brody’nin her şeye rağmen Younger’a fizikî ve manevî işkence edilmesini insanlığına yediremeyip bırakın bombalar patlasın, biz insanız haykırışı kulağa gerçek olamayacak kadar ulvî geliyor. Böyle gelmesinin sebebi de zaten bizzat içinde yeraldığı sistem olunca, haliyle bu “çatlak ses” çok daha insancıl geliyor. Oysa sistemi yürüten bireylerden bu seslerin çıkabildiği genişliği, onları sisteme yakınlaştırma tuzağı da taşıyor.

Aslında bu, 11 Eylül sonrası politik yapımların çaktırmadan da olsa sıkça başvurdukları bir yöntem. Bu yüzden gerçek sistem eleştirileri ile bu tuzakları ayırt etmede zorlanabiliyoruz. Yeri geldiğinde tek bir eri bile geride bırakmama fikrinin savunulması, burada tek bir insan uğruna milyonlarcasının feda edilebilmesi fikri ile çatışıyor ki, ne Amerikan ordu ve istihbarat sisteminin, ne de Hollywood’un bu kadar duyarlı ve tarafsız olabileceğine ihtimal vermiyoruz. İşte ortaya çok başarılı biçimde attığı çift taraflı tartışmaları bir süre sonra kontrolsüzleşen gücüyle oraya buraya savurmaya başlasa da, Unthinkable da gücünü büyük ölçüde bu tip yöntemlerden almakta.


Şimdi burada Unthinkable’a doğrudan bir tuzak demiyorum. Çünkü ne kadar ütopik, sloganvari ve zaten çoğunu bildiğimiz söylemlere sahip olsa da, “günah çıkarma” tuzaklarından uzakta bir tarafsızlık da taşımıyor değil. Özellikle buna bağlı olarak işkence olgusunun içinden çıkılamazlığını, işkencede sınırın nerede bittiğini kendine göre çok akıllıca kurgulamış bir film. Üstelik Brody gibi ahlâkçı bir karakter ile sağladığı dengeyi, yine Brody ile çelişkilere düşürme becerisi de taşıyor. Carrie-Anne Moss, resmiyet ve samimiyet arasında sıkışmış Brody ile genel olarak filmin bu etik belkemiğini doldurabilir nitelikte bir duruş sergiliyor. Hangi farklılığıyla işkence uzmanı olarak ün yaptığı belirsiz Humpries ise, acımasız soğukkanlılığı ile Brody’yi dengeleme işlevine rağmen, kendisine yüklenen dengesiz özellikleriyle tam oturmamış bir karakter profili çiziyor. “İşkenceci aile babası” kontrastından beslenmesi onu ilginçleştiriyor ama Brody’nin hümanist çıkışlarına karşı süngüsünü de kolayca düşürebilmesi, eğer inandırıcı olabiliyorsa Jackson’ın kalıbına uygun oyunu sayesinde mümkün oluyor. Fakat İngiliz oyuncu Michael Sheen’in hafızalardan kolay silinmeyecek oyunu söze gerek bırakmasa da, hem söze döktükleri, hem de sadece belden yukarısıyla filmin en dikkat çekici noktasını oluşturuyor.

Unthinkable daha çok dizi oyuncusu olarak kariyeri bulunan İngiliz aktör Peter Woodward’ın, romantik Closing The Ring filminden sonra ikinci uzun metraj senaryosu. Sözünü etmeye çalıştığım zayıflıklara, hele de finaldeki oldu bittiye karşın izleyeni türlü açılardan vicdan muhasebesine zorlayan, cevabı güç sorular sorduran ve baştan sona diken üstünde tutan bir film tasarlamış. Bir süre sonra gerilimini “bombalar patlayacak mı”dan uzaklaştırıp Younger’ın insanî varoluşuna odaklayabilmiş. Filmin son karesiyle de o ana dek verdiği bir sürü mesajın üzerine sonuçları öngörülemez fantastik bir son nokta koymuş. Lâkin böyle giderse sonuç bu olacak türünden bir öngörü olarak da algılanabilir bu durum. Her şeyin ötesinde, tartışılabilir bir film çekebilmek de önemli. Sözümü, böylesine ciddi bir filmde beni güldürmeyi, güldürürken de düşündürmeyi başarabilmiş, bu sayede mesajlarına mesaj eklemiş bir replikle bitirmek isterim: Younger o ütopik isteklerini saydıktan sonra üst düzey FBI yetkilisi Jack Saunders şöyle diyor: “Adamı isteklerini yerine getiriyoruz gibilerinden ikna etsek?"

2 Ağustos 2011 Salı

Bully (2001)


Yönetmen: Larry Clark
Oyuncular: Brad Renfro, Nick Stahl, Bijou Phillips, Michael Pitt, Rachel Miner, Kelli Garner, Leo Fitzpatrick, Daniel Franzese, Nathalie Paulding, Jessica Sutta
Senaryo: David McKenna, Roger Pullis, Jim Schutze

Lise öğrencisi Marty, zengin ve şımarık arkadaşı Bobby’nin aşağılamalarına, hatta şiddetine maruz kalan içine kapalı bir genç. Marty ve Bobby, uyuşturucu, gece hayatı ve günlük cinsel ilişkilerle Florida’nın bu küçük kasabasında günlerini gün ederken tanıştıkları bir grup genç ve onların tanıdığı başkalarıyla sekiz kişilik bir çeteye dönüşüyorlar. Bir süre sonra Bobby’nin tavırlarından rahatsız olan grup, ailesine kuzu, arkadaşlarına uzlaşmasız bir serseri gibi davranan Bobby’yi öldürmeye karar veriyorlar. Gerçek olaylara dayalı Jim Schutze kitabı Bully: A True Story of High School Revenge’ten David McKenna (ki kendisi American History X’in de senaristi) ve Roger Pullis’in senaryosunu yazdığı Larry Clark filmi Bully, gençlerin bu birleşme, plânlama, harekete geçme ve sonrası üzerine çoğunlukla karakterlerin ruh hallerini de yansıtan bir üslupla bezgin, puslu, gerilimli, yani kısacası kafası dumanlı bir anlatıma sahip.

Fakat bu tâbirleri olumsuz almamak gerek. Her ne kadar gerçeklere dayalı olsa da, gerçekliği kamuoyunda da tartışılmış bir lise suç filmi olarak Bully, şiddet ve seks öğelerini kendi liginin üzerinde sayılabilecek bir sertlikle işlediği kadar, uyuşturucu triplerinin dengesizleştirdiği ve hissizleştirdiği ergen tepkilerini/tepkisizliklerini serbest bir stille ele almış. Yiyip içip durmadan birbirleriyle yatan, aylak aylak gezinen bu gençlerin kaybolmuşlukları veya bir yere varmayan diyalogları da bu ruh halinin çıkışsızlığını anlamlandırıyor. Başlangıçta sıklıkla geyiğe vuran, absürtleşen bu yapısı, kendi aralarında dengesiz tek suçluk bir çete haline gelmeleriyle yerini panik atmosferine bırakıyor. Bu noktadan sonra kimsenin polis sorgusunda suç ortaklarına güvenememesinin getirdiği çözülmenin biraz da “film gibi” yorumlara ve abartılara kaçması, filmin seyirci gözünde kazandığı olası kredileri har vurup harman savurmuyor.

Brad Renfro, Nick Stahl, Bijou Phillips, Michael Pitt, Kelli Garner gibi 80’li yıllarda doğmuş, yaşları birbirine yakın oyuncuların yeteneklerini sergileme fırsatı da buldukları senaryosu, finalde gençlerin başına gelenleri okuduğumuz yazılardan sonra “bu olay size ders olsun” tavrıyla sanki bir miktar taraf değiştiriyor gibi de sanki. Kids, Bully ve Ken Park gibi ergenlik odaklı filmlerin aykırı yönetmeni olarak ün yapmış Larry Clark, gençlerin uyuşturucu, seks, aşk, kavga, hatta cinayet keşiflerinden derlenmiş senaryo parçacıklarında kendi tecrübelerini saklayan otobiyografik anlatım şeklini Bully ile bir üst kademeye taşıyabiliyor. Gençlerin suça eğilimleri ve motive oluşlarıyla, bunun sonuçları üzerine Larry Clark’tan kafası iyi bir bağımsız.