28 Ekim 2010 Perşembe

Riding Alone For Thousands Of Miles (2005)


Yönetmen: Yimou Zhang
Oyuncular: Ken Takakura, Shinobu Terajima, Kiichi Nakai, Ken Nakamoto, Jiamin Li, Jiang Wen, Lin Qiu, Zhenbo Yang
Senaryo: Bin Wang, Yimou Zhang, Jingzhi Zou
Müzik: Wenjing Guo

Bir babanın ilgisine veya ilgisizliğine uğramış oğulların tüm hayatlarına kalıcı etkileri olduğunu görüyoruz. Baba-oğul ilişkisi, belli bir yaşa kadar normal seyrindedir. Ama oğul büyüdükçe, model aldığı babasının kuşağını sorgulamaya başlar. Çünkü baba, büyümekte olan oğluna artık eskisi gibi açık bir sevgiyle değil de, daha kontrollü, daha içe dönük, daha öğretici, ve bunun getirdiği didaktik sıkıcılıkla yaklaşmaya başlar. Belki de yetişkin birer erkek olarak bir çoğumuz bu yüzden babamızla en son ne zaman sarıldığımızı veya güle eğlene bir şeyler yaptığımızı hatırlamayız. Yine bazılarımız bunu babamızın bizi artık eskisi gibi önemsemediği “yanlış” düşüncesine bağlar. Oysa baba bir sığınak, bir yetkili merci, bir destektir. Baba, bırakın 18 yaşı, 25-30’da bile bir sosyal garanti abidesidir. Birçok kesimde baba, oğluna iş bulan, onu evlendiren, ona sosyal güvence sağlayan bir sigortadır. Oğul ise bunun rahatlığıyla boşvermişliğinin tüm olası negatif faturalarını sadece babasına keser. O yaşlı adam, artık oğlunu kucağına alıp sevemese bile, onu herkesin içinde övüp yüceltmeyi zaman zaman kendi olgunluğuna uygun göremese bile, onu çok sevdiği gerçeğini içinde taşır. Hem onu anlayabilmenin en etkili yolu, birgün o evladın baba olmasıdır. Baba olunca, çocuk veya ergen iken, o kimi zaman katı bulduğumuz, bizi asla anlamadığını düşünerek kızdığımız babamıza dönüştüğümüzü görmek hayatın tuhaf oyunlarından biridir. Ve belki o zaman yaşadığımız aydınlanma, bizi derin bir anlayışa, sorgulamaya, hoşgörüye iter.

70’li yaşlarındaki hali vakti yerinde Takata, Japonya’da balıkçılık yapmaktadır. Bir gün, uzun zamandır küs olduğu oğlunun eşi Rie, Takata’ya ulaşarak ona oğlunun kanser hastası olduğunu söyler. Dargınlığın kalkması durumunda onun sağlığına faydası olabileceği düşüncesiyle onu hastaneye davet eder. Takata üzüntü ve karışık duygularla hastaneye gider. Ama oğul Ken-ichi babasını görmeyi reddeder. Bir süre sonra gelini Rie, uzakdoğu halk dansları uzmanı olan eşinin Çin’in Yunnan bölgesinde çekmekte olduğu halk operası belgeseli ve belgeseldeki halk şarkıcısı ile ilgili yarım kalan çalışmasının kasetini Takata’ya gönderir. Ken-ichi, Çin’in geleneksel maskeli operalarından en iyisi sayılan “Binlerce Kilometrelik Yalnız Seyahat” i ve bu operayı en iyi seslendiren şarkıcı Li Jiamin’i filme almıştır. Şarkıcının bu operayı söylemek için bir sene sonrasına randevu vermesini izleyen baba Takata, ilk başta pek ilgisini çekmese de, kanser olan oğluyla ikinci bir şans elde edeceğini umarak oğlunun yarım kalan işini bitirmek üzere Çin’e doğru yola çıkar. Amacı Li Jiamin’in performansıyla “Binlerce Kilometrelik Yalnız Seyahat” i filme çekip hasta yatağındaki oğluna izlettirmektir.


Takata Çin’e vardığında bazı sorunlarla karşılaşır. İlk olarak Japonca bilmeyen saf tercüman Lingo’ya, Jasmine isimli bir tercüman bularak dil sorununu çözmek ister. Bunun yanında şarkıcı Li Jiamin hapse düşmüştür. Sıkıntılı bürokrasiyi zar zor aşarak Li Jiamin’i bulur, her şeyi hazırlar. Ama şarkıcı, hapse düştükten sonra göremediği küçük oğlu Yang Yang’ı aklından çıkaramamakta, şarkı söyleyememektedir. Takata’nın oğluna gösterebileceği bir performans elde etmesinin tek yolu, Yunnan’a gidip küçük Yang Yang’ı bulmaktır.

Takata’nın belki de oğlu için son kez bir şeyler yapma fırsatı elde etmesi, bu uğurda kilometreleri, bürokrasiyi, terslikleri aşmaya çalışması ve hesapta olmayan bir başka baba-oğul dramına tanık olması gerçekten çok dokunaklı unsurlarla işleniyor. Çin’in tarihsel dokusuna ayrı bir itina gösteren, o hissiyatı adeta görünmeyen bir oyuncu gibi kanlı canlı hale getirebilen Zhang Yimou, ağır ama sürükleyici temposuyla film süresince dolduruşa getirdiği, yükledikçe yüklediği izleyeni sona yaklaştıkça öyle bir boşaltıyor ki, buruşuk bir surat, ıslak gözler, buruk bir kalp, bitkin düşmüş bir huzur zaten söze gerek bırakmıyor. Taş kalpli olmaktan korkanların kendilerini test etmeleri için iyi bir fırsat olabilir. Zaten baba (veya adayı) olan herkese özel reçete olarak yazılmalı veya izlenmesi yönünde kanun hükmünde kararname çıkarılmalı. Filmdeki iki baba-oğul hikayesi, özellikle babalar açısından hüzün dağı eteklerinden hiç inmiyor. Farklı kesimden ve kültürden iki babanın, yine farklı insani açılardan tanık olduğumuz ortak olan tek özellikleri ise sevgi. Her ikisi de, Zhang Yimou’nun, aşka dair destansı ağıtlarını, babalar-oğullar yönünden ele aldığında da aynı görkemi elde edebileceğinin ispatı. Köyü ve kenti temsil eden bu iki baba, evlat sözkonusu olduğunda “dünya”yı ve “insan”ı yansıtıyor.


Zhang Yimou çektiği filmlere hayallerini, rüyalarını, gerçeklerini, emeğini, yüreğini koymaktan çekinmeyen fantastik bir yönetmen. İster epik tarihi filmler, ister bunun gibi modern zaman dramları yazıp-yönetsin, aynı yoğunluğu, içtenliği, sürekliliği yakalıyor. Görselliğe çok fazla arka çıktığı bir gerçek. Ama bazı işgüzar çağdaşlarının sırf görsellikle boşluk doldurmaya çalışmalarından farklı olarak, hikâyesine de en az onun kadar değer veriyor. Kendi filmini çekerken onun içinde yaşıyor adeta. Efsanevi atmosferler, masalsı sekanslar, rengârenk kostümler, inanılan oyuncular ve kalabalık figürasyonlar kullanmak, bunları tutkulu müzikleri ve kendine özgü romansı ile birleştirmek için gerekli erdemlere haiz. Mükemmeliyetçi yönetim ve organize kabiliyeti sayesinde, tüm dünyayı ilgilendiren önemli aktiviteler için akla gelen birkaç isimden biri oluyor.

Riding Alone For Thousands Of Miles, Çin’in maskeli opera geleneği veya Yang Yang’ın yaşadığı köy ve köylüler gibi folklorik motifleri, günümüz teknolojisi ile aynı filmde buluşturmayı kusursuz şekilde başaran bir film. Geleneksel öğeleri işleme yönünden eline, sadece yüzünü yıkaması için su dökülebilecek Zhang Yimou’nun, teknoloji ve insan ilişkileri arasındaki tartışmalı çizgiyi kendi dokunaklı yöntemleri ile aşması çok profesyonelce. Filmin duygu yüklü pek çok durağı mevcut. Hele bunlardan ikisi var ki samimiliğini, kırılganlığını ve yoğunluğunu teknolojiye borçlu. Bu sahneler, o son teknoloji ürünü makinelerin arasından insan yüreğine sızmayı başaran insancıl ruhun, bir babanın ciğerini nasıl dağlayacağını bilen sahnelerden.


Hong Kong, Japonya, Çin ortak yapımı Riding Alone For Thousands Of Miles, Zhang Yimou'nun en iyi filmlerinden biri. Aslında bu da saçma bir cümle oldu. Onun iyi olmayan filmi var mı ki? En kötü diyebileceğinizin derinlerinde bile mutlaka biryerlere dokunan anlar vardır. Bir film bir insanı nasıl ağlatabilir diye düşündüğüm, anlam veremediğim anlar olmuştu. Yaşlanma belirtileri mi, doğru zamanlama mı bilinmez, ama kesin olan Zhang Yimou'nun insan ruhunu iyi tanıyan, hangi bam tellerine basacağını bilen bir sinema adamı olduğu.

25 Ekim 2010 Pazartesi

The Loved Ones (2009)


Yönetmen: Sean Byrne
Oyuncular: Xavier Samuel, Robin McLeavy, John Brumpton, Richard Wilson, Victoria Thaine, Jessica McNamee, Andrew S. Gilbert, Suzi Dougherty
Senaryo: Sean Byrne

Mezuniyet balosuna gitmek istediği yakışıklı Brent kendisini kibarca reddedince zıvanadan çıkan Lola’nın neler yapabileceğini gördüğümüz The Loved Ones, beş kısa filmin ardından ilk uzun metrajını yazıp yöneten Sean Byrne'ın filmi. Byrne, The Loved Ones ile çoğu bağımsız, çeşitli festivallerin gözdesi olmuş. Gerçi filmin, böyle bir karşılanmayı gerektirecek ölçüde ne özgün bir konusu, ne de sıra dışı anlatımı var. Küçük festivallerde öne çıkan yapımların sıra dışı havasını duyurmaktan çok, geçmişle hesabı kapanmamış bir liselinin çektiğine benzer hissiyatlarla dolu filmin harcında birçok slasherdan, korku/gerilim ürününden malzemeler bulunmakta. Ama hissiyatlar bir yana, teknik anlamda iyi çekilmiş ve kurgulanmış bir film olması, 80 dakikalık bir süreye derdi ne ise sığdırabilmiş olması da bir şeydir. Hatta bu 80 dakika içinde ölüme sebebiyet verme suçluluğu, ölümün ve antisosyalliğin sebep olduğu yalnızlık duygusu çok ince görülmüş olmasa da görülmüş. Filmin sert ve kendi ergen mantığını benimsemiş üslubunda bunun anlatıma olan getirisini de tartışmak çok mühim değil.

The Loved Ones, kan ve işkenceyi fast food olarak almak isteyenlere kendini izleten bir film. Ama afişinde gördüğümüz “Pretty In Pink, Wolf Creek ile buluşuyor” promosyonuna fazla kanmamak gerek. Özellikle Avustralya’nın çok çarpıcı bir gerçekliğini konu edinmiş Wolf Creek ile aşık atma durumu yok. Bedeni inşaat sahasına dönmüş Brent’in insanüstü dayanıklılığı ve becerisi bu kadar abartılmamış olsa, bunun sonucunda grindhouse kıvamında bir final hesaplaşması tasarlanmasa belki çok daha ciddiye alabilirdim. Byrne’ın Pretty In Pink’ten Saw’a, 8 Films To Die For aktivitesinin bazı örneklerine, hatta bir ara The Descent’e uzanan sevgisini anlamak zor değil. Arada atladığımız başka ufak referanslardan da söz edilebilir. Karakterini zor durumlara düşürdükten sonra bunlardan kurtarmak adına bulduğu saçma çözümler, filmin ciddiye aldığını düşündüğüm dram ve gerilim tavrıyla çelişiyor çoğu kez. Son dakika hamleleri, olay mahalline gelen talihsiz polis, boyundan büyük işler beceren kız çocuğu gibi olmazsa olmazları, “olmasa da olur” diye dışlayıp çok daha dikkat edilesi işler yapan çağdaşları gibi davranmasını beklerdim. Neden beklerdim? Çünkü o kadar festival gezip övgü toplamış bir film olduğu için.

20 Ekim 2010 Çarşamba

The Case of Itaewon Homicide (2009)


Yönetmen: Ki-Seon Hong
Oyuncular: Jin-yeong Jeong, Geun-seok Jang, Kwang-rok Oh, Chang-Seok Ko, Seung-hwan Shin
Senaryo: Maeng-yu Lee

1997’de Seul'un Itaewon bölgesinde bir hamburger restoranının tuvaletinde genç bir kolej öğrencisi dokuz yerinden bıçaklanarak öldürülmüştür. İki Kore asıllı Amerikalı genç olan Pearson ve Alex başlıca şüpheli olarak sorgulanır. Ama ikisi de cinayetin suçunu birbirine atar. Şüphelilerin dedektiflere verdikleri çelişkili ifadeler davayı yokuşa sürmektedir. Öldürülen gencin ailesi adalet, Alex’in nüfuzlu babası oğlunu mahkumiyetten kurtarmak, davaya bakan savcı Park ise gerçeği bulmak için çabalamaktadır.

Adalet sistemindeki açıklardan ve yozlaşmadan şikâyetçi olmanın evrenselliğini hatırlatan The Case of Itaewon Homicide, bu sistem karşısında bireyin çaresizliğini sade bir anlatımla yorumlayan dramlardan. Her ne kadar bir hiç uğruna tuvalette vahşice öldürülen parlak bir gencin dava sürecinde yaşananlar “sade” kelimesiyle tam olarak ifade edilemese de, filmin bazı özellikleri bu kelimeyi karşılıyor. Abartılı, hatta bazen kötü oyunculuklar, hikâyeye sadık dramatik yapıyla dengelenmiş, bu vesileyle gerçek bir olaya dayalı bu hikâye inandırıcılıktan fazla uzaklaşmamış. Alex ve Pearson arasında gidip gelen “katil hangisi” sorusu bu dar çerçeve içinde ilgiyi canlı tutabilmiş. Ama filmin esas derdi, yasaların haklı olan taraf yerine güçlü ve kurnaz olanın yanında yer alan adaletsizliğine, yasalar karşısında insan hayatının değersiz kalışına vurguda bulunmak ki, burada katilin hangisi olduğunun pek bir önemi de kalmıyor. Zaten dikkatli seyirciler, filmin verdiği ipuçlarından bu sorunun cevabını tahmin edebilirler. Bu kadar “oldu bitti”lerin, “kitabına uydurma”ların, işledikleri suçun büyüklüğüne karşın çok az ceza alanların ya da hiç almayanların sadece kendi coğrafyamızda olduğu yanılgısını yüzümüze vuruyor. Bir nevi yalnız olmadığımızı hissettiriyor. Adalet yerini bulmayınca bu his ne işimize yarayacaksa artık!

17 Ekim 2010 Pazar

Coffee and Cigarettes (2003)


Yönetmen: Jim Jarmusch
Oyuncular: Roberto Benigni, Steve Buscemi, Cate Blanchett, Iggy Pop, Tom Waits, Alfred Molina, Jack White, Meg White, Steve Coogan, Bill Murray, RZA
Senaryo: Jim Jarmusch
Müzik: Tracy McKnight

Bağımsız filmler şahı Jim Jarmusch’un eş-dost-iş çevresinden bir grup insanı karşılıklı kahve ve sigara sohbetlerinde görüntülediği deneysel bir film olan Coffee & Cigarettes var sırada. Kısa film olarak çektiği birkaç parçayı birleştiren yönetmen, kimi matrak, kimi oldukça sıkıcı, tamamı siyah beyaz 11 bölümlük bir uzun metraj çıkarmış. Taraflı davranarak bana sıkıcı gelen bölümleri pas geçeceğim. O bölümler, kahve-sigara ikilisinin yan yana geldiğinde ortaya çıkarması muhtemel sohbetlerden bihaber şekilde çekildiği için hiç tutmadım. Sigaranın eşlikçi yönü için çok şey söylenebilir. Ama sigara propagandası yapmak doğru olmaz. Zaten smoker insanlar demek istediğimi anlamışlardır. Çay, kahve, yemek, içki yancısı, öğle arası, aşk acısı, hasret sızısı, doğum sırası bekleme sancısı ve şu sonrası, bu sonrası sigaranın zararlı eskortluğunun reklamını yapmayalım!

Roberto Benigni ve Steven Wright gibi iki komik aktörün Strange To Meet You isimli skeci ile açılan film, Benigni’nin panik ve komik doğaçlamasından nasibini alıyor. Anlattığı bir şey yok. Sadece iki insanın buluşmasından bir enstantane olmuş. “Do you know my mother?” sorusuna koptum bu arada. Ardından gelen Twins’de ise biri kız biri erkek ikiz kardeşlere garson rolüyle Steve Buscemi katılıyor. Garson’un Elvis Presley üzerine komplo teorileri saçma olduğu kadar düşündürücü de olmuş. Buscemi, ayakları yere basarak saçmalamış adeta. Jack Shows Meg Tesla Coils adlı bölümde ise rock grubu The White Stripes grubunu oluşturan Jack ve Meg White kardeşlerin (bazı şehir efsanelerine göre boşanmış bir çift) Tesla bobini üzerine girdikleri, meraklısı haricinde diğer herkesin Fransız kalabilmesi muhtemel sohbete ve tuhaf ışık gösterisine tanık oluyoruz. Belli belirsiz bir cazibeye sahip Jack ve duru güzelliğiyle Meg ikilisini sahnede izlemek, burada izlemekten çok çok daha keyifli.

Delirium isimli kısa bölümde ise bir kafede bir araya gelen, Jarmusch’un Ghost Dog filmlerinin müziklerine de imza atmış rapper RZA ve yine hip-hopçu kuzeni GZA, garson olarak karşılarında Bill Murray’i görünce apışıp kalıyorlar. Sohbet esnasında RZA bir non-smoker olarak alternatif tıp ile ilgili bilgilerini smoker Murray ile paylaşıyor. Murray’in orada ne aradığına falan kafa yormak anlamsız. Zaten buram buram doğaçlama kokan bu bölümler, kendimce Coffee & Cigarettes için oluşturduğum Top 4 listesinde 3 numarada kalıyorlar. 4 numarayı oluşturan skeçler topluluğundan söz etme gereğini duymadığımı söylemiştim. 4 numaraya göre 3 numaralar biraz daha sivriliyorlar.


Madem öyle, geldik 2 numaraya: Cousins ve Cousins? adlı bu bölümlerin, birbirine gönderme yaptığı falan yok, fakat ilginç kuzen portreleri çizdikleri için ve biraz daha doyurucu olduklarından öne çıkıyorlar. Cousins’de Cate Blanchett hem kendini, hem de Cate Blanchett’in Shelly isimli hippie görünümlü kuzenini oynuyor. Kuzenler ufak bir salonda buluşuyorlar. Ünlü Cate’in aksine herhangi bir baltaya sap olamamış Shelly’nin iğneleyici tavrı ve menapoz gerginliğini çok iyi yansıtan Blanchett ile ilgili söylenecekleri bir başka bahara bırakıp, Cousins?’e geçelim. Burada ise Alfred Molina ve özellikle 24 Hour Party People’dan tanıdığımız Steve Coogan’ın bir kafede buluşmalarını izliyoruz. Molina’nın davetine lütfen cevap vermiş olan Coogan, kibirli ve gıcık tavırlarıyla niye çağırıldığını merak ediyor. Davet sebebi ise ilginç. Molina’nın iletişim çabalarını sürekli engellemeye çalışan, ona telefonunu vermemek için bile sudan bir bahane uyduran Coogan, Molina’ya “Spike” isimli birinden gelen telefonla birden taktik değiştirip ona yamanmaya çalışınca roller değişiveriyor. Spike’ın kim olduğunu da filmi izleyenler bilebilir. Bir fikir üzerine doğaçlama biçimde ilerleyen skeç, diğer geride bıraktıklarından daha bir ele avuca geliyor.


Ve 1 numarada Somewhere In California var. Bana göre bu deneyselliğin zirvesi bu bölüm. Bu filmi izlememin yegane sebebi buydu, ancak kısa film olarak bir tek bunu izlemektense, diğer oyuncu ve karakterlerin hatırına tüm filmi izlemek istedim. Başrollerde punk rock gurusu Iggy Pop ve Jarmusch filmleri müdavimi, kült müzik adamı Tom Waits var. İkisini aynı kafede, aynı masada görmek bile tarihi bir an resmen. Onların skeci de doğaçlama. İlk başlarda neye nasıl başlayacağını bilemeyen diyalog, zamanla yolunu çiziyor. Elbette çok daha iyi bir geyik sarmayı hak eden bu buluşmaya her ikisi de sigarayı bırakmış olarak geliyorlar. Tesadüfe bakın ki masada önceki müşterilerden birinin unuttuğu açık bir Marlboro paketi duruyor. Sohbet ilerledikçe ara ara göz göze geldikleri pakete bakarken Tom Waits bombayı patlatıyor: Madem sigarayı bıraktım, o zaman bir tane içebilirim.Zaten baştan çıkmaya dünden razı Iggy de bu fikre balıklama dalınca karşılıklı tüttürmeye başlıyorlar. Aralarında ufak bir davulcu krizi yaşanmasına rağmen ikili dostça ayrılıyor. Iggy Pop mekandan ayrılınca Tom Waits etrafı kolaçan edip beleş sigaradan bir tane daha yakıveriyor. Mevzu bundan mı ibaret diye düşünülebilir. Ama Jarmusch’un kafaya belli bir mevzuyu takıp takmadığı da şüpheli. Tüm skeçler arasında sigarayı bir aksesuar gibi kullanmayan 2-3 bölümden birisi olmuş. Adı Coffee & Cigarettes olan bir film için düşük bir ortalama sayılabilir.

Neticede böyle deneysel bir film çekmek Jarmusch’un kendi tasarrufudur. Böyle bir filmden bahsederken, Jarmusch sinemasında önemli bir yeri olan Benigni-Waits-Murray ekolünden, bağımsız sinemanın çekici-itici taraflarından, RZA’dan hareketle Wu-Tang Clan kaviminden, Twins’de yer alan Elvis teorilerinden ve tabi Cate Blanchett'den söz etmek yazıyı gereğinden fazla uzatacağından olayı bağımsız şekilde akışına bırakmak daha doğru olur. Takılacak o kadar mesele var ki, belki birgün başka bir yazıda bu meselelerle yollarımız tekrar kesişebilir. Ama Jim Jarmusch’un genel olarak derli toplu durmayı sevmeyen, bu sebeple kimi zaman tadından yenmeyen, kimi zaman dakikaları saydıran sinema anlayışı içinde Coffee & Cigarettes’in, görüntüden fazla sözel açıdan kahve-sigara sohbeti yapmasını beklerdim.

13 Ekim 2010 Çarşamba

State Of Grace (1990)


Yönetmen: Phil Joanou
Oyuncular: Sean Penn, Ed Harris, Gary Oldman, Robin Wright, John Turturro, Burgess Meredith, John C. Reilly, Joe Viterelli
Senaryo: Dennis McIntyre
Müzik: Ennio Morricone

Sinema bizi mafya olgusuna kötü alıştırdı. Önceden sadece İtalya’da mafya var diye bilirdik. Meğerse durum ulusal boyutlardaymış. Tabi ki bu çocuksu cehaleti de sinema sayesinde aştık. Mario Puzo’nun antolojisi, bize İtalyan mafyasının hemen hemen tüm ritüellerini öğretmiş, racon konusunda da tüm ulusal mafyalara örnek teşkil etmiştir. Gelenek göreneklere sıkıca bağlı olmalarına rağmen, ihanet ve gammaz konusunda ana babalarını, kardeşlerini bile tanımazlar. Hatta sadist bir davranış biçimiyle, öldürecekleri insanla iki tek atar, muhabbet ederler ve ardından ocağına inciri dikerler. Dürüstlük timsali Frank ismi çok popülerdir. Soyağaçları o kadar komplikedir ki, kim kimin amcası, kimin kime borcu var, kimden sonra kim işin başına geçecek sorlarını onlardan başkası yanıtlayamaz. Scorsese Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra bunları cevaplamak işi daha da kolaylaştırır. The O.C. gençleri bile Godfather’dan alıntılar yaptıktan sonra, bizim çocuklar Kurtlar Vadisi’ne inmiş ne fark eder. Amaç her halükarda kız tavlamak değil mi?

Ulusal mafyalar da temelde İtalyan öğretisine bağlı kalarak zamanla kendi iş bağlantıları, işkence, burundan getirme, haraç toplama, meydan okuma vb. yöntemleri konusunda yaratıcılıklarda bulundular. İtalyan, Rus, Japon, Türk, İngiliz, Kolombiya, Macar mafyaları hakkında az çok bilgimiz var ama mesela Belçika, Kuala Lumpur, Azerbaycan, Antartika’da durum nasıl acaba? Oralarda yoktur bu işler demeyin inanmam. İnsanın olduğu yerde her şey vardır. Neyse bizim işimiz İrlanda mafyası ile... İrlanda deyince aklıma yemyeşil alanlar, U2, James Joyce, "İçimizdeki İrlandalılar, IRA, George Best ve tatil beldelerimizdeki yemyeşil tişörtler giyen insanlarla dolu Irish Pub’lar geliyor. Her ne kadar İtalyan abilerinin alt devresi olsalar da Hell’s Kitchen’da onların da bir mafyası olduğunu öğrendiğimiz State Of Grace, racona uygun, çok klas bir macera/dram. Güzel senaryosunu Dennis McIntyre’ın yazdığı, yönetmenliğini Phil Joanou’nun yaptığı film, her ne kadar bu arkadaşları çok iyi tanımıyorsak da sırtını zaten başka unsurlarla çoktan sağlama almış durumda. Sean Penn, Gary Oldman, Ed Haris, Robin Wright Penn gibi kurşun geçirmez bir kadrodan beklentiler yüksek olacaktır. Sean Penn vakasına değinmek, esasen Woody Allen vakası gibi sonraya bırakmayı düşündüğüm bir hassasiyet içeriyor. Adı geçen 4 isim de bu filmde “bir oyuncu üzerine düşeni nasıl yapar”ın cevabını faiziyle veriyorlar. Ama zalimce bu dördü arasında bir sıralama yapmam gerektiğini hissediyorum. Çünkü bu filmde Gary Oldman var.


1958 doğumlu olan Leonard Gary Oldman, Londra’da dünyaya geldi. Evi terk eden babasından sonra annesi ve iki kızkardeşi ile büyüdü. Tezgahtarlık yaptı. Uma Thurman’la evlenip boşandı, Isabella Rosselini ile çıktı. Şimdi Donya Fiorentino ile evli ve iki çocuğu var. Konuşma ve drama eğitimi aldı. Birçok ödül almasına rağmen hiç Oscar’ı yok ve bu umurunda bile değil. Gary Oldman benim en sevdiğim aktörler sıralamasında tek haneli bir konumda bulunur her zaman. Sıra bir an önce ona gelsin diye çok uğraştım ve işte o an geldi. Çevirdiği onca filmde canlandırdığı yoz polis, muhabbet tellalı, kelle avcısı savcı, şapşal kovboy, tutkulu rahip, entelektüel cüce, bilim adamı, başkanı kaçıran terörist, gelecek zaman tüccarı ve daha nice rol ile birlikte Ludwig Van Beethoven, Sex Pistols solisti Sid Vicious, Kennedy suikasti zanlısı Lee Harvey Oswald, Kont Dracula gibi tarihi karakterlere hayat veren aktör, belki de bir oyuncunun hayal edebileceği en geniş yelpazeye sahip. Bir de De Niro’ya bukalemun derler.

Bu inanılmaz metamorfoza çabucak uyum sağlaması, konsantrasyonu, iş disiplini ve etrafında yarattığı buğu ile oyuncuyum diyen herkesin birlikte oynamaya can attığı bir sanat abidesidir Gary Oldman. Filmlerine baktığımızda onun için öncelikli olanın film değil, tamamen kendi üstleneceği rolün öneminin öncelikli olduğunu görürüz. Leon, True Romance, Dracula, JFK, Immortal Beloved, Tiptoes, Air Force One, The Scarlet Letter gibi filmlerdeki performansı benim unutulmazlarım arasındadır. Friends dizisinin bir bölümünde ve Guns n’ Roses’ın Since I Don’t Have You klibinde de oynamışlığı, 97’de Nil By Mouth isimli ilk ve tek filmini yönetmişliği vardır. Bu kadar geniş perspektife sahip kaç aktör var şu yeryüzünde. Sean Penn bile resmen ağzı açık izliyor Oldman’ın kimi sahnelerini. Ama bunun yanında kendine öyle bir pozisyon edinmiş ki, onunla çalışmak isteyen devasa şirketlerin yanında, bağımsız birçok şirkete de yakın durmakta. Dediğimiz gibi onun için önemli olan ne alacağı para, ne tanınmış firmalar, ne de beraber oynayacağı oyuncular. Varsa yoksa canlandıracağı karakter. Bu karakter ne kadar farklı olursa onun için o kadar cazip. Bu adam kesinlikle bir başyapıt.


Terry Noonan (Sean Penn), Boston Polis Departmanı tarafından Hell’s Kitchen’daki İrlanda mafyasına ait faaliyetleri çökertmek için içeri sızdırılmış bir polistir. Sızacağı mafyanın başında Frankie Flannery (Ed Harris) ve onun hırçın kardeşi Jackie (Gary Oldman) vardır ve bu insanlar Terry’nin beraber büyüdüğü insanlardır. Özellikle Jackie ile kankadırlar. Üstelik Terry, Frankie ve Jackie’nin kızkardeşleri güzeller güzeli Kathleen (Robin Wright Penn)’in ilk aşkıdır ve aralarında yarım kalmış bir ilişki vardır. Bu içinden çıkılması çılgınca durum giderek Terry için daha da zorlaşır. Terry, amiri Nick (John Turturro) tarafından bu mafyayı çökertmesi konusunda baskı görmektedir. Jackie ve Terry’nin etrafa sürekli borç takan arkadaşları Stevie (John C. Reilly), başını İtalyan mafyasının önde gelen ismi Borelli’nin adamları ile derde sokunca devreye giren Jackie, abisi Frankie ile Borelli’nin ilişkilerini de zora sokmaya başlar.

Klişe gözükmesine rağmen karışık ilişkileri çok akıcı bir üslupla işleyen film, kolunuzdan tutup, baştan sona alıp götürüyor. Her oyuncunun kendine ait enfes oyunculuk gösterileri var. Ama Oldman’ın canlandırdığı manik depresif Jackie için ne denebilir. Hangi sahnesinden bahsetmeli? Özellikle sinirden deliye döndüğü sahnelerde sanki yeryüzünde Gary Oldman diye bir yerine Jackie Flannery isminde bir gangster yaşıyor. Oldman’ı kimi rollerinde izlemek başlıbaşına tedirgin edici bir tecrübe. Jackie’de bunlardan birisi. Adam hem rolünün gereklerini tam bir transla yerine getiriken, karambolde içki-sigara tüketimine de özendiriyor insanı. Ona yaptığı her şey yakışıyor. Her duruşu “şimdi ne yapacak acaba”lara gebe. Bu tutumu sinemada yücelten her aktöre Oldman’da olduğu gibi saygı duyuyorum. “Stop” sesini duyduğunda kendine gelmesinin zor olduğuna eminim.

State Of Grace, tüm bu mafya keşmekeşinin arasında arkadaşlığı ve gerçek aşkın ebatlarını da irdeleyen bir film. Adı sanı pek duyulmamış Phil Joanou, elindeki iştah kabartan malzemeyi çok ölçülü bir şekilde, şımarmadan kullanmış ve güzel enstantaneler yakalamış. Hikâyeden kopmadığı gibi, karakterlerin sahip olduğu potansiyeli de, yine onların yardımıyla geliştirmiş. John Woo benzeri izlemesi lezzetli ve kanlı bir finalle de işini bitirmiş. Heaven’s Prisoners filmini de görmüştüm ama onun gücü State Of Grace ile yarışacak düzeyde değildi. Filmografisinde U2: Rattle &Hum’a rastlayınca çok sevindim. Çünkü bu benim bir ara icabına bakmam gereken U2 meselesine kaynak teşkil edebilir. O albümü de çok sevmemin bununla ilişkisi kuvvetlidir. U2 da İrlanda’nın gülüdür. Bono ise…. Neyse…

4 Ekim 2010 Pazartesi

Çiçek Abbas (1982)


Yönetmen: Sinan Çetin
Oyuncular: İlyas Salman, Şener Şen, Ayşen Gruda, Pembe Mutlu, Ahmet Mekin, Hikmet Gül, İhsan Yüce
Senaryo: Yavuz Turgul
Müzik: Cahit Berkay

Eski kalabalık kadrolu filmlerin ardından birtakım faydalı bölünmeler, sonra da o bölünmelerden doğan yeni kombinasyonlar oluştu. Kimi ekip halinde, kimi Kemal Sunal gibi tek başına, en çok da Zeki Alaysa-Metin Akpınar gibi ikili olarak eylemlerini sürdürdüler. Bir dönem Şener Şen-İlyas Salman da bu ikililerden biriydi. Banker Bilo, Dolap Beygiri, Şekerpare gibi komedilerde beraber rol aldılar. Sonra farklı yönlere gittiler, Şener Şen, Türk Sineması’nın en en önemli filmlerinden Züğürt Ağa, Namuslu, Çıplak Vatandaş, Milyarder, Muhsin Bey gibi ciddi komedilerle aldı yürüdü. (Eşkıya’dan bu filmlerden biraz farklı olduğu için bahsetmedim). İlyas Salman ise onun kadar istikrarlı değildi açıkçası.

İkili halde çektikleri filmlerde Salman genellikle saf doğulu köylüyü, hem de cahilliği kurnazların ağzını sulandıracak bir saflıkla canlandırırken, Şen ise o ve onun gibilerin sırtına binip sömüren, doymak bilmez fırsatçı tiplemesindeydi. Birinin saflığına, diğerinin kurnazlığına sinir olmamak elde değildi. İlk izlediğimiz sıralarda bu tür filmleri “film” oldukları için pek ciddiye almaz, hayatta asla böyle şeyler olamayacağına İlyas Salman saflığında inanırdık. Ama Şener Şen tiplemelerinin, hatta daha zalimlerinin günümüzde bile cirit attığı gerçeği zamanla suratımıza tokat gibi inmiştir. O filmlerin aslında gerçeğin farklı bir sureti olduğunu, yaşadığımız hayattan hiç de kopuk olmadığını fark etmişizdir. Fakat bu filmler yıllar geçtikçe demlenmekte, sadece birer “film” olmadıklarını, saflığın ve kurnazlığın, iyinin ve kötünün hayatın türlü sınavlarında aldıkları ödülleri / yaraları resmetmektedirler.

O kalabalık kadrolarla başlayan, Zeki- Metin’in VHS klasikleri, Salman-Şen ikilisinin toplumsal hiciv başyapıtları ve devamında Kemal Sunal ile birlikte Şener Şen’in yukarıda bahsedilen benzersiz kara komedileri ile süren muhtelif furyalar, aslında o dönem ne kadar sağlam bir politik eleştiri altyapısı olduğunu ve bu ciddi altyapıyı en iyi sağlayan ve yaygınlaştıranların ironik bir şekilde komedyenler olduğunu belirginleştirdi. (70’ler seks furyası ve 80’ler feminizm furyası da başka şeyleri belirginleştirdi o ayrı! Gerçi 80 sonrası ortam itibarıyla furyadan geçilmiyordu ya!). Acaba öte yandan bu ciddi komedi yapımlarının komedi dozu fazla kaçmış da haksızlıkları, yolsuzlukları şaka gibi algılamış, tepkisizleşmiş miyiz acaba? Pasifliğimiz, duyarsızlığımız ondan mıdır? Biraz ondansa da, daha çok başka şeylerden olsa gerek. Bu filmler insanları uyuşturmak değil, tam tersi onları kara mizahın gücüyle zinde tutmak istiyorlardı. Ciddi filmler kadar böylesi ses getiren komedilerin sosyal olaylara bakışları zaten başlı başına bir tez konusudur.


Çiçek Abbas bu adı geçen filmler gibi bir Türk Sineması klasiği olmuştur. Peki neden? Hem de Sinan Çetin yönetmiştir. (Sevmeyenleri bu konuda bile komplo teorileri üretmiş). Çetin’in çetinliği ayrı bir tartışma konusu. Amacım, onun yönettiği bir filmi sevmiş olmayı sağlam temellere oturtmaya çalışmak değil ama yönetime bakarsak, dönemin filmlerinden hiçbir farkı olmadığını görürüz. Bu kadroyu başka bir yönetmen de yönetse zamanın standartlarının dışına çıkmazdı zaten. Çiçek Abbas, başarısını büyük ölçüde Yavuz Turgul’un hikayesine, İlyas Salman-Şener Şen ikilisinin muazzam komedi-komedi uyumuna, aynı zamanda klasikleşmiş bir komedi-dram dengesine borçludur. 12 Eylül sonrası yoksulluğun kendine has fonunda, usta ve çırağın zamanla iki rakip minibüsçü oluşu, aşk ve işteki amansız rekabetleri, yani klasik gibi duran iyi-kötü mücadelesi o denli içten ve sahicidir ki, geri kalan her şey bu güçlü kimyaya hizmet etmek için orada bulunmaktadırlar adeta. Buna Sinan Çetin de dahildir.

Dramsa dram, komediyse komedi, romantizmse romantizm. Çiçek Abbas Türk Sineması’nın yüzakı filmlerden biri. Yıllar sonra herkes kendine pay çıkarabilir, yönetmen tartışmaları hala sürebilir. Ama Abbas, Şakir gibi herkese benzeyen, ama kendileri olmayı becermiş iki karakter, Cahit Berkay’ın yürek burkan “Çiçek Abbas” teması, karizmalar üstü Ahmet Mekin, Adile Naşit, Ayşen Gruda, Pembe Mutlu, yıllar öncesinden gelen, hala soframıza konuk olduğunda bile afiyetle yenen, çoluğumuzun çocuğumuzun bile izlediğinde güleceği (biraz daha büyüdüklerinde hüzünleneceği) son kullanma tarihi olmayan bu zamansız filmin nadide parçalarıdır. Aslında film bile denemez. Film taklidi yapan bir hayat kesiti. Finalde belirsizliğe doğru ilerleyen minibüs, aşkın engel tanımazlığına, tertemiz bir hayata, sınırsız hayallere açılmış bir yelkenli gibi değil midir?

1 Ekim 2010 Cuma

Machete (2010)


Yönetmen: Robert Rodriguez, Ethan Maniquis
Oyuncular: Danny Trejo, Robert De Niro, Jessica Alba, Steven Seagal, Michelle Rodriguez, Jeff Fahey, Cheech Marin, Don Johnson, Lindsay Lohan
Senaryo: Robert Rodriguez, Álvaro Rodríguez
Müzik: John Debney, Carl Thiel

Robert Rodriguez’in “grindhouse” abukluklarını izlemeye devam ediyoruz. Şahsen benim derdim, birçoğu kültleşmiş grindhouse filmler değil, bu adamın ısrarla grindhouse filmler çektiğini iddia etmesi, adeta Tarantino ile beraber bu filmlere sahip çıkan bir hayırsever sinemacı imajı yaratmaya çalışması. Bu filmlere vefalı davranmak başka, onların aynısını çekmeye çabalayarak sıvamak başka. Tarantino da vefasını her filminde gösteriyor. Ama Tarantino’nun yönetmen kimliğini oluşturan bu filmlere olan bağlılığı, körü körüne içi boş taklitlerden ziyade, geçmişi özgün senaryolarla kendi vizyonuna uyarlayarak hikâyesine akış sağlamak şeklinde beliriyor. Rodriguez’in Tarantino ile yan yana anılmasının sebebi iki yönetmenin bu filmlere çocuksu bir romantiklikle bağlı olmaları, hatta bunu Grindhouse projesiyle ortak pratiğe dökmeleri. Oysa bana göre Tarantino’yu Rodriguez ile karşılaştırmak, bu pratiğin bize oynadığı bir oyun.

İkisi arasındaki entelektüel birikim, geçmişi özümseyiş, onu kendi filtrelerinden süzüş, oyuncu performanslarına verdiği önem ve kendine ait bir hikâyeye bu birikimi aktarış farkı o kadar belli ki. Gerçi bu fark, Death Proof’ta tamamen ortadan kalkmış, biraz da Rodriguez’e ayak uydurma gereksizliğine meyletmişti sanki. Sin City’ye dokunulmazlık vererek (ki ondaki olağanüstü çizgi roman dokusu, filmin ana ekseninden çok daha ön plândaydı) Rodriguez’i bir Jackie Brown çekerken düşünemiyorum mesela. O da öyle düşünmemizi istemiyordur muhtemelen. 70’li yılların Tarantino’da bıraktığı blaxploitation ruhu, Elmore Leonard hınzırlığı ve az-öz oyuncu kadrosunun oyunculuklarını öne çıkarıcı diyalogları, doğaçlamaları aynı vefa duygusuyla bütünleştiren sinema tavrı Rodriguez’i çok aşan bir durum.

Sahte fragmandan uzun metraja dönüşen Machete karakterinin bir gün Rodriguez tarafından mutlaka çekileceğini biliyorduk çoğumuz. Zaten fragmanı görür görmez Rodriguez fanatikleri adamı bir an olsun rahat bırakmamışlar. İstek film gibi olmuş Machete biraz da... Yalnız bu kez Rodriguez filmin altını kaçak göçmen sorunu ve işadamları, politikacılar ve uyuşturucu baronlarının bu sorun üzerinden nemalanan zincirleme çıkar ilişkileri ile doldurmak istemiş. Köklerine bağlılığını politik duyarlılık adı altında kör gözlere parmak (hatta bazen yumruk!) mesajlarla bütünleştirerek kanatlardan bindirme yapmış. Göçmenlere ve sınır güvenliğine yönelik sert bir kampanya başlatan aşırı milliyetçi senatör John McLaughlin’in (İngiliz gitar ustasının kulaklarını çınlatmak için mi bu ismi bulmuş Rodriguez diyeceğim ama tanıdığını bile sanmıyorum!) göçmenlere olan nefretini bir anda terörizme karşı omuz omuza durumuna çevirebilecek kadar hızlı akan mesajlar bunlar.


Ama mesela Meksikalı göçmenler hakkında “bu insanları evimize alıyoruz, çocuklarımıza bakıyorlar, arabalarımızı park ediyorlar ama onları ülkemize almıyoruz. Bu size de saçma gelmiyor mu?” repliğini Booth’un korumalarından birine söyleterek beyaz Amerikalının fikir yelpazesini eşitliyor kendince. Tarantino’nun başta Hitler olmak üzere tüm üst düzey nazileri patlıcan gibi közlediği Inglorious Basterds’e karşılık Rodriguez de bulaşıkçısından temizlikçisine, tamircisinden amelesine tüm latin göçmenleri toplayarak (aralarına Shé kod adlı, militandan çok Victoria mankenlerini andıran duruşuyla Michelle Rodriguez’i de sıkıştırarak) kendi ütopik devrimini gerçekleştiriyor. Neymiş: “Biz sınırı geçmedik, sınır bizi geçti!” Güzel bir reklâm kampanyası ve cıngıl ile gayet iyi gider bir aforizma. İyi de bunu söyleyen bir başka Victoria güzeli, göçmen bürosu polisi Jessica Alba olunca insan bir hoş oluyor. Bu kadın değil miydi rozetini gariban Meksikalılara göstererek onları zabıta görmüş seyyar satıcı gibi kendinden kaçıran? Meğer ne kadar devrimci ruhluymuş bu hususta. Aklının başına gelmesi için Machete’nin döşünde güzellik uykusuna yatması gerekiyormuş anlaşılan.

Machete aksiyon, kan, çıplaklık, kelle paça bağırsak, absürtlük görmek isteyen seyirci için müthiş bir eğlencelik kabul. Zaten Rodriguez’in öncelikli hedefi de bu adamın biyografisini anlatmak değil. Olaylar başdöndürücü bir hızla gerçekleşiyor. Tutup “filmin şurası şöyle, burası acayip, mantık nerede” demek, filmin kendisi kadar tuhaf bir yaklaşım olur. Fakat Rodriguez kendi beceriksizliklerini de bu başdöndürücü hız içinde yaşıyor. Neymiş: “Machete mesaj çekmez!”. Tamam güzel, çekmesin, yakışır. Bunu söylettikten sonra ona mesaj çektirme! Kamerayla, CD’lerle arası iyi madem, “yanlış Meksikalıya bulaştın” mesajını havuzda üçlü yaparken araya sıkıştırıver örneğin. Hem adamını saf duruma da düşürmemiş olursun belki. (Havuzda âlem yapınca nasıl saf olunuyorsa artık!).

Bu ve buna benzer pek çok ayrıntı, madem oturduk izliyoruz, bizim istediğimiz gibi olsun rahatlığıyla göze batmış sinekler olabilir. Lindsay Lohan’ı rahibe kostümü ile savaş alanında ateş ederken gördükten sonra olaydan kopmuşum. Filmde nelere kafayı takmış olabileceğim fazla ciddiye alınmasın bu yüzden. Künyede bir süre sonra sayamadığım Rodriguez aşiretinin kendi eğlencelerini mesaj kaygılı bir sinema filmi olarak sunmalarından öte bir şeyler arıyorum sanırım. Bir de eski havasını yitirmiş Steven Seagal, Don Johnson, Lindsay Lohan hatta Robert De Niro gibi oyunculara gişe beklentisi yüksek bir filmde görünme şansı sunmuş ki, ne kadar hayırsever bir yönetmen olduğunu da varın siz anlayın.


Pimp My Ride’a bağlayıp Alamo kuşatmasını tersten okumaya çalışarak bir nevi intikam alan finalin ardından “Machete Kills, pek yakında!” şakası aklıma Manowar’ı getirmedi değil. Devamı gelir mi gelir. En çok da 66 yaşındaki Danny Trejo’ya itibar sağlar. Gerçi çok sevdiğim Trejo’nun Machete gibi bir itibara, hele de bu itibarı Rodriguez’in sağlıyor olmasına gönlüm razı değil. Belki yine bir halk kahramanı olarak ve kesinlikle daha ciddi ve daha destansı bir yapımla bu hak kendisine teslim edilmeliydi diye düşünüyorum. Neticede Kudret Karadağ, Çetin Başaran, İhsan Gedik, Cevdet Özalaş, Sönmez Yıkılmaz gibi yıllarını o setten bu sete giderek geçirmiş bir adam. Bizimkiler hiçbir zaman onun gibi bir eli Michelle Rodriguez'de öbür eli Jessica Alba'da film çekemedi. Bari bu kez çirkinler kazansın.

Söz açılmışken, her ne kadar göremesek de Trejo’nun bu kadar çok hatunla temaslarda bulunmasını bünyesine sindirememiş yorumlara da çirkinlerin çekiciliği hakkında kadın zevklerinin kaygan zeminlerini hatırlatmak gerekir. Kaldı ki Trejo karizmatik değil diyen çarpılır. Hem kendisi bunu daha mantıklı bir ortamda da ispatlamıştı. (Bkz. SherryBaby). Her şeye rağmen bir hamlede beş kafa uçuruşunu, kendi deştiği bir bağırsaktan tutunarak bir alt kattaki kötülerin üzerine fırlayışını görünce gözlerim dolmadı değil. Yukarıdaki bir fikrimi kısmen değiştirdim. Trejo, sadece filmin miti, sadece bir isim ve sadece o ismi dolduruş yönünden Machete olarak gerçek bir saygıyı hak ediyor. Ama ona bunu verecek kişi Rodriguez’den daha dişli biri olmalıydı.