28 Haziran 2010 Pazartesi

Fish Tank (2009)


Yönetmen: Andrea Arnold
Oyuncular: Katie Jarvis, Michael Fassbender, Kierston Wareing, Rebecca Griffiths, Charlotte Collins
Senaryo: Andrea Arnold

15 yaşındaki Mia’nın en büyük tutkusu danstır. Dans yarışmasına katılıp kazanmak için kendi kendine çalışmaktadır. Kafasına göre takılan annesi ve arkadaşlarıyla sorunları olan Mia'nın yaşamı, annesinin eve yeni bir erkek arkadaş getirmesiyle değişmeye başlar. Yakışıklı ve karizmatik Connor, Mia için bir baba figürü olmasının yanında duygusal ve cinsel yönden de ilgisini çeker. 2010 BAFTA ödüllerinde En İyi İngiliz Filmi seçilen, 2009 Cannes’da da jüri özel ödülü alan Fish Tank, Andrea Arnold’un yazıp yönettiği ikinci uzun metraj çalışması. İlki olan Red Road’da gerek konu, gerekse tempo açısından çok sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Fish Tank ise Red Road’a nazaran daha dinamik, dramatik ve sürükleyici bir yapıda. Yine de her iki filmin, kadın ruhunun sıkıntılı bir atmosfere hapsedilme duygusu yönünden ortak paydaları yok değil. En güçlü yanı doğallığı. Sanki bir reality izliyormuş hissi yaratması, akvaryuma benzeyen site dairelerindeki hayatların çalkantıları gerçekçi bir bakışa sahip. Seyirciyi adım adım iç burkan bir drama hazırlamasıyla, içinden çıkmak için can atılan bir akvaryumdan çıkışın da peri masalları gibi sonuçlanmayacağı yönündeki savunusunun ayaklarını yere bastırabiliyor.

Mia rolündeki Katie Jarvis’in birçok festivalden ödülle dönen performansı, çoğunlukla rol yapıyormuş duygusu vermeyen, ama bu yüzden keyif veren bir duruş sergiliyor. Zaten kendisi oyuncu da değil. Andrea Arnold onu tesadüfen bir tren istasyonunda gördükten sonra seçmelere katılması için ikna etmiş. Böylece sinema dünyası, ümit veren genç bir yetenek daha kazanmış. Jarvis hem Mia karakterinin, hem de filmin yükünü belki de hiç özel bir çaba sarfetmeden taşıyabilmekte. Jarvis’in yanı sıra, ilk çıkışını Ken Loach ustanın It's a Free World... filmiyle gerçekleştiren Kierston Wareing’in büyümemiş anne Joanne rolü de Mia etrafında daralan hayat çemberinin en mühim parçasını oluşturmakta. Tabiî 300, Hunger, Eden Lake, Inglourious Basterds filmlerinin başarılı aktörü Michael Fassbender’ın canlandırdığı Connor da başka bir mühim parçasını…

Fish Tank, yine bir BBC Films yapımı olan An Education ile bazı benzerlikler taşıyor. Ama An Education’ın elegan ve kurgusal barizliklerinin karşısında Fish Tank’in çiğ tadını benzeştirmek gibi bir niyet sözkonusu değil elbette. Sadece her iki filmin merkezinde yer alan iki genç kızın kendi akvaryumlarından çıkıp engin denizlere açılma hayalleri sonrası çektikleri sancılarla kendini gösteren bir benzerlik bu. Anlaşılan BBC Films, kendilerinden yaşça büyük erkeklerle ilişkiye giren kızlar konusundaki hassasiyetini, bu tür filmleri mesaj niyetine kullanarak toplumsal bilinç edindirme misyonu yüklenmiş. Ne diyelim, mesaj vereceksen de bu iki film gibi ver. Bu açılardan baktığımda Fish Tank’i daha çok beğendiğimi itiraf edeyim. Bundan böyle Andrea Arnold da Red Road’un ardından daha farklı beklentiler içinde izlenecektir bana göre. Özellikle 2011’de görücüye çıkacak olan ve daha önce William Wyler, Luis Buñuel, Peter Kosminsky, Robert Fuest, A.V. Bramble, Jacques Rivette gibi yönetmenlerin uyarladığı Emily Brontë romanı Wuthering Heights’i yorumlayacak olması, her ne kadar artık kendisinden Fish Tank gibi spontane hikâyeler umulsa da ilginç bir haber olarak görünüyor.

25 Haziran 2010 Cuma

From Paris With Love (2010)


Yönetmen: Pierre Morel
Oyuncular: John Travolta, Jonathan Rhys Meyers, Kasia Smutniak, Richard Durden, Amber Rose Revah, Chems Dahmani
Senaryo: Adi Hasak, Luc Besson
Müzik: David Buckley

Paris’teki Amerikan elçiliğinde görevli James Reece (Jonathan Rhys Meyers), yükselmek için gizlice istihbarat adına da çalışmaktadır. Sevgilisi Caroline’e evlenme teklif edeceği gece istihbarattan bir görev telefonu alır. Görevi, havaalanı güvenliğine takılan sıradışı Amerikalı ajan Charlie Wax’ı (John Travolta) kurtarıp ona Paris’teki gizli görevinde yardımcı olmaktır. Bu görev, üst düzey bir bürokratın yeğeninin uyuşturucu problemi olarak görünmektedir. Ama daha geldiği ilk gece Paris’i birbirine katan Wax’ın bu görevden çok daha tehlikeli bir başka iş için Paris’e geldiği anlaşılır.

Banlieue 13 ve Taken gibi hız tutkunu Luc Besson aksiyonlarını yönetmiş Pierre Morel’in yeni filmi From Paris With Love, yine sıkı aksiyon numaralarıyla dikkat çeken bir film. Meyers-Travolta ikilisinin tuhaf birlikteliği, Morel’in mermi, yumruk, araba takibi hengâmesinde fazla göze batmıyor. Zaten oyuncu bazında kan uyuşması aranacak bir durum da yok. Taken’ın da temposu yüksekti. Fakat Morel sanki hız rekoru egale etmek istercesine yine gaza basmış. Haliyle çizgi film gibi sahnelere davetiye çıkarılmış. Besson’un dolaylı diyaloglarından ve kafasına 10 silah dayalıyken 2 saniyede durumu lehine çeviren, en zor anlarda bile espiri patlatabilen Amerikan buluşlarından yoğun izler taşıyan film, 90 dakikalık bir fragman olmak yerine yer yer soluklansa ve tek bir hedefe odaklansa biraz ciddiye alınabilirdi. Lamba cini gibi bir Travolta’nın Paris’e gelip hanım hanımcık Meyers ile iki günde Pakistanlı kalabalık intihar ve suikast timini çökertmesi ancak filmlerde olur diyeceğim, gülünç olacak.

Luc Besson’un piyasa kriterlerinden çok iyi anlayan, hatta çeşitli filmlerinde kendisinin koyduğu kriterleri hayata geçiren aksiyon mantığı hızlı da olsa tıkır tıkır işliyor. Bunu özellikle son zamanlarda sayıları artan Besson imzalı senaryo ve yapımcılıklara sahip fabrikasyon kirliliklerle karşılaştırarak söylüyorum. Yine de o Besson mamüllerinden hallice bir yapısı var filmin. Türün meraklılarına geçilmiş bir kıyak bile denebilir. Ama abur cuburdan öte biryerlere gittiği de yok. Morel, nasıl Taken’da Liam Neeson’ı yan bakılmaması gereken bir ajan eskisine döndürmüşse, burada da John Travolta’yı kural tanımaz, gözükara ve bir miktar da karikatür bir ajana döndürmüş. Travolta sayesinde Pulp Fiction’a yapılan “royale with cheese” göndermesi de hoş muydu, değil miydi bilemedim şimdi. Hoştu galiba!

21 Haziran 2010 Pazartesi

Love Battlefield (2004)


Yönetmen: Pou-Soi Cheang
Oyuncular: Eason Chan, Niki Chow, Kenny Kwan, Carl Ng, Hailu Qin, Zhiwen Wang, Ho-Yin Wong
Senaryo: Kam-Yuen Szeto

Yui ve Ching, tanışırlar, birbirlerinden hoşlanır, sevgili olur ve beraber yaşamaya başlarlar. Alışkanlığın getirdiği tutku azalmasını yenmek için Avrupa gezisi ayarlarlar. Ama yola çıkacakları günün sabahı arabaları çalınır. Bunun üzerine hırsızlar yerine birbirlerini suçlamaya başlarlar. Hem de ne suçlama! Geçmişte ne varsa ortaya dökerler. Yok yemek pişir dedin pişirdim, yok pilavı lapa gibi yaptın, yok dalma kursuna sen istedin diye gittim gibi bahanelerle kavgaya tutuşan çift ayrılır. Yui arabayı bulur, ama bunun yanında babayı da bulur. Çünkü arabayı aralarında hamile bir kadının da bulunduğu polisten kaçan bir çete çalmıştır. Sıcağı sıcağına olay yerine gelen polislerle girilen çatışma sonrası geriye ölü polisler, yaralı gangsterler ve az önce sevgilisinden ayrılan acil servis doktoru Yui kalmıştır. Yui’yi kaçırıp doktor, şoför, aşçı niyetine kullanan çete üyelerinden habersiz salya sümük ağlamakta olan Ching ise sevgilisinin aramasını beklemektedir. Yui ve Ching’in sevgisi, bir çiftin görebileceği en zalim sınavlardan birine tabi tutulacaktır.

Nick Cave bir röportajında “aşkın tarifi mümkün, ama ben hala arıyorum” demişti. Herkesin kendine göre bilimsel, duygusal, matematiksel, kimyasal, tensel tanımı vardır. Aşk, tanımı değil, yorumu yapılabilecek bir olgu. Bunun farkında olan Mozart, Picasso, Fellini gibi insanlar çareyi yorumda bulmuşlar. Üstelik aşkı aşk yapan ayrıntılardır. Milyarlarca ayrıntının hangisinden bahsederek tanım yapacaksınız? Şu anki eşiniz veya sevgilinizle, aşık olmadan önce birbirinize ait ne kadar ayrıntı tespit ettiniz? Birbirinizi bulmadan önce, ne aradığınızı biliyor muydunuz? Hayatınızın anlamının yüzde kaçı aşka aitti? Şu an yüzde kaçı ait?


Eternal Sunshine Of The Spotless Mind ... Adına methiyeler düzmek isterdim. Ama yapamam. Kendini bu kadar özgür bırakmış çok az film izledim. Adıyla bile bir aşk yorumu yapan ve o yorumların ucu bucağı olmadığını haykıran bir başyapıt. Love Battlefield da gerek adıyla, gerek tadıyla o farklı yorumlardan birini yapıyor. Mukayese yapmak değil amacım. Söz konusu aşk olunca artık sinemada da farklılık peşinde koşar olduk ve bu çok sağlıklı bir duygu. Love Battlefield farklı mı? Yüzde yüz! Film onca kan-revan, top-tüfek arasında yolunu arayan gerçek bir aşk filmi. Hani ne olur, adam ve kadın tutkuyla bağlıdır, sonra araya ufak tefek yanlış anlamalar, kişiler, olaylar veya egolar girer, ayrılırlar. Sonra bazı ayrıntılar her ikisine de doğru insanın “o” olduğunu anlatır. Gerçekle yüzleşen çift bu dünyada birbirleri olmadan yaşayamayacaklarını anlar ve mutlu son. Love Battlefield bu düzenekte ilerleyen bir film değil. Ancak bu farklılığa rağmen aşkın gücünü o kadar sarsıcı yaşıyor ki, Yui ve Ching’in yaşadığı sınavdan geçtiğimizi düşünürsek ne yapardık diye düşündüğümüzde verdiğimiz cevap, aşkımızın gücünü ortaya koyuyor. Bekara boşaması kolaydır ama bu filmin sunduğu her türlü gerilimin çıktığı kapı aşka dair.

Filmin hem aksiyon, hem de sevgi yönünden göndermede bulunduğu savaş alanı tamlaması o kadar yerinde ki, bunu Mr. & Mrs. Smith ucuzluğunda anlamamak gerek. Yüzeyden, bir anlık öfkelerle kırdığımız sevdiğimizin değerini anlamamız için yapılmış bir uyarı gibi gözükse de altında, iki kişinin yarattığı bir savaş alanında, ilişkinin gideceği güzergahı belirlemek için yapılan basitten zora tüm fedakarlıkları düşünmeye zorlayan ve o alanı sevişme alanına çevirmenin gerekliliğine işaret eden bir Hong Kong filmi. Üstüne üstlük, aşka iyi adam-kötü adam tarafından da bakacak kadar adalet sahibi. Öfke uğruna kimseyi kırmaya değmez gibi yapış yapış bir mesajı yok. Bireysel mutluluğum için, başkasının mutluluğunu feda ederim diyor ve bunda sonuna kadar haklı bence. Bencillikse bu uğurda bencilim ve bunun gibi filmler, yalnız olmadığımı hissettiriyor. Yine de bu başımıza gelmedikçe anlayamayacağımız bir his.


Başta Eason Chan ve Niki Chow olmak üzere tüm oyuncular çok iyi oynamışlar. Ama bu iki oyuncu, sevginin gücüne vurguda bulunma misyonunun altından çok başarılı şekilde kalkıyorlar. Yui’nin arabasını bulmasıyla başlayan aksiyon ve girilen gerilimli süreç, sevgilisi Ching’in, aralarındaki ilişkiye gönderme yapan elektronik saat sayesinde sevgilisinin izini bulmasıyla daha da hız kazanıyor. Ama bu süreç, iki sevgilinin buluşması ve aşkın kazanmasını beklemekten başka çare bırakmıyor önümüzde. Hep aklın bir kenarında olan sona yaklaştıkça çaresiz oturup bekliyoruz. Film bitince de… Aslında aşk da öfke gibi bir hediye. Ona bir kere sahip olduysak ne pahasına olursa olsun kaybetmememiz lazım. Korna çalarak öfke gösterdiğimiz ölçüde sevgimizi gösteriyorsak işimiz oldukça zor olur. Yine buralarda biryerde “pişmanlık insanlıktır” demişti şair. Pişman olacak bir şey yapmayalım demek de çare olamıyor bazen. Ama en azından öfke kadar sevgiden de vazgeçmeyelim. Aşırı da olsa sevgi sevgidir. Bu hediyeleri kaybetmemek gerek. Elde edeceğimiz ganimeti düşünürsek, aşk gerçekten bir savaş alanıdır.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Yentl (1983)

Yönetmen: Barbra Streisand
Oyuncular: Barbra Streisand, Mandy Patinkin, Amy Irving, Nehemiah Persoff, Steven Hill, Allan Corduner
Senaryo: Jack Rosenthal, Barbra Streisand
Müzik: Michel Legrand

9-10 yaşlarında anne-baba ile misafirliğe gittiğimizde oraya gelmiş olan diğer çocuklarla birlikte oradan oraya koşturup ortalığı tarumar edince çaresiz tüm çocukları televizyonlu bir odaya tıkıştırıp “hadi burada oynayın” derlerdi büyükler. Televizyonun çekim gücü muazzamdı ve en hiperaktifini bile muma çevirebiliyordu. O kan ter içinde tıkışmalardan birinde TRT1’de oynayan, hemen hemen yarısında izlemeye başladığımız bir filmdi Yentl. O anı hatırlamamın sebebi Barbara Streisand’dır. Yanlış anlaşılmasın. İyi filmlerde kayda değer performanslara imza atmış olmasına karşın, hayranı olduğum bir oyuncu değildir. Hatta kimi zaman gerek kendisini, gerek sesini itici bulduğum bile olmuştur. Benim Yentl’ı asıl hatırlama sebebim, ekranda gördüğüm erkeğin, film ilerledikçe aslında bir kadın olduğunu fark etmemdi. Sarsıcı bir deneyimdi. İlk kez uzun saçlı bir erkek gördüğüm andaki şaşkınlığımın neredeyse iki katıydı. Bizi o odaya tıkan ebeveynlerimiz, kabaca bir genç kızın erkek kılığına girmesini, o haliyle başka bir erkeğe aşık olmasını, buna rağmen başka bir kadınla evlenmesini işleyen bir filmi izlememizi ne derece tercih ederlerdi? Kanal değiştirme gibi bir şansımız olmadığından, televizyonun önüne sübhaneke boncuğu gibi dizilip ağzımız bir karış açık izlemiştik. Hoş, TV’de ne olursa olsun öyle izlerdik ya!

Yıllar sonra birgün yine denk gelmişti. Barbara Streisand’ın filmde bağıra çağıra söylediği şarkıların bu kez kulağımı epey bir tırmaladığını fark ettim. Daha olgun bir bakış açısıyla filmi incelediğimizde o zamanlar Streisand’ın gerçekte kadın olduğuna nasıl kanmışız diye düşündüm. Belki o meşhur burnudur bizi yanıltan. Yentl, belli amaçlar uğruna farklı cinsin kimliğine bürünmeyi konu almış filmlerin olmazsa olmaz yöntemlerini kullanan, araya kimi zaman fenalıklar getiren şarkılar serpiştiren, ikna kabiliyeti tartışılır, güçlü sayılabilecek hikayesini hakkıyla işleyemediğini düşündüğüm bir film. Tabi benim için öyle. Sevenleri olduğunu gözlerimle gördüm. Bunu anlamak güç değil. Zira Yentl, sırf cinsiyeti yüzünden seksist zihniyetin kurbanı olmayı reddedip, zincirlerini kırmaya niyetlenen, onun hem yahudi hem de bir kadın olma itilmişliğine erkek bedeniyle baş kaldırmasına saygı duyan bir kesimin başucu filmlerinden biridir. Ama gerçekten yaşanmış öyle bir hayat hikayesi var ki, Yentl solda sıfır kalır. Tıp dünyasında Dr. James Barry olarak bilinen gizemli bir kadının akılalmaz hikayesi.


Dr. James Barry, İngiltere’de tıp okuyan ilk kadındı. Ama adından da anlaşılacağı gibi bunu bir kadın olarak yapmadı. 71 yaşında ölene dek kadın olduğunu gizlemeyi başardı. Gerçek adı Miranda olan Barry bazı kayıtlara göre 1700’lü yılların sonunda Londra’da doğmuştu. Varlıklı bir soydan geliyordu. O yıllarda kızların tıp okuması yasaktı. Hakkında bilinen gerçeklerden biri, 1800’lerin başında tıp öğrencisi olarak Edinburgh Üniversitesi’ne girmiş olmasıydı. Sınıf arkadaşları, onun kısa boyu ve hiç sakal çıkmayan yüzüyle alay ederler, ama hiçbiri onun bir kız olabileceğini akıllarından geçirmezlerdi. James 20 yaşında mezun olduğunda, bunu başaran en genç öğrenci olmuştu. Londra Hastanesi’nde çalıştı, cerrahi okudu, orduya bile girdi ve orada sıhhiye asistanı oldu. Ordunun fizik testlerinden nasıl geçtiği ise hala bir muamma. İngiltere ve onun kolonilerinde hatırı sayılır başarılarıyla ünlenmeye başladı. Hindistan, Güney Afrika, Malta ve Jamaika’ya gitti. Katı kuralları ve her zaman hastalarını önde tutan tavrı yüzünden çalıştığı yerlerde büyük takdir kazandığı gibi, başbelası olarak da görüldü ve düşmanlar edindi.

Etrafında büyük hayranlık uyandıran başarılara imza atsa da, Dr. Barry tuhaf bir kişilikti. Mesela hep kapalı kapılar ardında giyinirdi. Erkek subaylarla kaldığı odada soyunup giyinmeden önce onların odadan çıkmalarını rica ederdi. 60’lı yaşlarında general oldu ve Kanada’ya taşındı. Orada da askerlerin yaşam şartlarını iyileştirme yönünde çalışmalarda bulundu. Daha sonra şiddetli grip yüzünden yatağa düştü. Emekli olmak için İngiltere’ye döndü ve orada ölene dek yalnız yaşadı. Ölümünden sonra bir ordu doktoru Dr. Barry’nin aslında bir kadın olduğunu fark etti. Ölümüne kadar sakladığı bu sır artık açığa çıkınca ordu da şok oldu. Fakat ordu, onun kadın olduğu yönünde bir açıklamada bulunmadığı gibi, Barry’yi erkek gibi bir törenle defnetti. Böylece hayatının tüm sırları da onunla birlikte gömülmüş oldu.

Bu inanılmaz hayat hikayesi daha önce filme alındı mı bilemiyorum. Yentl gibi filmlere esin kaynağı olabileceğini düşündüğüm bu hayat tarzını kabullenip, onunla yaşamaya karar veren kadınların ruh halini anlayabilmek için toplumların ve kültürlerin kadınlara karşı takındıkları katı tutuma ve elverişsiz şartlara da bakmak önemli. Erkekleri veya kadınları karşı tarafa geçmeye ve hayatlarının rolünü oynamaya iten şartlara bakmak. Babasından Tevrat eğitimi alan Yentl, babası ölünce eğitimine devam etmek isteyip, kızlara yasak bir okula girmek isteyince ve tek çarenin erkek kılığına girmek olduğunu anlayınca Dr. Barry’nin, hatta Mulan’ın amacına benzer bir dürtü ile hareket ediyor. Bu tip cinsiyet değişimlerini çok kullanan Shakespeare’in Hamlet’i, Virginia Woolf’un Orlando’su gibi edebi eserler bu dürtünün ilk ürünlerinden sayılabilir. Onun dışında Marlene Dietrich’in Morocco’su, Greta Garbo’nun Queen Christina’sı, Julie Andrews’ün Victor Victoria’sı da perdeye yansımış iyi örneklerden sayılmakta. Boys Don’t Cry’da Hillary Swank’in ve 1975 yılında çekilen Köçek’te bu kez bizden Müjde Ar’ın getirdiği sert yorumlarla, bu karmaşık ama her şeye rağmen insani tutumun izlerini sürmek mümkün.


Bir kadın (Hadass), bir erkek (Avigdor) ve Yentl arasında yaşanan karışık bir aşk üçgeninin ele alınış biçimi, sıra dışı bir evliliğin getirdiği manevralar ve gerçeğin ortaya çıktığı son bölüm, Yentl’ı yeterince cazip kılıyor. Barbara Streisand-Mandy Patinkin-Amy Irving üçlüsünün performansları da (Streisand’ın erkek taklidi (!) yaptığı çoğu sahne dışında) ne uzalır, ne kısalır nitelikte. Zaten Streisand, Funny Girl ile kendini kanıtlamış bir oyuncu olabilir. Ben onu hep Funny Girl ile hatırlar, Funny Girl ile severim. Diğer türlü hatırladığım Streisand ise aygın baygın aşk şarkılarının Sezen Cumhur kıvamında dinlenilesi şarkıcısıdır. Klişe olmasına karşın hüzünlü bir mutlu son, tam da Yentl gibi bir filmin ihtiyacını karşılamış. Kaldı ki, bakış açımıza göre mutlu veya mutsuz son ile filme alışmış bulunan bedenlerimizin vedası da her zaman hüzünlüdür. Yentl, alışılması kolay bir film ve onun vedası da bahsettiğimiz hüzün zerreciklerini üzerinize serpebilir. Hani derler ya, “mendillerinizi hazırlayın” diye, işte mendil bu filmden sonra ya akan gözyaşlarınızı silmek için, ya da üzerinize sıçramış o hüzün zerreciklerini silmeniz için işe yarayacaktır.

11 Haziran 2010 Cuma

The Collector (2009)


Yönetmen: Marcus Dunstan
Oyuncular: Josh Stewart, Michael Reilly Burke, Andrea Roth, Juan Fernández, Karley Scott Collins, Daniella Alonso, Madeline Zima, Robert Wisdom
Senaryo: Patrick Melton, Marcus Dunstan
Müzik: Jerome Dillon

Tesisat ekibinde çalıştığı zengin borsa simsarının evini, kumar borçlarını kapatmak amacıyla soymaya karar veren Arkin’in, kendisinden önce eve girip aileyi rehin almış, evi de akıllara zarar tuzaklarla donatmış olan psikopat bir katille oynadığı köşe kapmacayı anlatan The Collector, Marcus Dunstan’ın ilk yönetmenlik denemesi. Dunstan ise ekürisi Patrick Melton ile birlikte Feast üçlemesi ile Saw IV, V, VI, VII serilerinin senaristi. Senaryoyu yine beraber yazmışlar. Çoğu zaman seyir zevkinin içine eden karanlık çekimleri saymazsak, gerilim dozu Feast ve Saw’a göre ayarlanmış, video klip – fragman estetiği (kaygısı da diyebiliriz) hissedilen gerilimlere meraklı olanların ilgisini çekebilecek bir film. Yalnız bu iki filmin referansı yanıltmasın, tam o kıvamda sayılmaz. Gerçi Saw’da kıvam mıvam kalmadı ya neyse! Jigsaw, Leatherface, Freddy, Michael Myers derken bir de koleksiyoncumuzun eksikliğini hissediyorduk. Finalden de anlaşılacağı üzere devam filmi gelecek. İnsan koleksiyoncusu psikopatın topladığı bu insanların turşusunu mu kurduğu, yoksa beleşe yazlık inşaatında mı çalıştırmak istediği gibi açıkçası cevaplarını pek de merak etmediğim birtakım sorular yanıtlanmaya çalışılacak. Her film birine cevap verirken, başka sorular da yaratacak. Her film, koleksiyoncunun zaferiyle bitecek.

Mekanikten anlayan, zeki, çalışkan ve biraz da esprili katilin üşenmeyip özenle hazırladığı bubi tuzakları kimi zaman enteresan gelse de, kimi zaman da abartılı ve gereksiz görünüyor. Arkin ve Koleksiyoncu arasında ev içinde yaşanan kedi fare oyunu biraz daha zekice kurgulansa ve çeşitlenseydi belki daha kalıcı izler bırakabilirdi. Vasat oyunculuklar ve senaryo, filmin dramatize olmasını engelliyordu ki, bu da en büyük eksikliklerden biriydi. Gerçi Saw serilerinde bile bunu aramak bir lüks iken, burada aramak boşuna. Ölenlere acımak zaten pek kolay değildi. Arkin’in evdekileri kurtarmak için neden bu kadar yürekten çabaladığı ve kendisi paçayı kurtardıktan sonra neden geri döndüğü de havada kaldı. Tamam, kendi küçük kızının yerine koyduğu Hannah’yı bir an önce arızalı katilden kurtarmak istiyordu fakat karanlık adamlarla düşüp kalkan Arkin’in bu denli cesur, fedakâr ve sorumluluk sahibi bir kişilik olduğuna inandırmak için filmin nefesi yetmiyor. Hüzünlü bir folk şarkıcısı ile keş bir psikopat arasında gidip gelen bakışlarıyla Arkin kardeşimiz devam filminde görünecek mi bilemiyorum. Ama madem lastik gibi sünecek, hiç olmazsa Koleksiyoncu’dan daha yaratıcı ve daha amaçlı tuzaklar görmek, kendisine şimdiden hayran kalmış seyircilerin gözünde kredisini daha da arttıracaktır. Yine de devamını getirmeye hiç mi hiç gerek olmayan bir pilot bölüm gibiydi The Collector...

9 Haziran 2010 Çarşamba

The Wolfman (2010)


Yönetmen: Joe Johnston
Oyuncular: Benicio Del Toro, Anthony Hopkins, Emily Blunt, Hugo Weaving, Art Malik, Cristina Contes
Senaryo: Andrew Kevin Walker, David Self
Müzik: Danny Elfman

Lawrence Talbot’un (Benicio Del Toro) çocukluğu annesinin öldüğü gece sona ermiştir. Bir yazar olan Lawrence, sessiz sakin Victoria dönemi kasabası Blackmoor’u terk ettikten sonra kendisini toplayıp her şeyi unutmak için uzun yıllar boyunca ortalıkta görünmez. Ancak kardeşinin nişanlısı Gwen Conliffe’in (Emily Blunt), kaybettiği kocasını bulmak için yardımını istemesi üzerine arama çalışmalarına katılmak için geri döner. Kasabaya ulaştığında doymak bilmeyen bir kana susamışın kasaba halkını tek tek öldürdüğünü; olayı araştırmak için Aberline (Hugo Weaving) adlı bir Scotland Yard müfettişinin kasabaya geldiğini öğrenir.

Lawrence, vahşet dolu bulmacanın parçalarını birleştirdikçe dolunayda ortaya çıkan kurt adamlarla ilgili çok eski bir laneti duyar. Bu katliamı durdurmak ve sevmeye başladığı kadını korumak için Blackmoor’u çevreleyen ormandaki vahşi yaratıkları yok etmek zorundadır. Ancak canavarları avlamak için ormana gittiğinde geçmişi acılarla dolu bu adam, asla hayal bile edemeyeceği kendi vahşi yönüyle yüzleşmek zorunda kalır.


1941 yapımı orijinal hikâyeye sadık kaldığı söylenen The Wolfman, yürek yakan kadrosu, amacına ulaşan kasvetli atmosfer yaratımı ve korku/gerilim/aksiyon yönünden fazla sırıtmayan niteliklerine rağmen, bir şeylerin eksik hissedildiği bir yapım olmuş. Aslında filmin çok beğendiğim bir karanlığı var ki, 2010 yılında bir kurt adam filmi çekilecekse tam da böylesi bir karanlığa sahip olmalı. İlk yarının düşük temposuna rağmen, belki de sadece bu gotik ambiyans sayesinde film izlenilebilir bir yapıdaydı benim açımdan. İlginçtir, böyle leziz bir fonda ilerleyen düşük tempoyu, ikinci yarının zıvanadan çıkmış halinden daha fazla beğendim diyebilirim. Nolan’ın Batman felsefesine giriş türünden bir kurt adam anatomisi yaratılabilecek uygun zemin de vardı bu yüzden. Oysa artık 1941 ruhundan uzak olmamızın getirdiği bu orijinal sadakat, her ne kadar teknolojik nimetleri yerinde kullansa da, hikâyeyi sürükleyip bıraktığı gelişme ve sonuç izleğinde beklenilen etkiyi uyandırmıyor bana kalırsa. Lawrence’ın kurt adamlığına anlam yükleme kaygısı taşınmıyor (bu anlam, basit bir intikam hissinden daha güçlü olmak zorunda), Lawrence ve Gwen arasındaki ilişki kendi matematiğini kuramıyor, bu yüzden inandırıcı olamıyor, Sir John’un güç tutkusu Hopkins’e rağmen tam anlamıyla perdeye yansımıyor. Bunlar ve belki daha başka sebepler, The Wolfman’i zarif bir efsane olmak yerine, basit ve içi boş bir super(anti)hero kısırlığına hapsediyor.

Sanırım The Wolfman en çok genç oyuncu Emily Blunt’a yarayan bir film. Toro, Hopkins, Weaving gibi harika bir erkek egemen kadroya sahip filmin içinde Blunt'ın estetik yönünü bu kadar etkili yansıtacağını tahmin etmezdim. Bu egemenlik yüzünden, yani “erkeğin çok olduğu yerdeki tek kadın” olmak durumu o estetiği doğal olarak öne çıkarmıştır diye düşünülebilir. Ama güzelliğini bu kadro karşısında ezilmeyecek bir oyunculukla sunabildiği için doğru bir seçim olmuş. Yüzüne yansıyan hüzün, tutku ve saflık, daha çok fettan esmer kız rolleriyle başarısını kanıtlamış Blunt’ın, The Young Victoria’da da gördüğümüz farklı yönüne dikkat çekiyor. Herkes Megan Fox’u, Lindsay Lohan’ı başka başka şeylerle konuşurken sessiz sakin kariyerini güçlendirecek kaliteli rolleri alacaktır gelecekte. Tabiî ki Toro, Hopkins, Weaving üçlüsünün eli armut toplamıyor. Ama oyuncuların bireysel performanslarına tavan yaptıracak bir filmden söz edemeyiz. Halbuki The Wolfman, tam da böyle amaçlara hizmet edebilecek yapıda filmlerden biri olabilirdi. Finalde bariz ve basitçe göze sokulan, insan ve canavar arasındaki sınıra dikkat çeken mesajın yerini bulması için oyunculardan daha çok, senaryo atılımlarına gerek vardı. Öbür türlü mesajın yerine gitmesi uzun zaman alabiliyor veya o mesaj hiç gitmeyebiliyor.

Filmi 1941’den uyarlayan senaristlerden birinin Se7en şaheserinin senaristi Andrew Kevin Walker olması, yükselen beklentilere verilecek cevapları zorluyor. Keşke Sherlock Holmes ve burada Hugo Weaving’in karizma kattığı Müfettiş Frederick Abberline’ı bu kez Johnny Depp’in oynadığı 2001 yapımı From Hell’deki gibi karanlık Londra dekoruna yakışır bir film olsaydı. Belki o zaman ileride Frankenstein Meets The Wolf Man’i de çekmelerini beklerdik. Yine de hakkını yememek adına, filmografisine yabancı olduğum yönetmen Joe Johnston’ın en azından ambalaj olarak iyi bir film çektiği söylenebilir. Fakat ne yazık ki, iz bırakan bir kurt adam filmi olmayacak. Şahsî kanaatim gereği, John Landis’in çektiği 1981 tarihli An American Werewolf In London’ı görmeyen birinin kurt adam filmi izlediğini iddia etmemesi gerekir. Özellikle David Kessler’in (oyuncu David Naoughton’un) kurt adama dönüştüğü sahne olağanüstü bir deneyimdi benim için.

5 Haziran 2010 Cumartesi

The Chaser (Chugyeogja) (2008)


Yönetmen: Hong-jin Na
Oyuncular: Yun-seok Kim, Jung-woo Ha, Yeong-hie Seo, In-gi Jung, Hyo-ju Park
Senaryo: Hong-jin Na, Shinho Lee, Won-Chan Hong

Polis teşkilatından kovulmuş olan Joong-ho, geçimini muhabbet tellallığı ile sağlamaktadır. Bir süre sonra çalıştırdığı bazı kızlar esrarengiz biçimde kaybolmaya başlar. Joong-ho, birileri tarafından kızların kaçırılıp satıldığını düşünmektedir. Biraz araştırınca kaçırılan kızları da aramış olan müşteri numarasının aynı olduğunu fark eder. Önce fark etmediği bu numara tarafından tekrar aranır. Hasta yatağından kaldırıp işe gönderdiği, 7 yaşında bir kızı olan Min-ji, bu numaranın sahibi garip adam tarafından alıkonur. İşkence gören Min-ji, katil tarafından öldüğü sanılarak evin bodrumunda bırakılır. Aynı gece beklenmedik bir şekilde yaşlı bir çifti de öldürmek zorunda kalan katil Yeong-min, panik içinde cesetleri yok etmek için dışarı çıktığında, cinayetlerin işlendiği semtte Min-ji ile iletişim kurmak için dolaşan Joong-ho’nun arabasına çarpar. Eski bir dedektif olan Joong-ho, Yeong-min’in şüpheli tavırlarından ve gömleğindeki kan lekesinden şüphelenerek onu korkutur, kaçırır, sonra yakalar, döver ama her ikisi de polise yakalanır. Karakolda işlediği tüm cinayetleri itiraf edip herkesi şaşırtan Yeong-min, cesetleri gömdüğü yeri bilmediği gibi birkaç ayrıntıyı ele vermeyip aptalı oynayınca ciddiye alınmaz. Ama öte yandan Min-ji’nin ölmediğine, Yeong-min’in katil olduğuna inanan Joong-ho, Min-ji’nin küçük kızını da yanına alarak zamana karşı yürüttüğü takiple onu aramaya koyulur.



Gündemi takip ediyorsanız belki duymuşsunuzdur. Düşman kardeşler Kuzey ve Güney Kore, yakın zamanda iki farklı olay ile haberlere konu oldu. Kuzey Kore, ABD ile yaşadığı gerilimin kaynağı olan Yongbyon nükleer reaktörünü imha etti. Bu hareketi ile nükleer silah için gerekli plütonyum üretimine son verme vaadinde bulunmuş oluyordu. Bu iyi niyet gösterisine karşılık olarak ABD de Kuzey Kore’yi teröre destek veren ülkeler listesinden çıkarmak ve bazı yaptırımları kaldırmak yönünde somut adımlar attı. Öte yandan Güney Kore halkı, hükümetin ABD’den ithal ettiği sığır etinin “deli dana” hastalığı taşıdığından endişe duyarak, bu ithal kararını protesto etmek için sokaklara döküldü. Yüzlerce eylemci ve polis yaralandı. Tahmin edileceği gibi bu iki benzemez olayın tek ortak yanı ABD… Tüm dünyayı sömürme hakkını kendinde gören Amerika, özellikle bu iki Kore devletini tarihleri boyunca defalarca taciz etmiş, yaptıklarına politik, sosyal ve ekonomik gerekçeler bulmuş, her seferinde de uzlaşmacı, arabulucu, barışçı kimlikler takınarak bu olaylardan sıyrılmayı başarmıştır. Yeni pazarlarla sömürü gücüne güç katmak isteyen Amerika, belki de bu yaygın politikasının da etkisiyle Güney Kore’nin sinema sektörünü bile yakından takip etmekte. Meseleyi bağlayacağımız yer, The Chaser adlı 2008 tarihli polisiye-gerilim filmi. 2010 yılında senaryosunu The Departed ile Oscar kazanan William Monahan’ın yazması düşünülen The Chaser’ın yeniden çevrimi için çoktan düğmeye basılmış durumda.

Elbette The Chaser, Hollywood’un Güney Kore’den çekim haklarını aldığı ne ilk, ne de son film. Ülkesinde şimdiye dek 5 milyon izleyici ile Box Office listelerinde uzun süre zirvede kalmış. Geçmişe baktığımızda genel olarak Uzakdoğu yeniden çekimlerin fazlalığı bir yana, bu istilanın sadece Güney Kore ayağında bulunan A Tale Of Two Sisters, Il Mare, My Sassy Girl, The Poisoning, Sympathy For Lady Vengeance, Old Boy, JSA, The Host, My Wife is a Gangster gibilerinin hakları yeniden çevrim için satın alınmış veya çoktan seyirciyle buluşmuş. Amerikalı yapımcıların zevklerini itiraf etmek gerek. Tabi bu zevkin getirisi her zaman iyi uyarlamalar verecek diye bir kural yok. Birkaç yıl önce gerçekten yaşanmış tüyler ürpertici bir seri katil davasından perdeye aktarılan film, artık Güney Kore sinemasında alışkanlık olduğu üzere hem senaryo hem de yönetim olarak bir “çaylak” filmi. O çaylağın adı da Na Hong-jin… Onun herhangi bir kısa film, tiyatro, drama geçmişi var mı bilemiyoruz ama The Chaser bir ilk filme göre son derece olgun ve hakim bir yapım. Belli polisiye gerilim kalıpları üzerine inşa edilmiş, standart bir zemine oturtulmuş bir film olmasına rağmen, 40 yıllık sinemacılar gibi dizginlere hakim çaylaklara pek sık rastlanmıyor.

Hong-jin
, yaşanmış bir olaydan uyarladığı kendi senaryosunu gerek olay dizimi, gerek kurgu anlayışı, gerekse oyuncu idaresi yönünden dramatize etmeyi birçok yönden başarmış. Üstelik olağan seri katil polisiyesi gidişatlarını fazla umursamadan, aşırı şiddet içeren sahneleri istismar etmeden, iyi-kötü-kurban üçgendeki karakterlerine sırtını dönmeden ve beklenmedik biçimde politize bir duyarlılığı da eklemekten çekinmeden filmini tamamlamış. Gerçekçi olmak gerekirse bir yapımcı, ilk filminde böylesi çarpıcı ve gerçek bir polisiye vakayı filme alması için bunca risk altına giren acemi bir yönetmeni seçmek için iki kere düşünürdü. Bu tip yeni soluklara Güney Kore sinemasında sıklıkla gözlemlenebilecek şekilde böylesi özgürlük ve bütçe emanet edilmesi, sinema sanatı adına çok olumlu bir yaklaşım. Hong-jin’in, filmin bütünü düşünüldüğünde kendi özgürlüğünü yine kendisinin kısıtladığı, janrın geleneklerine bağlı kalma ihtiyacı duyduğu anları da göz ardı edemeyiz. Yani her ne kadar elinde bir özgürlük olsa da, kendi disiplinini veya acemiliğin getirdiği bir “fazla açılmama” endişesini de hissettirmiyor değil.



The Chaser, yüzeyde bir seri katil polisiyesi. Fakat birçok akranının aksine katilini gizlemek veya onun cinayet işleme sebepleri üzerine şişirme çocukluk/ergenlik gerekçeleri uydurmak için uğraşmıyor. Katilini adıyla, tipiyle yöntemleriyle daha filmin başlarında açık ediyor, hatta polise yakalatıyor. Katilin fazla karizmatik veya gizemli olduğu söylenemez. Hataları, beceriksizlikleri ve kadın katillerinin çoğunun sahip olduğu iktidarsızlığıyla sıradan bir genç. Ama filmin esas derdi, katilin kim olduğu, neden katil olduğu veya onun şahsi meseleleri, zekası veya zayıflığı gibi hedef saptırmalar değil. Karşı köşedeki eski polis, yeni pezevenk Joong-ho’nun gelişimi bile daha ilgi çekici sayılabilir. Başlangıç için hiç de inandırıcı gözükmeyen bu tasarım, film ilerledikçe küçük işler çevirerek yolunu bulan yozlaşmış polisler gerçeğini de sırtlanarak daha makul bir kalıba bürünüyor. Aktör Kim Yoon-seok’un muazzam oyunu sayesinde, çalıştırdığı tele-kızların kaybolması ile sermayesinin peşine düşen tipik bir kötü adam kıvamından, insanlığı ile yüzleşmek durumunda kalıp mağdur ettiği kızların ve en son da zorla işe yolladığı Min-ji’nin peşine düşen vicdan sahibi bir ex-kanun adamına dönüş süreci gayet emin adımlarla ilerliyor. Bunda rozetini kaybetmiş ama vicdan ve adalet kırıntılarını kaybetmemiş kişiliği kadar, Min-ji’nin küçük kızının rolü de önemli. Olayı daha da dramatize etmek için küçük bir oyun gibi gözükse de nihayetinde bu oyununda başarılı da oluyor. İyi ile kötü arasındaki mücadelenin arasında kalan takip sebebi Min-ji’nin dramı da altyapıyı ve gerilimi iyice sağlamlaştırıyor. Peki nasıl oluyor da hemen yakayı ele veren seri katil ile, iyiliğini cepten yiyen dedektif eskisi arasında bir takip sözkonusu olabiliyor? Burada devreye giren gerçekçi unsurlar filmin dramatik duruşuyla uyum içinde.



Seul valisine pazarda düzenlenen sıra dışı protesto ile aynı ana denk gelen seri katilin yakalanma olayı, haliyle basının, kamuoyunun ve bürokratların farklı reaksiyonlarının açık edileceği bir ortam yaratıyor. Kaostan beslenen çıkar ilişkileri, acil durumlarda alınması gereken perde arkası önlemleri beraberinde getiriyor. Bunun üzerine bir de hukuki ve bürokratik çıkmazlar eklenince, katilin serbest kalma olasılığına kadar uzanan ihmaller dizisi filmin tansiyonunu daha da yükseltiyor. Bu yükselen tansiyona hazırlıklı olduğunu ispat edebilmesi için çaylak yönetmen Hong-jin’in hamlesi hiç olmadığı kadar önem kazanıyor. İşte Hong-jin’in yaşanmış bir seri katil dehşetine dayanarak çektiği ne derece gerçek, ne derece kurmaca olduğu bilinmeyen, fakat filmin kendi kurmacası dahilinde müthiş bir trajik gerçeklik içeren bakkal sahnesinin eşzamanlı kurgusu o hamleyi yapıyor. Bir bakıma etkili biçimde bakış attığı eleştirel yanına final olsun diye o noktada bitirilebilecek bir filmdi The Chaser.

Yine de bu final fikri sadece çok acımasız bir mesaj olarak kalacağından, kaldığı yerden devam eden takip öyküsünü çarpıcı bir finalle nihayetlendiriyor. Ama orada bile kısa ve etkili bir ikilem yaratmaktan geri durmuyor. Önce zekaların, sonra kasların konuştuğu benzer finallerin biraz aksine, baştan itibaren alıp sürüklediği hikayesini ikilemlerle dolu mutsuz bir “mutlu son”a bağlamasını biliyor. Politik eleştirel yönünü ana hikayesinin önüne geçirmeyip ona ustaca yediren, bu süreç içinde göze batması muhtemel mantık hatalarını fazla önemsetmeyen, isim yapmış birçok Amerikan polisiye gerilimlerini potansiyeli dahilinde kendi benliğine kabul ettirebilen usta işi bir “çaylak” filmi The Chaser

1 Haziran 2010 Salı

Sherlock Holmes (2009)


Yönetmen: Guy Ritchie
Oyuncular: Robert Downey Jr., Jude Law, Rachel McAdams, Mark Strong, Eddie Marsan, Kelly Reilly, Geraldine James, William Hope, David Garrick
Senaryo: Michael Robert Johnson, Anthony Peckham, Simon Kinberg, Lionel Wigram
Müzik: Hans Zimmer

Guy Ritchie’nin bir Sherlock Holmes uyarlaması çekeceğini ilk duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Sevdiğim bir yönetmenin kendi tarzıyla yorumlayacağı klâsikleşmiş bir edebî figürün, aynı dönemde kaldığı halde farklı bir dinamizmle yansıtılacak olması fikri, uyarlamanın deneysel meydan okumalarına maruz kalacaktı. Kendine özgü diyebileceğimiz filmlere sahip yönetmenlerin, bu kulvarlar dışına çıktıklarına da zaman zaman tanık oluyoruz. Woody Allen’ın Match Point’i çekmesi aklıma ilk gelen örnek mesela. Fakat aynı stille, pek de tarzı olmayan bir materyal üzerinden kulvar oluşturmaya çalışanlara sık rastladığımız söylenemez. İşte Ritchie’nin Sherlock Holmes’ünden, Ritchie’nin klâsik hınzır suç yapımları tadı beklemek gibi bir şeydi bu film. Shakespeare uyarlamalarını pek çok farklı yönetmenden, değişik zaman dilimlerinde ve mekânlarda izledik. Hatta birebir uyarlamalar dışında, büyük ilham kaynağı eserlerinden temele sağdık kalan veya kalmayan başka senaryolar da türetildi. Bu Shakespeare zamansızlığının 7. sanata verdiği esin sayesinde birçok kaliteli yapıma kavuştuk. Hâl böyleyken, yani Shakespeare bile belli bir zamana ve mekâna sığmayıp tabulaşmamışken, Sherlock Holmes’ü tabulaştırmanın anlamı yok.

Bunu Sherlock Holmes sinemaya bu şekilde uyarlanmalı mıydı, yoksa uyarlanmamalı mıydı tartışmaları üzerine söylüyorum. Şu Sherlock Holmes’ü görünce geç bile kalınmış diye düşünüyorum. Onun hikâyelerini okumuş ya da sayısını bilemediğim filmlerine ve dizilerine biryerlerde rastlamış, bu sayede zihninde sınırları çizili bir Holmes imajı oluşturmuş seyirciyi sarsacağı muhakkak. Mühim olan, o sarsıntıdan rahatsız mı yoksa hoşnut mu olunacağı. “Sherlock Holmes Hollywood’da” fikrinin uyarlamalar konusunda hassas kimseleri tedirgin etmesi de doğal. Ama bu kadar katı olmayıp geniş düşünmesine rağmen Hollywood sınırları içinde Sherlock Holmes’ün uyarlanmasından değil, uyarlanış biçiminden memnun olmayanlar da çıkabilir. Yani bu yeni Holmes’ü sevmek kadar, ondan nefret etmek de mümkün.


“Nasıl bir Sherlock Holmes istersiniz” sorusunu Guy Ritchie ve kurt yapımcı Joel Silver’ın ellerine teslim edip, oyuncu kadrosunu da sağlama alınca blockbuster kaçınılmaz oluyor. Sherlock Holmes’ün böyle bir cilâya ihtiyacı vardı bana kalırsa. Aslında daha birçok edebî eserin ve karakterin de var. Onları kendi zaman, mekân ve kostümlerinde 2000’lere taşımak ve metaya dönüştürmek mümkün. Her şeyin romanlarda ve hikâye kitaplarında kalmasını bekleyemeyiz. Okumayı sevmeyen bir nesli böyle avutma, onları ticarî açıdan görsellikle ve popüler unsurlarla tavlama ucuzluğu kadar, çoktan okunmuş sevilen bir eseri veya karakteri beyaz perdede kanlı canlı görme beklentisi de göz önüne alınabiliyor. Filmlerden sonra kitaplara ilgi duyan yeni nesile okuma alışkanlığı kazandırması bakımından Harry Potter serisinin yaptıkları dikkate değer. Yine de birebir uyarlama veya sadece esinlenme de olsa, senaryo ve yönetim olarak belli bir itinayla elden geçirilmiş, popüler isimlerin, yapımcı ve yönetmenlerin omuz verdiği uyarlamaların dolaşıma sokulmasında bir sakınca olmamalı. İşte Ritchie’nin Sherlock Holmes yorumu bu tartışmaların odağında birtakım klişelerine, mantık hatalarına rağmen kendini izleten başarılı bir macera olmuş bana göre. Hatta bir ara Hercules Poirot’yu da benzer formatta sahalarda görmek isterim.

İçine Robert Downey Jr. kaçmış Sherlock Holmes, Jack London tasvirlerinden nasibini almış, Jack Sparrow fırlamalığından etkilenmiş, fakat üstün Holmes zekâsını da (bazen aşırılaştırarak) layığıyla taşıyan bir tasarıma sahip. Pejmürde görünümünü, pek bilmediğimiz bazı özelliklerini öne çıkararak yenilemek suretiyle zihinsel olduğu kadar fiziksel olarak da bir deli dâhi karizması yaratılması filme büyük avantaj sağlamakta. Diğer yandan, edebî bir karakter olarak üzerine yapışmış olası hımbıl imaj yerine (ki birçok hikâyesinde bende uzun süre böyle bir imaj oluşturmuştur kendisi) bir Indiana Holmes - Sherlock Sparrow karması maceraperest bir jön haline getirilmesi her ne kadar bu tip karakterlere meraklı seyircilerin hoşuna gitse de, sadık Sherlock Holmes okuyucularının burun kıvırmasına yol açabilir.

Yer yer fazlaca göze batan Holmes detaycılığına rağmen, günümüz kriminal senaryo mantığına meraklı seyirciler için bu detaycı yaklaşım çok keyifli anlar barındırmakta. Üstelik mantıklı veya mantıksız, tüm bu ayrıntıların birbirine bağlanış şekli müthiş bir senaryo enerjisi taşıyor. Birtakım fantastik gerekçelerin ardına sığınacakmış gibi yapıp, onları bu enerjiyle iyi kötü gerçeğe büründürebiliyor. Holmes’ün de dediği gibi “sihir yok!” İzlerken doğruluğundan emin olmadığımız bazı bilimsel izahlar kafa karışıklığı yaratsa dahi, filmin dinamizminden kredi eksiltmiyor. Sadece hikâyenin leziz polisiye örgüsünün sonlara doğru neredeyse dünyayı kurtarmaya doğru ilerleyen klişe serpiştirilmiş gidişatı bir nebze rahatsızlık yaratabilir. Fakat belki biraz da bu sayede, sinyalleri günümüze uzanan politik bir taban ve devam filmine olanak tanıyan bir gizem oluşturulmaya çalışılmış. Zaten yapımcı Joel Silver’ın (Matrix, Lethal Weapon ve Die Hard 1-2 serileri, V For Vendetta, Speed Racer, RocknRolla) koltuk çıktığı böylesi bir yapımın devamının getirilmeme ihtimali zayıf.


Robert Downey Jr., Iron Man’den sonra Sherlock Holmes ile de Hollywood’daki konumunu sağlamlaştırıyor. Onun milyon dolarlar getirecek bir yatırım aracı haline gelmesi ile aktörlüğü arasında süren tartışmalar her yeni Iron Man ve Sherlock Holmes filminde konuşulacak. Süper kahraman olarak maskesinin dışında karizma sağlamış, iz bırakabilen fazla isim yok. Bir sürü aktör Batman oldu. En iyisi kabul edilen Christian Bale bile Joker’ın önüne geçemedi. Tobey Maguire, Spiderman olarak bir saniye bile karizmatik veya güçlü bir oyuncu gibi görünmedi bana. Superman, Christopher Reeve’den beri hiç kimseyle özdeşleşemedi. Onun da kostüm dışında Clark Kent gibi özelliksiz, ruhsuz bir yanı bulunmakta. Hulk, X-Men kişileri, Fantastic 4 vs. hiç girmiyorum. Yani bunların arasında Downey Jr.’ın Tony Stark ışığını yakalayabilmiş pek kimse yok bana göre. Hatta Stark’ın çoğu kez Iron Man’in önüne geçen şeytan tüyü, beyaz perdeye çok güzel yansıyor. Bunda soğukkanlı, alaycı ve belli yüz ifadeleri dışına çıkmayan Downey Jr.’ın kendine güvenli, bu sayede doğal görünen oyununun payı çok fazla. Bu doğallık ve yüz hatları sayesinde komediye olan yatkınlık, gerek Stark, gerekse Holmes gibi dengede durması gereken roller için çok müsait.

Aynı şekilde Holmes’ün hikâyelerinde önemli fonksiyona sahip Watson için Jude Law’ın düşünülmüş olması da iyi fikir. Burada Holmes ve Watson arasında kurulan tamamlayıcılık kadar, fiziksel anlamda da bir denge mevcut. Guy Ritchie’nin sevdiği, bize de sevdirdiği Mark Strong’u filmin kötü adam Lord Blackwood olarak izlemek yine zevkti. Sadece Rachel McAdams'ın Irene Adler rolü için oyunculuk olarak henüz bu rollerin kadını olmayışı, fiziksel olarak da fazla çıtı pıtı duruşu göze batıyor. Belki de bu yüzden Holmes ve Irene arasındaki muğlaklık çeşitli açılardan beklenildiği etkiyi uyandırmıyor. Yeşil ekran tekniğinin nimetlerinden gayet pozitif biçimde faydalanılmış olması yanında mekân, kostüm ve atmosfer olarak zengin içeriğini çarpıcı biçimde yansıtıyor film. Tüm bu unsurlarla Londra kasvetine inandırıcı bir boyut katıldığını hissettiriyor. Bazı anlar dışında Guy Ritchie filmi olduğu pek anlaşılmayan Sherlock Holmes, kostümlü dönem yapımlarının ve sararmış sayfalardan okunan Holmes hikâyelerinin baskın havasını, günümüz gişe garantili Hollywood gerekleriyle buluşturmaya çalışan bir film.

 
Bunda ne derece başarılı olduğunu veya olamadığını, bu tip uyarlamalara karşı alınan tavırlar belirleyecektir büyük ölçüde. Tavrını ve tarzını Hollywood’a girerken bırakan pek çok yönetmenin tersine, Ritchie kendine ait olmayan senaryoyu filme alırken, kendine ait bazı şeyleri (hızlı kurgu oyunları, ağırçekim detaylandırmalar, absürd soğukkanlılıklar vs.) eklemeye çalışsa da, bir Guy Ritchie filmi olamayacak kadar “büyük” bir film olmuş Sherlock Holmes. Lâkin şikayet edilecek bir büyüklük de yok. “Büyük” olup, “hantal” olmamak da önemli. Okuma zevki veren Holmes öyküleri, artık seyir zevki de verecek büyük ihtimalle. Bu durum kimilerini rahatsız, kimilerini memnun edecek. Devam filmi mantığı büyük hedefleri de beraberinde getirir. Önüne konmuş yüksek çıtayı aşmak için 2. ve 3. filmlerin çok kastıklarına, strese girip saçmaladıklarına tanık olduk. Keşke Holmes bu ilk ve tek filmle kalsa ama ok yaydan çıktı. En azından finale devam filmini merak ettirecek mühim kırıntılar konmuş. Holmes zekâsını bir süreliğine de olsa atlatmayı başarabilmiş ve yakalanmamış karanlık bir adamın varlığı bile yeterli. Beklentimiz, daha çok akıl oyunlarından ibaret zeki bir macera izlemek yönünde. Ama beklentimiz naif bir Sherlock Holmes hikâyesi olmayacak. Çünkü bu Holmes, artık başka bir Holmes.