30 Ocak 2011 Pazar

The Man From Nowhere (2010)


Yönetmen: Lee Jeong-beom
Oyuncular: Won Bin, Kim Sae-ron, Kim Tae-hoon, Kim Hee-won, Kim Seong-oh, Lee Jong-pil, Thanayong Wongtrakul
Senaryo: Lee Jeong-beom
Müzik: Hyun-jung Shim

Eski bir ajan olan, fakat yaşadığı trajik bir olaydan sonra kabuğuna çekilip gözden uzak rehincilik işi yapan Tae-sik, komşusu olan uyuşturucu işine bulaşmış bir kadın ve onun küçük kızı So-mi yüzünden adım adım belâya sürüklenir. Normalde belâdan uzak durmaktadır. Ama dış dünya ve insanî duygularla bağlantısının kopmamasını sağlayan küçük So-mi ile yaşadığı mesafeli dostluk, So-mi’nin organ mafyası tarafından kaçırılmasıyla oku yayından çıkarır. Bu mafyanın güçlü babasını alt eden Man-sik ve Jong-sik kardeşler, kaçırdıkları So-mi’nin Tae-sik için önemini anlayınca şantajla onu kirli işlerine alet etmeye başlarlar. Tae-sik, hiç hafife alınmayacak bir avcıdır. Ama bu kez değer verdiği So-mi’yi kurtarabilmek için çok dikkatli bir avcı olmak zorundadır.


2006’daki Cruel Winter Blues’un ardından 4 yıl sonra ikinci filmini yazıp yöneten Lee Jeong-beom, Tony Scott filmi Man On Fire’ın etkisinde kaldığını hissettiren, buna karşın kendi çevre düzenini de senarist olarak olmasa da yönetmen kaygılarına iyi uyarlayan bir anlatım benimsemiş. Gerçi çok fazla mizansen ve bunları Hong Kong aksiyonlarına kaydıran aksiyon fikirleri mevcut. Ama özellikle Tae-sik ve So-mi arasında yaratılan kimyanın kısa ve etkili hazırlanışı, sonrası nasıl gelişirse gelişsin bu arkadaşlığın etrafına bir kalkan kurmayı beceriyor bana göre. Sonrası zaten malum. Tüm öfkesini ve şiddetini organ/uyuşturucu mafyasına akıtan, zaman zaman o öfkenin gözünü kör etmesiyle mantık hatalarını sürükleyiciliği su götürmeyen aksiyonuna katık eden, haliyle kamu vicdanından ödün vermeyen bir film haline giriyor. Vicdan yüklenmesi sonucunda da pamuk prenses ve onu öldürmek için görevlendirilmiş avcı konumuna benzeyen bir durumun içinden hasarsız çıkamıyor. (Üstelik burada avcının öldürmek yerine sadece göz oydurma görevi üstleniyor olmasına rağmen çıkamıyor.) Yine de sıradan bir Hong Kong aksiyonunun hiç üzerine vazife olmayacağı, bu yüzden adam gibi beceremeyeceği ölçülerde organ mafyasının rutinlerine bakış atmasını biliyor. İşin içinde Tae-sik gibi gizemli ve becerikli bir aksiyon kahramanı, So-mi gibi talihi kendisi kadar mükemmel olmayan bir kız çocuğu, insanları satılacak organlar olarak gören acımasız mafya adamları ve bunların beraberinde getirdiği vicdana hitap eden dramatik bir anlatım girince iş kolaylaşıyor.

Bugüne kadar Taegukgi ve Mother’daki dikkate değer performanslarını izlediğim Won Bin’in az ama öz kariyerine bu filmler kadar olmasa da Tae-sik karakteriyle etkili bir parça daha eklediğini söyleyebiliriz. Lâkin asıl gücünü Tae-sik’ten değil, Won Bin’den alan bir etkinlik bu. İyi oyuncu naif bir küçük kardeş veya yarım akıllı bir evlat olabildiği kadar gözüpek bir ajan eskisi de olabiliyormuş duygusunu hiç yadırgatmıyor kendisi. Man On Fire döneminde Dakota Fanning ne ise, şimdilerde Kim Sae-ron Güney Kore sinemasında aynen o, hatta daha fazlası. Üstelik Fanning’in aksine onun A Brand New Life gibi sessiz sedasız çok önemli bir başrolü kapıp götürmüşlüğü mevcut. Bazı sahnelerde Won Bin’den rol çalması yadırganacak birşey değil. Sonuç olarak, aksiyon dram sevenlerin uğramaları durumunda sıkıntı çekmeyecekleri, finaldeki dokunaklı bakkal sahnesi gibi buruk sonları sevenleri memnun edecek bir film The Man From Nowhere… Keşke filmin adı “Rehinci Hayalet ve Çöp Tenekesi” olsaymış.

27 Ocak 2011 Perşembe

Stander (2003)


Yönetmen: Bronwen Hughes
Oyuncular: Thomas Jane, Dexter Fletcher, David O'Hara, Deborah Kara Unger, Ashley Taylor, Marius Weyers
Senaryo: Bima Stagg
Müzik: David Holmes

Güney Afrika Johannesburg’da görev yapmakta olan saygın polis şefi Andre Stander, 80’lerin başlarında işinde çok başarılıdır. Güzel karısı Bekkie ile tutkulu bir evlilik sürdürürken, bastırmak zorunda kaldıkları siyahların isyanında aksilik yaşayınca mevkisini, makamını, yaşadığı hayatı sorgulamaya başlar. Geçici bir bunalım hali olduğu düşünülürken birdenbire tek başına banka soymaya başlayan biri oluverir. Üstelik soygunlarını öğle tatillerinde kılık değiştirerek gerçekleştirmekte, sonra da mesaisine kaldığı yerden devam etmektedir. Ardından ekibiyle birlikte soygunun yapıldığı yere, bu kez polis kimliğiyle giderek insanlara sorular sormaya, kendi yaptığı soygunun suçlusunu bulma numarası yapmaya başlar. Bu sorguların birinde mağdur kişiye sorduğu “soyguncu neye benziyordu” sorusuna “size!” cevabı alınca, bir hobi, bir hastalık, bir tutku haline gelen banka soygunları polis teşkilatını, özellikle de Stander’in beraber çalıştığı kankası Cor’u kuşkulandırır. Sonunda bir soygunda Cor tarafından enselenen Stander, 32 yıl hapse mahkum edilir. Bunun iki yılını yattıktan sonra hapiste tanıştığı Lee McCall ile birlikte kaçmayı başarır. Daha sonra yine hapiste tanıştıkları Allan Heyl’ı da aralarına alarak Stander’ın deyimiyle “sistemin ve sermayedarların canına ot tıkamak” üzere hep beraber yeni soygunlara doğru yelken açarlar. Çetesi ile hızı kesilemeyen “wanted” bir şahsiyet haline gelen Stander, suç dünyasının çok tartışılan aykırı figürlerinden biri haline gelir.

Filmin başına dönersek, hızlı ekipler amiri Andre Stander’ın düğününe, balayına ve güzel karısı Bekkie ile yaşadığı aşkına tanık olduğumuz bölümler bizi nasıl bir filmin beklediği hakkında pek de fikir sahibi yapmıyor. Ama yine de işleniş açısından kendine bağlayan bir çekicilik mevcut. Çok başarılı isyan sahnesi, bizi hala nasıl bir film beklediği hakkında fikir sahibi yapmadığı gibi bu çekiciliği devam ettiriyor. Hızlı/yavaş planların, Afrika sıcağı ile gerilim sıcağını beraber servise sunan sağlam bir sinematografinin, kaos ortamının yarattığı gerilimin konuştuğu bu sahnede yaşanan trajik olayların ardından, Stander’in babasıyla ırkçılık ve sermaye tabanlı bir şeyler gevelemesi tansiyonu düşürse de, bunun belirtilmesi boşuna değil. Stander’in gündüzden geceye dönüşüm sürecine tutulan ışıklardan biri.. Ne zaman ki Stander, isyan sonrası tuhaf ve yoğun bir belirsizlikle kaplanmış psikolojisi sebebiyle bir öğle tatilinde tek başına banka soygunu kariyerini başlatıyor, işte o zaman film başlıyor. Hızlı ama baş döndürmeyip mide bulandırmayan kurgu, heyecan, macera, elbette biraz allanıp pullanıp perdeye uyarlanmış bu yaşanmış olaylar zincirini bir seyir zevki haline getiriyor.


Stander’in bir suçlu portresi olarak doğuşu, gerilimin gölgesinde sürdürdüğü gösterişli hayatı, çetesi, karısı ve babası ile olan uzak ilişkisi ve tabi sonu, çok lezzetli bir macera filmi ile sade bir dramı bütünleştiriyor. Hele de Stander’a beyaz perde karizması sağlayan Thomas Jane’in ekranı dolduran güçlü ve seviyeli oyunu (ki kendisinden hiç beklemezdim) ile film zıpır bir aksiyon ile kısmen de olsa suç/suçlu anatomisi arasında mekik dokuyan olgun bir görüntü çiziyor. Thomas Jane’in katkılarıyla sempatik ve karizmatik bir anti-kahraman kimliğine bürünen Andre Stander’in bir soyguncu, yani kötü adam oluşu yanında, bu eylemleri anarşik çıkış noktalarıyla mazur gösterme gayretleri, sistemi çökertme arzusu, gerçek hayatta neden onun alternatif hayran kitlesine sahip olduğunu yeterince açıklıyor olsa da, görünenin altında yatan sebepler üzerine de boş konuşmayan bir film.

Andre Stander, vakti zamanında temsil ettiği baskıcı ve ırkçı sistemin bir parçası olmayı içine sindiremeyip çeşitli derecelerde dönüşlerle o sistemin kurtulmak istediği ele avuca sığmaz bir suçluya evriliyor. Zenginden alıp kendi yiyen bir Robin Hood, kendini yıllarca kullanmış, adam öldürtüp bunu kendi kitabına uydurmuş sistemden, onun parasını çalarak intikam alma yolunu seçen bir yol şovalyesi gibi payeler biçilebilecek bir isyancı. Kötü adamın bu denli sempatik gösterilmesi/gelmesi pekçok filmden alışık olduğumuz bir hadise. Ama Stander, bir Charles Manson da değil nihayetinde. Sevebilen, sayabilen, kişilik sahibi bir suçlu. Hatta onurunu kurtarmak, özür dilemek, günahlarından arınmak için bir araba sopa yemeyi göze alabilecek kadar hem de. Suçunun temelinde yatan sebepler ise daha açıklanabilir ve kabul görebilir nitelikte. Kötünün sempatik sunumu meselesi de ayrı bir yazı konusu.


Hollywood’un oyuncak ettiği, cevherini görmemizi engellediği Thomas Jane’den başka filmde Stander’in eşi Bekkie rolünde Kanada asıllı Deborah Kara Unger gibi bir buz kraliçesi de var. Bu sıfat, bir buz patencisi olmasından değil, izleyene sağı solu belli olmayan bir tekinsizlik zerkeden simasını, aynı özellikteki oyunuyla paketleyen, yolda görülse kaldırım değiştirmek ile değiştirmemek arasında ikilemler yol açabilecek vahşi havasından gelmekte. Neyse ki bu filmde o taraklarda bezi yok. Fakat Crash, The Game, Payback gibi filmlerde yarattığı famme fatale, fitne fücur kadınlar ile hermafrodit bir koku sezdirmeyi becermiş bir aktris. Stander çetesinin iki üyesini canlandıran Dexter Fletcher ve David O’Hara da filmin genel havasına çok uyumlu seçimler. Çok derin bir senaryosu ve devasa aksiyon numaraları olmayan Stander’ı beğenmemin önemli sebeplerinden biri, 70’li yılların cool modasının, 80’lerin yapmacıklıklarına henüz bulaşmadığı geçiş dönemini çok iyi etüd etmiş bir görüntü estetiği yanında, müziklerin de aynı geçişe sağladığı uyum oldu. Ocean’s 11-12-13, Out Of Sight filmlerinin süper müzisyeni, güzel insan David Holmes, dramatik yoğunluk içeren sahneler ile araba takip sahneleri arasında kopmadan gidip gelen temalara imza atıyor.


Kanada, Güney Afrika, İngiltere ortak yapımı Stander, A sınıfı Hollywood maceralarının çoğunun canına okuyabilecek güce sahip. Pek ilgi görmediği açık. Zaten DVD’sini de ucuz reyonda buldum. Başka bir husus da filmin yönetmeni Brownen Hughes’ü erkek sanmış olmam. Açıkçası böylesi erkeksi ama estetik (erkekten estetik olmaz mı demek oluyor şimdi bu!) bir filmin yönetmeninin kadın olacağı aklıma gelmezdi. Hani bir önceki Ben Affleck-Sandra Bullock romantizmi Forces Of Nature’un yönetmenliğini bir kadına yakıştırabiliyoruz da Stander’ı yakıştırmıyoruz. Bazı kadınların önyargıları yıkmaları gibi biz de kendi önyargılarımızı sıkça gözden geçirsek iyi olacak. Stander’ın, keşfedilmeyi, zevk almayı bekleyen soğukkanlı bir havası var. Büyük maçları ve sahada oynayan büyük oyuncuları seyretmek zorunda bırakılan, aslında kendisi de çok yetenekli olan yedek sporculara benziyor.

22 Ocak 2011 Cumartesi

The Misfortunates (2009)


Yönetmen: Felix Van Groeningen
Oyuncular: Kenneth Vanbaeden, Koen De Graeve, Wouter Hendrickx, Johan Heldenbergh, Bert Haelvoet, Gilda De Bal, Natali Broods, Pauline Grossen, Valentijn Dhaenens, Sara De Bosschere, Jos Geens
Senaryo: Christophe Dirickx, Felix Van Groeningen, Dimitri Verhulst
Müzik: Jef Neve

Küçük bir Belçika kasabasının salaşlığını, bıkkınlığını ve pasifliğini, sıra dışı Strobbe ailesinin salaşlığıyla birlikte ele alan The Misfortunates, bir aileden çok, bir kabilenin işe yaramaz erkeklerini andıran 4 erkek kardeş ile büyümek zorunda kalmış 13 yaşındaki Gunther tarafından bu hayata bakan bir dram. Kardeşlerden en büyüğü olan Celle’in oğlu olan Gunther, bu anormal büyüme ortamının göbeğinden çıkmış orta yaşlı bir yazar ve sevgilisi istem dışı hamile kalmış bir baba adayı olarak bize anlattığı hikâyesinde, çılgınlığın sınırlarını zorlayan ve aşan babası ile amcalarını tüm sinir bozucu yönleriyle ele alıyor. Onların sorumsuzlukları ile, sabır taşı haline gelmiş babaannesi arasında çoğu zaman kendi başının çaresine bakmak durumunda kalan çocuk Gunther, çok satan yetişkin yazar Gunther olunca, kişiliğini şekillendiren geçmişiyle tekrar yüzleşiyor. Aynı odada kaldığı amcasının eve attığı kadının şehvetli inlemeleri arasında uyumaya çalışan, babasının kusmuklarını temizleyen, mağara adamı amcalarından envai çeşit küfür işiten, onlar gibi akşamdan kalma vaziyette gezen Gunther’in okul ve sosyal hayatı da sorunlarla dolu hale geliyor.

Yalnız tüm bu iğrençliklerin yanında Strobbe ailesinin tuhaf biçimde birbirlerine bağlılıkları da filmin temas noktalarından biri olarak atlanmıyor. O kadar ruhsuz ve bilinçsiz aile fertleri izliyoruz ki, artık bir yerden sonra o bağlılıkları gördükçe bizler bile sarılabilecek bir şeyler bulmuş gibi hissedebiliyoruz. Zaten bana göre filmin en dikkat çekici başarısı (ki filmin yetişkin Gunther dışında kalan tümü buna dahil), bir süre sonra bu tuhaflığın kanıksanmaya başlanması, hiç de abartılı veya saçma gelmeyen gerçekliği. Yönetmen Felix Van Groeningen, Strobbe ailesini anlatırken kurduğu her denklemin basit çözümleri bulunduğunu, absürdlüğe varan anların bile hayatın içinden çıkan normal olasılıklardan ibaret olduğunu birbirine karışmış duygular eşliğinde savunuyor sanki. Gunther’in bu ortamda fazla istismara uğramamış olması (ortamın kendisi başlıbaşına istismarken), amcaları tarafından korunup kollanması, bir yeğen veya evlattan ziyade arkadaş gibi görülmesi, onun farklı bir olgunlaşma sürecinden geçmesini sağlıyor. Kaçıp kurtulmayı düşlese bile ailesini seviyor, babasına laf söyleyenlerle kavga ediyor. Filmin abartılı ve saçma gelmeyen gerçekliği, bukalemun misali üzerine konduğu sahnelerde komediye, drama, gerilime dönüştükçe ve hiçbiri diğerinden kopukluk yaşamadıkça bu duygulara yaptığımız dikey ve yatay geçişlerin pratikliği anlatım yönünden hayranlık ve keyif veriyor.


Tuhaf yarışmalar kazanmaktan başka hayata dair ihtirasları olmayan sığ amcalardan biraz farklı olarak baba Celle’in oğlu Gunther’e bağlılığı oldukça dramatik testlerden geçiyor. Kaza kurşunuyla dünyaya gelmiş olmasına rağmen Celle’in Gunther’e olan sevgisini gösteriş biçimleri, sığ Strobbe kurallarını zorlayacak ölçüde tepkilere itiyor onu. Yatılı okula gitmek istediğini söylediğinde oğlunun canına kastedecek bir cani, rehabilitasyondan çıktığında ise ona normal babaların oğullarına ayırdığı türden vakit ayırabilecek kadar insan olabiliyor. Ama verdiği basit bir sözü tutamayacak kadar Strobbe olduğunu Gunther’in penceresinden görmek çok hüzünlendirici bir tecrübe. Tüm garabetine rağmen, Strobbe ailesine olan sevgisini çocuk kalbinde taşıyıp, baba olduğunda çocuğuna bir Strobbe gibi davranmama refleksinin insani aşamalarından çoktan geçmiş bir birey olarak Gunther için hayattan alınan en önemli ders, öyle ya da böyle sorumluluk sahibi bir karakter olmak. Hem geçmişine, hem kendine, hem de geleceğini şekillendireceği evladına sorumlu bir karakter.

Bu yapısıyla da “Şeylerin Boktanlığı”, “Çölde Kutup Ayısı”, hatta Strobbe erkeklerinin (ve tabiî dayakçı bir kocaya düşen kızkardeş Strobbe’nin) talihsizlik diye nitelendirilen seçme özgürlüklerini kullanış biçimleri göz önüne alındığında “The Misfortunates” gibi saçma sapan isimleri hak eden bir film değil. Bu kadar laftan sonra kulağa fazla didaktik bir filmmiş gibi gelmesini de istemem. Yer yer Trainspotting ya da Ex-Drummer kara komedisinden alınan tatları almanın da mümkün olduğu çok yönlü bir dram The Misfortunates...

20 Ocak 2011 Perşembe

Red (2010)


Yönetmen: Robert Schwentke
Oyuncular: Bruce Willis, Morgan Freeman, John Malkovich, Helen Mirren, Brian Cox, Mary-Louise Parker, Karl Urban, Richard Dreyfuss, Ernest Borgnine
Senaryo: Jon Hoeber, Erich Hoeber
Müzik: Christophe Beck

Eski bir CIA ajanı olan Frank Moses (Bruce Willis) yalnız ve sessiz bir hayat sürmektedir. Ta ki, yüksek teknoloji sahibi bir ekip onu öldürmeye kalkışıncaya kadar. Kimliğinin ortaya çıkması ve çok önem verdiği bir kadın olan Sarah (Mary-Louise Parker)’nın hayatının tehlikeye girmesi üzerine Frank eski takımını toparlar ve son bir yaşam savaşı vermeye başlarlar.

Kariyerinin başlarında Tattoo (2002) isimli stilize gerilim filmiyle dikkatleri çekmiş olan Alman yönetmen Robert Schwentke’nin idaresinde, Warren Ellis ve Cully Hamner’ın aynı adlı grafik romanından uyarlanan Red, Hollywood usulü leblebi çekirdek tipinde, ama oldukça sevimli bir aksiyon. Uyarla uyarla bitmeyecek bu "graphic novel" denizindeki balıklardan sadece biri. Bir grafik roman ürünü olmamasına rağmen, bir bardak suda fırtınalar koparmış The Expendables’dan kat kat eğlenceli bir film olduğu da kesin. John Malkovich, Morgan Freeman, Helen Mirren, Brian Cox gibi yılların karakter oyuncularını, banka hesaplarını biraz daha şişirmek adına bu ufak kaçamakta bir arada görmek eğlendirici olabiliyor. Artık bu usta oyuncuların perdeye yansıyan alışıldık sıcaklıkları mı, romatizmayı, astımı, şekeri, kolesterolü bir kenara bırakıp kötü adamların hakkından gelme misyonlarına geri dönen ajan eskisi İhtiyar Heyeti matraklığı mı bilmem, filme ayırdığım dakikalardan pişman olmadım diyebilirim.

Belki biraz daha Watchmen tarzı içerik sahibi bir senaryoyla bu sevimli ihtiyarlardan daha ciddi bir film çıkarılabilirmiş. Veya Schwentke, Tattoo’daki gibi karanlık ve etkileyici anlatımıyla filmi daha olgunlaştırabilirmiş. Ama o zaman da gişeye sevimli görünememe riski var. Zaten filmin ciddi görünmek gibi bir derdi de yok. Çarpıcı bir hikâye, zengin bir içerik, sonrası dikkatle hesaplanmış bir mantık barındırmadığı için, bu oyuncuların güzel hatırlarını Bruce Willis başrollü (ki o da emekli olmuş John McClane-Jason Bourne karışımından başkası değil) maço aksiyonlarla ekmek arası sunan bir film. Willis’in vefalı hayranları havada kapmıştır kapmasına da, tecrübe abidesi oyuncuları bu filmlere bonus olarak gören mantığın sonuçları “ne kadar ilginç olmuş, onları hiç böyle görmemiştik” ya da “ne kadar yazık, koca koca oyuncular ne hallere düşmüşler” şeklinde farklı yorumlara yol açabiliyor.


Bu kadar ağır topu bir araya getirdiğinizde mutlaka bir Shakespeare uyarlaması çekmelisiniz diye bir şey yok tabiî. Piyasadaki çoğu aksiyondan daha dişe dokunur ve amacına uygun şekilde ekran başında eğlendiren bir film olmak ona yetiyor. Wachowski biraderlerleri ve Timur Bekmambetov’u andıran sahneleriyle kulvarını belli etmekte. Üstelik bu çılgın ekibin gençliklerinde neler yaptıklarını, Victoria ve Ivan ilişkisini, Kordesky’yi, Marvin’i işleyen bir başlangıç filmine bile müsait bir sempati taşıdığı, en önemlisi de John Malkovich’in canlandırdığı Marvin’in tek başına bir filmi götürebilecek kapasitede olduğu fikrindeyim.

İsmi sayılan yaşlı ekibin yanında, Richard Dreyfuss ve Ernest Borgnine gibi iki konuk oyuncu (bu arada Borgnine'ı görünce hortlak görmüş gibi hissettim, zira öldüğü gibi bir fikre kapılmışım nedense!) ve bu kadronun altında ezilmeyen önemli rollerde Mary-Louise Parker ile Karl Urban da filme olumlu katkı sağlamaktalar. Peki ortada katkı sağlamaya gerek veya katkı sağlanacak birşey var mı derseniz, yok esasen. Bileşik Devletler Başkan Yardımcısı'nı alt etmek gibi büyük bir hedef seçen, onun 1980'lerde allahın Guatemala'sında yediği haltları örtbas etmek istemesi sonucu kontrolden çıkması üzerine ucu bizimkilere değen olaylar zinciri teknik açıdan The Expendables'ı andırıyor olabilir. Ama işte ne varsa eskilerde var!

14 Ocak 2011 Cuma

Knight & Day (2010)


Yönetmen: James Mangold
Oyuncular: Tom Cruise, Cameron Diaz, Peter Sarsgaard, Paul Dano, Viola Davis, Jordi Mollà, Gal Gadot, Maggie Grace
Senaryo: Patrick O'Neill
Müzik: John Powell

Oldukça sıradan bir yaşam süren ve yalnız bir kadın olan June (Cameron Diaz), kız kardeşinin evliliği için hazırlık yapmaktadır. Tesadüf eseri gizli bir ajan olan Roy Miller (Tom Cruise) ile karşılaşır. June, Miller'la tanışmalarının ardından bir yandan tehlikeli, bir yandan da eğlenceli bir dizi maceranın içine düşer. Ama ne yaparsa yapsınlar, tesadüfler onları hep bir araya getirecektir.

Normalde şu film hakkında söylenecek pek fazla bir şey olmazdı. Ama Heavy, Cop Land, Girl Interrupted, Identity, Walk The Line, 3:10 To Yuma filmlerinin yönetmeni James Mangold’un böyle acil tüketmelik bir filme adını yazdırması meseleye biraz olsun haber değeri katıyor. Knight and Day’i Neil LaBute veya McG gibi poşet yönetmenlerden biri çekmiş olsaydı Cruise-Diaz ikilisinin de gazıyla onlar için atlama taşı bile olabilirdi. Yönetmenlerin zaman zaman eğlenmek için dahi olsa kariyerlerine bu tip filmler eklediklerini gördük. Fakat Mangold gibi, yıldız olsun-olmasın, kaliteli oyuncuları mıknatıs misali kendine çekebilen bir markanın böyle yağ oranı fazla kaçmış popcorn bir film yöneteceğini pek beklemiyordum. Hani eğlenmek için bile olsa Knight and Day’in yönetmeni olmak ona yakışmıyor. Mangold’un künyesindeki en zayıf halka olarak görülen Kate & Leopold’un bile 90’lar Meg Ryan rom-komlarının sevimliliğine sahip bir yapısı vardı. Knight and Day’i bu tip hızlandırılmış aksiyon romantik komedi filmler arasında nereye koymalı bilemiyorum. Her türlü eleştiriye rağmen başlandığında çabucak sonunun getirildiği filmlerden biri olduğu kesin. Fakat bu kadar hızlı tüketilmesinin iyi bir film olduğu anlamına gelmediği de kesin.

O zaman neden Mangold veya Tom Cruise hâlâ bu filmleri tekrar tekrar dolaşıma sokmaktalar? Cruise’ün nedenlerinden ziyade, Mangold’un nedenleri daha ilgi çekici bana göre. Knight and Day için hiç lafı dolandırmadan, eğlence adı altında aslında paraya ve popülariteye doymayan kafaların bir ürünü olduğunu söylemek yeter. Böyle durumlarda “onların paraya ve şöhrete ihtiyacı mı var” savunması işlemiyor. Çünkü eğer beslenmezse şöhret çok çabuk sönüp giden bir olgu ve beraberinde parayı da getirmesi/götürmesi kaçınılmaz. İnsanoğlunun doyumsuzluğu para ve şöhrette kendini daha şiddetli gösterir. Ver ona son model bir araba, 599 bin euroluk Ferrari 599 GTO daha ister. Yönetmenlerin, oyuncuların eğlence anlayışları yanında, şan şöhret anlayışları da kendini bu filmler sayesinde gösteriyor. Hani Tom Cruise neyse de, ben Mangold’un bugüne kadar yaptığı işlere bakarak sinemayı bir eğlence aracı olmaktan çok, öyle ya da böyle sanatını ifade etme, geçmişe bağlı, geleceğe açık fikirlerini dile getirme platformu olarak gördüğünü düşünüyordum. Knight and Day’den sonra artık bundan şüpheliyim.


Bu kadar şey söyleyip de doğrudan filmden bahsetmemek olmaz. Büyük bir kase cips niyetine bir film olduğu mâlum. Anlaşılan bazı yönetmenlere hakaret gibi gelebilecek bu cümleden James Mangold memnun. Filmin en orijinal yanının Viola Davis’in varlığı olacağını düşünmüştüm. Oysa o da Doubt ile yakaladığı çıkışı mantık evliliği ile perçinlemek isteyen özelliksiz bir rolde. Bana orijinal gelen taraf ise Roy’un June’u birkaç kez bayılttıktan sonra içinden çıkılması imkânsız görünen durumlardan kurtulması ve bunların seyirciye gösterilmeden bir an önce kurtuluş sonrası sakinliğe dönülen anlar oldu. Yani filmin belki de en iyi yanları, o sahnelerin hiç gösterilmemesiydi. (Ya da o sahneler ne kadar hızlı geçer, ne kadar az gösterilirse film o kadar çabuk biter düşüncesinin verdiği rahatlıktı.) Absürd sahnelerin bolluğundan da rahatsız değilim. Hatta kalıbına uygun filmlerde çok gerekli olduğunu düşünürüm. Ama buradaki durum ya fazlaca kafaya takılabilecek (ki hiç gerek yok!) ya da boşverip hiç takılmayacak türden amatörlüklerle doluydu. Birkaç ay sonra özel kanalların sinema kuşaklarında tekrar tekrar dönecek bir filmi sırf yönetmeni hatırına önceden izlemiş olduk o kadar.

Saygın kabul ettiğimiz yönetmenlerin popüler isimlerle yaptıkları filmlerden beklentilerimiz, haliyle oyunculardan önce yönetmenlerin ne yaptığı üzerine yoğunlaşmakta. İşin aslı, Tom Cruise, Cameron Diaz gibi çapı belli oyuncuların Mangold ile çalışmalarından da önceki Mangold filmlerine benzer bir film beklemek ne derece doğru olurdu tartışılır. Yeni bir sinema dili geliştirmiş yönetmenlerden sayılmaz. Yine de çok daha kaliteli castlarla daha pozitif yapımlar kazandırmış bir adam olarak turistik James Bond zıpırlıklarının üzerine çok ufak geldiği bir gerçek. Belki de bu yüzden The Lives Of Others ile haklı olarak fırtınalar koparmış Alman yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck’ın Johnny Depp ve Angelina Jolie’li The Tourist filmine fazla bel bağlamamak gerek. Umarım yanılırım. Knight and Day kadar sıradan olmayacağını düşünsem de, gerek Amerika’ya transfer olmuşların, gerekse zaten Amerika’da olup da bir süre sonra bozulanların âkıbetleri göz önüne alındığında daha temkinli konuşmak icap ediyor. Öylesine bir film için tüm bunları söylerken bir Scorsese, bir Nolan izlemediğimin tabiî ki de farkındayım. Ama üzücü olan, altında onun imzası olduğu halde bir Mangold izlemediğimin de farkındayım.

9 Ocak 2011 Pazar

Troubleshooter (2010)


Yönetmen: Kwon Hyeok-jae
Oyuncular: Seol Kyeong-gu, Lee Jeong-jin, Oh Dal-soo, Joo Jin-mo-I, Lee Sung-min, Moon Jeong-hee
Senaryo: Kim Jeong-min-II, Kwon Hyeok-jae, Ryoo Seung-wan
Müzik: Jun-Seok Bang

Eski dedektif şimdinin özel dedektifi Kang Tae-sik bilmediği bir müşterisinden aldığı yasak ilişki işi için bir otele gider. Otel odasında karşılaştığı kadın cesedi karşısında şaşkına döner. Bu sırada otele polislerin gelmesi üzerine katil olduğuna inanılır. Kang Tae-sik'in her hareketinden haberdar olan gizemli biri onu arar ve içinde siyasi dengeleri bozabilecek bir tanığı kaçırması için ona şantaj yapar. Kang Tae-sik'in bütün gücüyle bu işten aklanmak için uğraşması ve bu komplonun arkasındaki gizemli kişiyi bulması gerekecektir.

Kwon Hyeok-jae'nin ilk yönetmenlik denemesi olan Troubleshooter, başlarda eceleye gelmiş izlenimi uyandıran bir komployu gittikçe daha da dallandırıp budaklandıran senaryosuyla dikkat çekici bir film. Senaryoyu yönetmen Kwon Hyeok-jae ile birlikte yazanlar arasında bulunan Ryoo Seung-wan'ı, çok beğendiğim, hatta Güney Kore sineması şu haline geldi geleli çıkardığı en iyi filmlerinden biri olarak gördüğüm 2004 tarihli Crying Fist'den bu yana takip ederim. Ama ne yazık ki o zamandan beri bu adamın ne senaryo, ne de yönetmen olarak iyi filmine rastlamadım. Burada katkıda bulunduğu senaryonun kafa karıştıran suç ağı oldukça iyi örülmüş denebilir. Birinci sınıf Hollywood aksiyonlarını aratmayan bu komplo senaryosuna, aynı sınıfın tekniklerini de eklediğimizde, izlemesi sıkmayan bir polisiye ortaya çıkıyor. Üzerine oyunlar oynanan dedektif eskisi, yozlaşmış polis ve politikacı figürleri, son dakika müdahaleleri, mantığa meydan okuyan kaçma-kovalama-kurtulma sahneleri, herşey o kitaba gayet uygun.


Yalnız filmin en önemli eksiklerinden biri, bu büyük komplo için neden Kang Tae-sik karakterinin seçilmiş olduğu üzerine sağlıklı gerekçeler sunamaması. Gerçi birtakım eski hesaplar devreye giriyor gibi görünmekte. Fakat ortada doğrudan seçim politikalarını etkileyecek büyük bir şantaj dönüyor ve üzerine yıkılan suçla bir anda aranan durumuna düşen Kang Tae-sik'in neden bu işin içine sokulduğuna dair fazla sebep öne sürülmüyor. Sürüldüyse de, ya senaristlerin düşündüğü ölçülerde o bağlantıyı kuramamış ya da o bağlantıyı toptan kaçırmış olmalıyım. Herhalde bu komplo üzeri şantaj olayının altından kalksa kalksa bizim eski polis Kang Tae-sik kalkar diye düşünmüş olmalı sevgili komplocu ve senaryocu arkadaşlar. Hem zekâsını, hem de fizik gücünü kullanarak kalkmasına kalkıyor da. Şantajcı güçlerin direktiflerini yerine getirme, kendini aklama, çok önemli bir tanığı koruma, eski bir hesabı bulunan bir sapıkla başetme ve arasının limoni olduğu kızını tüm bu karışıklıktan uzak tutma arasında sıkışan bir ex-polis olmanın altından kalkmak, şu sıralar sadece Dexter'ın yapabileceği birşey gibi görünse de, Kang Tae-sik bunu başarıyor denebilir. Bu da filmin seyir zevkini arttırıyor.

Seyir zevkini arttıran bir diğer önemli unsur da, Güney Kore sinemasının en iyi aktörlerinden biri olan Seol Kyeong-gu'nun varlığı tabiî. Onun gibi yeraldığı her filme oyuncu olarak pozitif özellikler katan usta ve çalışkan bir aktörü izlemek zevk veriyor. Entrikalarını sindire sindire açmayı ilke edinmiş, Hollywood'un davul zurnayla sunacağı bazı ufak tefek sürprizleri abartmaktan kaçınmış, buna rağmen sürükleyiciliğini korumayı başarmış bir film olarak Troubleshooter, köşebaşında rastlanırsa selam verilecek bir film hüviyetinde bana göre.

4 Ocak 2011 Salı

The Cell (2000)


Yönetmen: Tarsem Singh
Oyuncular: Jennifer Lopez, Vince Vaughn, Vincent D'Onofrio, Colton James, Musetta Vander, Marianne Jean-Baptiste
Senaryo: Mark Protosevich
Müzik: Howard Shore

Şimdi bir Jennifer Lopez ile Vince Vaughn filmi desek akla hemen Owen Wilson’un biryerlerden fırlayacağı gerzek bir romantik komedi gelme ihtimali yüksek olacak. Lakin The Cell, henüz Lopez’in Lopez, Vaughn’ın da Vaughn olmadığı, 2000 yılına ait çok şık bir görsel deneyim. Hani oyunculuk olarak seri katil Carl Stargher rolündeki Vincent D’Onofrio’nun eline su dökebilecek bir babayiğit bulunmaması filmi o kadar da kasmıyor. Zaten Mark Protosevich’in yazdığı filmin başrolünde kesinlikle yönetmen Tarsem Singh var. Ona geçmeden evvel konu hakkında biraz bilgi verelim. Yeni bir terapi buluşu üzerinde çalışan bilimsel bir ekip, buldukları transandantal metod sayesinde insan zihninin derinliklerinde kalmış fantezilere, rüyalara, düşüncelere zihinsel yolculuklar yapabilmektedirler. Teknik ekip yardımıyla bu yolculuğu bizzat yapabilen tek kişi psikolog Catherine Deane (Lopez)’dir. Fakat bu teknik şimdiye dek sadece bir kaza sonrası zihinsel komaya girmiş küçük Edward üzerinde uygulanmaktadır. Catherine, uzun terapileri sonucu hala Edward üzerinde bir gelişme kaydedememiştir.

Öte yandan, seçtiği genç kızları kaçırıp onları büyük bir su tankına hapseden, boğduktan sonra da akıl almaz yöntemlerle nefsini körelten sapık Carl Stargher (D’Onofrio), son kubanını da tankın içinde ölüme terk ettikten sonra yakalanır. Ama o da zihinsel olarak komaya girmiştir ve bir yerlerde bulunup kurtarılmayı bekleyen bir genç kız vardır. Bunun üzerine FBI ajanı Peter Novak (Vaughn), Stargher’ın zihnine girip, kurbanının yerini öğrenmesi için Catherine ve ekibiyle işbirliği yapar. Stargher’in beyninde ve dışarıda zamana karşı bir yarış başlar.


Aslında The Cell gibi filmlerden çok var, uzak durulmalı diye düşünenler çıkabilir. Bir sapık seri katil veya azılı bir terörist, onun sakladığı bir felaket veya gizlediği ölümcül bir bomba/virüs. Daha sonra onu yakalamak ve yanlışları düzeltmek için farklı kesimlerden iki doğrunun bir araya gelmesi (-ki bu doğrulardan biri okumuş zeki ve güzel bir kadın, öteki geçmişi arızalı yakışıklı bir polistir). Bu iki doğru, türlü aşamaların ardından yanlışın imanını gevreterek mutlu sona ulaşırlar. The Cell için de benzer bir kalıptan söz etmek yanlış olmaz. Fakat The Cell’de yanlışın icabına bakmak için kurulan tezgah diğerlerine pek benzemiyor.

Catherine’in Stargher’ın çocukluğuna inerek son kurbanını nerede ölüme terk ettiği bilgisini alma amacıyla başlayan, ancak sonradan indiği bu çocukluğun aslında ne kadar yardıma muhtaç olduğunu fark etmesiyle gerçekleşen kişilik dönüşümü oyunculuk manasında Lopez’i aşan bir durum. Aynı şekilde, parçaları birleştirme konusunda yalamış yutmuş akıl küpü, ve her şeyden mühimi “ciddi” FBI ajanı Novak tiplemesi de Vaughn’ı aşan bir durum. Her ne kadar bir Lopez’den farklı olarak geçmişi olan bir oyuncu olsa da.. Ama bence her ikisinin bu vasatlığı çok fazla göze batmıyor. Çünkü yönetmen Tarsem Singh, bir tarafta akan o bildik polisiyenin öbür tarafını, yani Stargher’ın karanlık ve sırlarla dolu zihnine yapılan tehlikeli yolculuğun görsel yanını o kadar sağlama almış ki, o sahnelerdeki ayrıntıların, renklerin, planların, kostüm ve kompozisyonların seyrine doyum olmuyor. O sahneler bir yerde Tarsem Singh’in zihnine veya öbür tarafına yapılan bir yolculuk. Filmin en büyük zenginlik kaynağı, bu kaotik ve gözalıcı atmosfer.

Hint asıllı yönetmen Tarsem Dhandwar Singh, Kaliforniya’da tasarım üzerine eğitim veren bir sanat kolejinden mezun olmuş. Çeşitli reklam filmleri çekmiş ve iş, REM videosu Losing My Religion’a kadar gelmiş. O klipteki görsel zenginlikten de anlaşılacağı üzere geldiği kültürün motiflerini müthiş bir hayal dünyasıyla birleştirme yeteneğine sahip. Söz o klibe gelmişken, klipte Michael Stipe’ın şarkı söylediği odanın tasarımının bir benzerini The Cell’de de görmek hoş bir tesadüf oldu. Catherine, Stargher’ın beynine daldığı seansların birinde kendini o Losing My Religion’un söylendiği odanın benzerinde buluveriyor. Stargher ise o sırada kurbanlarından birini küvette doğramakla meşgul. Aynı odada Catherine’e 6 yaşında geçirdiği trajik vaftiz töreninden (eve döndüklerinde babasının kaburgalarını ve çenesini kırmasından) bahseden Stargher’ın inancını neden yitirdiğini biraz zorlama da olsa bir punduna getirip ilişkilendiriyorum.


Oyunculara tekrar dönersek Vincent D’Onofrio dışında pek sivrilik görmek zor. Bir masanın bile durduğu yerde ondan daha iyi oynayacağı J-Lo’yu bile harika kostüm ve makyajlarla duruş itibariyle karizmatik gösterebilen Tarsem Singh’in en çok faydalandığı isim olmuş D’Onofrio.. Oynadığı birçok filmde sağı soğu belli olmayan, sigortası atmış karakterleri gözalıcı biçimde hayata geçiren oyuncu The Cell’de insanı büyülüyor adeta. Onun da makyajı, kostümü yerli yerinde ama üzerine psikopat bir kimlik de giydirebildiği için Kötü Adamlar Klübü’nün saygın üyelerinden biri olmuştur her zaman. Vince Vaughn ise, omuzunda Owen Wilson’u gezdirmediği vakit biraz daha çekilir bir insan. İzlediğim filmleri arasında bir tek Swingers’ı beğenmişimdir. Tabi Lopez’de olduğu gibi Vaughn için de The Cell’de rol almak bir şans olmuş. Bir de filmde hep belden yukarısını gördüğümüz kumanda masasındaki Dylan Baker var ki, onu da Todd Solondz filmi Happiness’daki unutması zor sapık baba performansıyla hatırlarız. Yine de The Cell eğer iyi bir film ise bunu tamamen Tarsem Singh’e borçludur.