29 Kasım 2009 Pazar

Music Box (1989)


Yönetmen: Costa-Gavras
Oyuncular: Jessica Lange, Armin Mueller-Stahl, Frederic Forrest, Michael Rooker,  Cheryl Lynn Bruce, J.S. Block
Senaryo: Joe Eszterhas
Müzik: Philippe Sarde

Mahkeme filmleri... Sevgili Amerika, her serüveninde işin içine şov katmadan duramaz. Pek çok sisteminde olduğu gibi, kendi adalet sistemini de öyle bir inşa etmiştir ki, kalantor bir hakim, savunma, iddia makamı ve çeşitli zümrelerden toplanmış, “ne işim var burada benim” dercesine alıklaşmış jüri üyelerinden kurulu bir kumpanyadır adeta. Tabi önce mahkeme filmleri böyledir ama hiç gerçek bir Amerikan mahkemesi tozu yutmadığımızdan gayrı, sistem de bu şekilde olduğuna göre, filmlerin gerçeği yansıtma yüzdesi temelde fazladır. O zaman şov devam eder. İnsanlar bilet alıp sıraya girer ve tecavüz, izale-i bikir, yolsuzluk, cinayet, boşanma ve benzeri icatlarının sonuçlarını görmek üzere seyre koyulur. O.J. Simpson davasının yaptığı devasa reyting düşünülürse, Amerika’nın hukuki seyir zevki hakkında fikir sahibi olmak mümkündür.

Şahsen iyi ellerden çıkma şartıyla bu kumpanyayı perdede izlemek bana hayli keyif verir. Özellikle avukat ve savcı ile, tanık/sanık sandalyesine kitaba el basarak oturmuş bulunan şahıs arasında yaşanan akıl dolu diyaloglardan kurulu bir mahkeme filmi tam bir temaşadır. Bahsettiğim sistem, hınzır senaristlerin eline geçtiğinde o kadar zevkli bir hal alıyordu ki, haklı-haksızı bulabilmesinden öte, evvela seyir zevki içeriyordu. Basket maçı seyreder gibi o pota senin, bu pota benim. İtiraz ediliyor, hakim tarafından kabul veya reddediliyor. Üslup ona göre değişiyor. Hakimin altında oturan şahıs öyle bir sıkıştırılıyor ki, usta bir hukukçunun karşısında hiç şansı yok, doğruyu konuşacak. Ama bizim adalet sistemimiz bize doğrudan suçluyu-suçsuzu “yerseniz” şeklinde sunarken, (ya da maçı bile izletmeden direk sonucu söylerken) bu sistem, işlenen kabahatin evrelerini bizim gibi olayın dışındakilerle de paylaşıyordu. Belki gerçek yaşamda yapmıyor ama hiç olmazsa filmlerinde davanın anadan üryan halinden, giyinişine tanık oluyorduk. Üstelik bu sistem, filmlerle kendi yargı sisteminin ve diğer tüm sosyal, kültürel, politik sistemlerinin eleştirisini de cesurca yapıyordu.



Bizim mahkeme filmimiz, mahkemelerimizin halini gördükçe nasıl olurdu kimbilir. Bir kere bizim filmlerin mahkeme sahnelerindeki, suçlunun her iki yanında duran ve muhtemelen o an şafağında kaç gün kaldığını düşünen o iki jandarma erinin işi ne, veya hakim-savcı-avukat ağabeylerimiz pelerin misali o cübbeleri niye giyiyorlar diye düşünmüşüzdür. Buna da şükür, peruk da takabilirlerdi. Elbet sebebi vardır, ancak bu durum işin artistik bölümüne iyice bir sekte vurur. Esasen bu sıkıcılığa sebep olan, ülkemizde bırakın adam akıllı bir mahkeme filmini, olayın sürecini anlatan bir iz sürme filmi bile yapılamamasından kaynaklıdır. Zemin müsait olsa, o pelerinli amcaları süperman yahut eli tokmaklı Bela Lugosi’ler gibi göstermek de gayet mümkün!.

Politik sinema denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Yunan yönetmen Costa Gavras’ın 1989 filmi Music Box, sıkı bir mahkeme filmidir. İzlediğim filmleri arasında Missing (1982) ve Betrayed (1988) için de çok olumlu fikirler besliyorum. Gavras, herhangi bir filminin görünen ana başlığının altında, daha çarpıcı meselelere değinmesiyle ünlüdür biraz da. Mesela 2002’deki Amen’de Yahudi soykırımının rüzgarını arkasına alarak müthiş bir Hristiyanlık eleştirisi yapmıştı. Music Box’ta da konu, soykırım sonrası nazi avı. Ama özellikle günümüz hassasiyetinin verdiği Yahudi antipatisinin gölgesine koymamamız gereken çok sarsıcı bir güven bunalımı filmi aslında. Bu bunalım, her ne kadar filmin yan başlığı olsa da, soykırım hadisesinin önüne öyle bir geçiyor ki, eski subay baba ile avukat kızı arasında yaşanan, güven-şüphe halesi tam da mahkemelik bir durum.
 

Avukat Ann Talbot’un 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Macaristan’dan Amerika’ya göçen öz babası Mike Laszlo, savaş sırasında ülkesinde nazilerle birlikte savaş suçları işlediği iddiasıyla sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve ona dava açılır. Kızı Ann ise tereddüt etmeden babasının savunmasını üstlenir. Çünkü kimseye güvenmediği kadar babasına güvenmektedir. Mahkemeler, tanıklar, sürprizler. Jessica Lange’in 1990’da Oscar’ı adaşı Jessica Tandy’ye kaptırdığı performans, usta işidir. “Guilty or not guilty” olduğunu finalde tokat gibi anlayacağımız baba rolünde Alman-Rus karışımı aktör Armin Mueller-Stahl var. İzlerken sonunu tahmin edebilirsiniz belki ama asla sandığınız yöntemle değil.
 
Son olarak politik sinema denince ne anladığımdan bahsetmek istiyorum. İsminden mütevellit, politik hususlara, hayali veya gerçek kişilikler eşliğinde eleştirel ve yeri geldiğinde objektif bakabilen, yorumunu esirgemeyen, mümkünse elinden geldiğince sert olan film güzelliği. Tarihten, savaş sonrası kaotik ortamlardan ve iktidar hırslarından beslenirler. Nazilere veya yahudilere ne ölçüde objektif bakabileceksek artık, bizi biraz da zamana uydurması gereken filmlerdir bunlar. Mesela nazi gerçeği kadar, yahudi gerçeğini de aynı potaya koyup aklıselim davranmak ne kadar engebeli olsa da, günümüz hassasiyetine binaen, Yıllar öncesinden Solingen ve aylar öncesinden Lübnan’ın eşit siyasi düzlemde değerlendirilmesi (ölü sayısı farklı bir boyuttur) yapılmalıdır. Zira şimdiki hassasiyet, Hitler yanlısı söz ve davranışlara prim vermeye başlayınca, (-ki bazı yazı ve söylemler bunu doğruluyor) bir şeylerin ucu bize değiyor, silahı kendimize doğrultmuş olmuyor muyuz?

Nazi, Yahudi, Lejyoner, Sırp, Yankie neyse değişmez, kasap kasaptır. Schindler’s List, The Pianist, Come and See ve niceleri çok sarsıcı tecrübelerdi. Günümüzün gerçekleri ortada. Göğsümüze kat kat tuğlalar ören sağduyumuza dönersek, kendi içimize de dönmüş oluruz. Ama öte yandan artık madalyonun diğer yüzüne de bakma zamanı geldi de geçiyor. Şimdilerde 11 Eylül üzerine bir şeyler yapılıyorsa, burnumuzun ucunda tarih olmaya başlayanlar için de birilerinin bir şeyler yapması kaçınılmaz olmalı. Oliver Stone gibi adamların aksine, ruhunu şeytana satmamış yönetmenlere ihtiyaç doğacak.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Wonderland (2003)


Yönetmen: James Cox
Oyuncular: Val Kilmer, Kate Bosworth, Josh Lucas, Dylan McDermott, Lisa Kudrow, Janeane Garofalo, Tim Blake Nelson, Ted Levine, Louis Lombardi, Carrie Fisher, Natasha Gregson Wagner, Christina Applegate, Eric Bogosian, M.C. Gainey
Senaryo: James Cox, Captain Mauzner, Todd Samovitz, D. Loriston Scott
Müzik: Cliff Martinez

Yaşanmış bir olaya dayalı Wonderland filminden söz etmeden önce, filmin baş kahramanı John Holmes’dan bahsetmek gerek. Aslında “gerek” kısmına pek gerek de yok. Ama Holmes’un yol açtığı, Amerikan kamuoyunda “Wonderland Cinayeti” olarak bilinen vahşeti konu alan filmin, Holmes’ün bahsedeceğimiz özellikleriyle pek ilgisi bulunmuyor. Filmde üstünkörü geçildiği üzere John Holmes ilk erkek porno yıldızıydı. Yaklaşık 13 inch’lik alameti farikası ile 1000’den fazla (bu sayının 2000 küsür olduğu da iddia edilir) filmde rol almış, 14.000 kadınla yatmış (ki bir yerlere çizik mi attıysa artık, bunu da kendisi iddia etmektedir), daha sonra kazandığı inanılmaz paralara rağmen bir baltaya sap olamadığı gibi, alkol ve uyuşturucu batağına saplanarak, haliyle oynadığı sınır tanımayan filmlerin sayesinde 1944’de doğduğu dünyaya 1988’de AIDS’den dolayı veda etmiştir. Ölümü arpadan olan Holmes’ün yükseliş hikayesini biraz da süsleyerek kurgulayan Paul Thomas Anderson filmi Boogie Nights’ı izleyenler, Dirk Diggler karakterinin Holmes’den fazlaca esinlendiğini biliyorlardır. Sorunlu ergenlik ve keşfedilme döneminin ardından gelen yer altı şöhreti Boogie Nights’ta işlendiğinden belli noktalarda biraz farklıdır. Hatta filmin bir yerinde Dirk Diggler’in ağzından Holmes’e dair bir yorum bile duyarız. Yine Boogie Nights’ta Diggler ve arkadaşları, ellerine geçen uyuşturucuyu zengin, çılgın ve eğlence düşkünü bir mafya babasına okutmaya kalkınca başları belaya girer. İşte Wonderland, Holmes’ün porno sektörüne vedasından yaklaşık iki yıl sonra gerçekleşen bu süreci anlatan bir film.

Kendi branşında bir efsane haline gelen Holmes’ün içinde olduğu bir film deyince, bel altının sinemaskop ekranda nasıl boy göstereceğine veya etkili performanslarını bu filmde de canlandırıp canlandırmayacağına olan merak artabiliyor. Ama Wonderland, Holmes’ün o parlak yıllarından ve efsaneleştiği dönemden iki yıl sonrasında cereyan ettiği için, sadece birkaç yerde efsane vurgusu yapılan bir film. Çünkü artık düşmüş bir John Holmes izliyoruz. O vurgu da zaten alaycı bir üslupla kendini buluyor. (Kalabalık içinde “hadi amcalara göster” şeklinde.) Hatta efsane mefsane dediğimiz bu adamı tanımayanlar bile çıkıyor haliyle. Zaten porno sektörü erkeklerden ziyade hep kadın starlar çıkarmış bir sektör. Sektörde erkek olarak ünlenenlerin de bel altları vesilesiyle tanınıyor olmaları da oldukça trajik. Dediğimiz gibi Wonderland, sadece Holmes’ün sebep olduğu entrikaların zıvanadan çıkması sonucu işlenen cinayetler ve onun öncesinde yaşanan karışık ilişkiler ve bağlantılar yumağını anlatan iyice bir macera. Meseleye porno filmler çekmenin etiğinden, ahlâki ve vicdani sorgusundan, bu filmleri yapmanın doğru veya yanlışlığından yaklaşmak, Holmes’ü farklı bakış açılarıyla değerlendirmelere, dolayısıyla farklı “iyi” ve “kötü” tanımlarına yol açabilir. Ama meseleye Wonderland Cinayetleri yönünden yaklaşmak, her ne kadar cinayetlere fiilen katılmamaış olsa da Holmes’ü “kötü” yapmaya yeter.


John Holmes’ün takılıp uyuşturucu ihtiyacını giderdiği Ron Launius adındaki bir dostu, küçük çetesiyle kendilerine ait bir parti-uyuşturucu-silah-suç organizasyonunun başında bulunmaktadır. Yaptıkları türlü işlerle kazandıkları ganimetleri kendi partilerinde sevgilileri, dostları ve fahişeleriyle tüketerek günlerini gün etmekte, bir yandan da yeni işler kovalamaktadırlar. Sevgilisi Dawn ile orada burada sürten eski porno yıldızı Holmes ise bu gruba sıkça girip çıkmakta, onların uyuşturucularını sömürmekte, Ron ise buna sesini çıkarmamaktadır. Ama çetenin diğer elemanları, özellikle de David Lind, Holmes’ü hiç sevmemektedir. Wonderland olayından sonra polis Lind’i bulur ve sorguya çeker. Her şey Ron’un eline geçen antika silahları satmak istemesiyle başlar. Silahları bir “arap”a okutabileceğini, karşılığında da kokain alabileceğini söyleyen Holmes, Ron’u ikna eder. Ama Holmes silahlarla birlikte ortadan kaybolur ve Ron deliye döner. Sekiz saat sonra eliboş halde çıkagelen Holmes “arap”ın silahları aldığını söyler ama ikna edici olmaz. Ron, Holmes’a iki gün içinde silahları getirmesini, yoksa onu öldüreceğini söyler. Bir süre sonra tekrar eliboş dönen Holmes’ün yine bir hikayesi vardır. “Arap”ın evinde sanıldığından çok daha fazla uyuşturucu ve ganimet vardır. “Arap” ile olan dostluğundan dolayı rahatça evine girip çıkabilen Holmes, Ron ve adamlarına bu ganimete sahip olabilmeleri için “arap”ın evinin bir kapısını açık bırakacak, böylece soygun gerçekleşecektir. Nitekim gerçekleşir de.

Ama Ron ve çetesinin soyduğu sözü edilen “arap”, gerçek adı Adel Nasrullah olan Eddie Nash’den başkası değildir. 1953’de beş parasız halde Filistin’den gelen bir uçaktan inen Nash, bir yıl sonra Hollywood Bulvarı’nda küçük bir sosis arabası sahibi olmuş. Ünlü Seven Seas lokantasının önünde çalışan Nash, 1960’da da bu lokantanın sahibi olmuş. Söylentilere göre, kısa zamanda servet sahibi olan Nash’in gece klüpleri, bu sayede yüksek bağlantıları ve çölde dişleri sökülmüş insan kafatasları ile dolu 40 hektar arazisi varmış. İşte Ron ve ekibi, Holmes’ün de yardımıyla bu Eddie Nash’i soymuşlardır. Ama türlü oyunlar ve tehditlerle ikili oynamaya meyilli Holmes’ün yardımıyla tersine dönen rüzgar ile, kimilerine göre Charles Manson ve müritlerinin1968’deki yönetmen Roman Polanski’nin hamile karısı Sharon Tate’in katli kadar vahşi olduğunu söylenen Wonderland olayı patlar. (-ki bence Tate cinayeti daha dehşet vericidir.)


Görüldüğü gibi bu kez kötüyü sevimli gösterme gibi bir çabadan söz etmek pek mümkün gözükmüyor. Val Kilmer’ın sevimliliği hesaba katılabilir mi yoruma açık. Ama Kilmer’ın sergilediği yavşak John Holmes performansı da bu sevimliliği sevimsizliğe döndürme başarısı taşıyor. Lakin tip olarak gerçek John Holmes’ün sevimsizliği tüm ihtişamıyla gözler önünde. Böyle bir adama güvenip aralarına kabul edenlerin de belalarını bulması kaçınılmazmış zaten. Val Kimler yanında filmde irili ufaklı rollerde fazla ünlü olmayan, ama biryerlerden aşina olduğumuz yüzlere de rastlıyoruz. Dylan McDermott (David Lind), Josh Lucas (Ron Launius) gibi iyi performanslar yanında, Holmes’ün sevgilisi Dawn rolüyle Kate Bosworth, dedektif Sam Nico olarak, Judy Foster’in peşinde olduğu Silence Of The Lambs’in sapık katili olarak hatırlayacağımız karizmatik Ted Levine, John Holmes’ün vefakar karısı Sharon Holmes rolüyle Lisa Kudrow ve Eddie Nash’i canlandıran Eric Bogosian, Carrie Fisher, Tim Blake Nelson, Janeane Garofalo şeklinde renkli bir kadroya sahip.
 
Bir dönemin underground efsanelerinden biri olan, fakat zamanla bu efsanesiyle alay konusu haline gelerek şamar oğlanı edilen, yine 80’li yıllar içinde işlenen bir dizi suç yumağı içinde kilit isim olan John Holmes hakkında biyografik özellik taşımayan bir film Wonderland. Amerikan kamuoyunu bir süre meşgul etmiş bu olaylar zincirini izlemek farklı bir deneyim değil kesinlikle. Ama yer yer iyi performansları ve kamuoyu meşguliyetinin üzerimizdeki etkileri hatırına görülse de olur. Çoğu gerçek olaylara dayalı film gibi filmn sonunda yazılarla ifade edilen Hasan uzun süre tanık koruma programında hayatını sürdürdükten sonra 19XX’de sirozdan öldü, Hüseyin mahkemeye çıkarılarak tutuklandı, halen Bayrampaşa Cezaevi’nde yatıyor veya Fatma olaydan sonra Kuala Lumpur’a taşındı, evli ve iki çocuğu var” şeklindeki açıklamalar, izlediğimiz olayları daha da enteresan hale getiriyor. Bu insanların gerçekten var olduklarına biraz daha şaşırabiliyoruz.

22 Kasım 2009 Pazar

Polytechnique (2009)


Yönetmen: Denis Villeneuve
Oyuncular: Maxim Gaudette, Sébastien Huberdeau, Karine Vanasse, Evelyne Brochu, Johanne-Marie Tremblay
Senaryo: Jacques Davidts

6 Aralık 1989'da Montreal'deki École Polytechnique de Montréal üniversitesinin mühendislik bölümünü Marc Lépine adlı gencin basıp 14 kadını öldürmesi, daha sonra üniversitede bulunan 14 kişiyi yaralamasının ardından intihar etmesini konu alan Kanada yapımı Polytechnique, ülkesinde etki kadar tepki de yaratmış bir yapım. Gerçek isimlerin kullanılmayıp, kan görünmemesi için siyah beyaz çekilen film, olaydan sağ kurtulan Jean-François ve Valérie adlı iki öğrencinin katliam günü ve sonrasında yaşadıklarına temas eden anlatımıyla 75 dakikalık etkileyici bir dram. Bu iki karakter yanında, katliamı gerçekleştiren gence de bir parça yakından bakabilen, bu sayede çift taraflı bir dram/gerilim yaratmayı başarabilen yapıda olduğu söylenebilir. Bu elim olayın trajik boyutlarını çarpıcı biçimde yansıtmasından başka, yönetmen Denis Villeneuve’in siyah beyaz tercihi, film bitince etkileyici bir fotoğraf sergisinden çıkmış hissi yaratıyor.

Açılışta fotokopi odasında rastgele kurşunlarla vurulanları izledikten sonra olayın sabahına dönüş, ünlü Picasso tablosu Guernica göndermesi, sınıf baskınını önce Jean-François, sonra da Valérie’nin gözünden sunan anlatım, bu iki öğrenciyi ve katliamı gerçekleştiren genci canlandıran Sébastien Huberdeau, Karine Vanasse, Maxim Gaudette üçlüsünün başarısı ve tabiî şiirsel nitelikteki siyah beyaz çekimler filme dramatik olgunluk kadar, keyif veren bir dinamizm de katıyor. Katilin gerekçesi olan feminizm ise filmde olduğu kadar gerçekte de gizemini koruyor. Çocukluğunda annesinden değil, babasından şiddet gördüğü bilinen Marc Lépine’in karşı cinsle olan ilişkilerine dair de ipucu yok. Yine de çocukluktan kalma travmaların birikip böyle bir patlamaya sebep olması da görülmemiş şey değil. Kendi adıma benzer temaya sahip Klass veya Elephant’tan daha etkileyici bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

19 Kasım 2009 Perşembe

Diario de una Ninfómana (2008)


Yönetmen: Christian Molina
Oyuncular: Belén Fabra, Leonardo Sbaraglia, Llum Barrera, Geraldine Chaplin, Ángela Molina, Pedro Gutiérrez, José Chaves
Senaryo: Cuca Canals, Valérie Tasso
Müzik: Roque Baños

Valérie Tasso romanından Christian Molina’nın çekmiş olduğu Diario de una Ninfómana, bazı yerlerde fazla “erotik”, hatta “rahatsız edici” bulunmuş ki, bence bu yönünden ziyade erkeklere karşı basitçe alınmış tavrıyla daha fazla dikkat çekiyor. Her ne kadar yanlı bir tutuma sahip olsa da, bunu anlatma şekliyle de fark yaratabilecek iken, daha filmin başlarında “erkek yapınca çapkın, kadın yapınca fahişe” klişesiyle rengini belli ediyor. Zaten rotasını da bu tespit üzerine çizmiş denebilir. Bu tezi kendince çürütmek için gösterdiği çabaları nemfomani ile ilişkilendirmek, onun desteğini arkasında hissetmek hem Tasso’nun, hem de Molina’nın işini kolaylaştırıyor. Film ve muhtemelen roman, Valére’in seks bağımlılığı yüzünden sağlıklı ilişki kuramadığı, bu bağımlılığına söz geçirdikten sonra evliliğe kadar gidebildiği, evliliğin hayal ettiği gibi olmamasının ardından bu bağımlılığı eğlenceye ve nakite dönüştürebileceğini anlamasına rağmen gerçek aşkı bulabileceğini düşündüğü erkek tiplerini işliyor.

Valére’in bir bağımlı, sonra normal bir iş kadını ve sadık bir eş, en sonunda da fahişe olarak kendini dönüştürmeye çalıştığı dönemlerde arabesk biçimde etrafındaki erkekler hep bencil, dengesiz ve şiddet eğilimli olarak resmediliyor. O kadar macera ardından “sen busun, nasıl hissediyorsan öyle yaşa” diye geniş bir mesaj ilettikten sonra Valére’in otobiyografik cazibesi de kalmıyor. Kansere çare bulmuş bir kadın beklemiyoruz elbette ama tek özelliği nemfomani olan (ki şayet varsa da özellik gibi duran diğer unsurlar hiç inandırıcı değil) kentli bir kadının inişli çıkışlı cinsel yaşamının feminist çizgileri çekilmiş sıradan bir hikâyeden ibaret bünyesi çoğu kez sıkıcı olmaktan kurtulamıyor. Filmin en dikkat çekici anları bana göre başlangıçtaki Valére’in bağımlılığını ilk keşfettiği, sonra da bunu en iyi köreltebileceği fahişelik dönemiyle bağımlılığına geri dönüşünü betimleyen video klip estetiğindeki iki kurgu ânı ve Arjantinli usta aktör Leonardo Sbaraglia’nın bazen komik derecede abartılı da olsa filme gerilim ivmesi katan performansıydı.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Himalaya, Where The Wind Dwells (2008)


Yönetmen: Soo-il Jeon
Oyuncular: Min-sik Choi, Hamo Gurung, Namgya Gurung, Tsering Kipale Gurung
Senaryo: Soo-il Jeon

Choi, çalıştığı şirketin yeniden yapılanmaya gitmesi sonucu işten çıkartılmıştır. Kardeşinin fabrikasında çalışan işçilerden biri olan Dorgy ölünce ailesine ondan kalanları vermek üzere Nepal’in bir köyüne doğru yola çıkar. Fakat oraya vardığında Dorgy’nin ailesine onun öldüğünü söyleyemez. Misafir olduğu süre boyunca dağ köyünde sudan çıkmış balık gibidir. Amacı belli olan yolculuğu, bu huzur dolu köyde hissettikleriyle kendi iç yolculuğuna dönüşecektir. Soo-il Jeon’un yazıp yönettiği Himalaya, Where The Wind Dwells, minimal anlatımını benzersiz doğal görüntülerle süslemiş, özünde hüzünlü bir yapım. Bulunduğu coğrafyayı o kadar güçlü resmetmiş ki, sağanak yağmuru, parlayan güneşi, Himalayalar’dan esen soğuk rüzgârları iliklerinde hissetmek isteyen seyirciyi memnun etmesi neredeyse kaçınılmaz.

Tıpkı bu kayıp ama gerçek dünyaya yolculuk yapan Choi gibi şehirli olması muhtemel o seyirci için çoğu kez turistik anlamlar ifade etse de, Nepal köyünün son derece etkileyici iklimi, bitki örtüsü, kültürel ilginçlikleri bir araya geldiğinde ıssızlığın ortasında yeşeren yalnızlığın ve insanî saflığın bırakacağı etki, filmin anlatım tercihleri düşünüldüğünde seyirciden seyirciye değişebilir. Bu pastoral, kültürel ve belgesel doku, filme huzur/hüzün yüklü felsefi bir derinlik katıyor. Ama öte yandan, filmin katmanlaşamayan hikâye boyutu finale ulaşıldığında aynı etkiyi yaratamıyor. Yaratıyorsa da bunu sağlayan yine o büyülü dokudur. Zaten filmin ana gâyesinin aileye verilmesi gereken ölüm haberinden ziyade, Choi’nin yaşayacağı arınma yolculuğu olduğunu düşünüyorum. Şehrin acımasızlığından kaçıp kendini o doğal dokuda bulan Choi ile seyirci arasında kurulan bağ ne düzeyde olursa olsun, seyircinin o coğrafya ve kültürle kurduğu bağın önüne geçmesi zor. Başka bir deyişle, Soo-il Jeon’un aracı olarak yansıttığı doğal ortam, insanı ve ona ait olan her şeyi içinde öğütüp, dışarıya saf ve temiz bir şekilde sunabilecek kadar yetkin. Min-sik Choi (Failan, Old Boy, Crying Fist, Sympathy for Lady Vengeance) gibi müthiş bir oyuncunun varlığı filmin uluslararası arenada daha fazla duyulmasına yol açmıştır muhtemelen. Ama o öğütme sayesinde oyunculuk bile kendi çöplüğünde o doğallığa ayak uydurmak zorunda kalıyor.

Karma getiren Himalaya rüzgârlarının küçük bir çocuğun flüt nağmelerine karıştığı, göz alıcı bir güneşin ağızdan buhar çıkartan soğuk havayla dost olduğu, ama ne var ki insanların büyük şehirde para kazanabilmek için terk etmek zorunda kaldıkları bu yeryüzü parçası, Soo-il Jeon’un ellerinde biz şehirde yaşanlar için türlü anlamlara gebe. Film içinde ekmek kırıntıları gibi bıraktığı soru işaretleriyle Nepal hakkında araştırma yaptırtacak, hatta oralara gitme arzusu uyandıracak kadar üstelik. Belki de gerçek arayış ve buluşun insan eli değmemiş, ya da saflığını yitirmemiş insanların elinin değmiş olduğu coğrafyalarda yaşanabileceğinin inancına uyandıracak kadar.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Kabluey (2007)

 
Yönetmen: Scott Prendergast
Oyuncular: Scott Prendergast, Lisa Kudrow, Conchata Ferrell, Jeffrey Dean Morgan, Christine Taylor, Teri Garr, Chris Parnell
Senaryo: Scott Prendergast
Müzik: Roddy Bottum

Hikayesi bol Amerikan kasabalarından yine bağımsız küçük bir hikaye. Asker kocası Noah Irak’taki görevini tamamlamasına rağmen görev süresi uzatılınca Leslie (Lisa Kudrow) bunalıma giriyor. Çünkü faturalarını ödeyebilmek, iki haylaz oğlunun sağlık sigortalarını karşılayabilmek için çalışmak zorunda. Bu süreçte çocuklara bakıcı bulmakta zorlanınca son çare olarak Nevada’da yaşayan, 32 yaşında olmasına rağmen bir baltaya sap olamamış kayınbiraderi Salman’ı çağırıyor. Düğünlerinden beri Salman’ı görmeyen Leslie, ne kadar riskli olursa olsun yaramazlıkta sınır tanımayan oğullarını çaresizce ona emanet etmek zorunda kalıyor. Saf, beceriksiz, sakar ama iyi kalpli Salman, beklendiği gibi türlü aksilikler yaşıyor. Leslie’nin ona bir iş bulmasıyla hayatının deneyimini yaşayacak olan Salman’ın komik olduğu kadar, belki daha da fazla hüzünlü hikayesi böyle başlıyor.

Salman’ın işi, kocaman tuhaf mavi bir kostüm içinde, hiç de işlek olmayan bir yol üzerinde, ofis kiralayan bir şirketin el ilanlarını dağıtmak. İlan verebileceği birilerini beklerken yaşadıkları, burukluğun galip geldiği komedi anlayışının cılkını çıkarmıyor. Hele de o yol kenarında boynu bükük bekleyen mavi yaratığı ucuz skeçlerle sömürebilecek nice fikir olduğu düşünülürse. Yalnızlığın, terkedilmişliğin, dışlanmışlığın özeline hiç zarar vermiyor. Kabluey’i yazıp yöneten Scott Prendergast, aynı zamanda Salman rolünü de üstleniyor. Şimdi burada Prendergast’in kendini test ettiğini düşünmemek olmaz. Zira böyle bir yapılanma ile hayalgücü geniş herhangi bir senarist birçok değişik Kabluey versiyonuna imza atabilirdi.

Potansiyel senaryo zenginliği olan bağımsız filmlerin hamurunda bu çoksesliliği görmek mümkün. Ama senaristlerin tercihi genelde sadelikten, samimiyetten ve aşk/aile/birey duyarlılığından yana oluyor. Prendergast’in tercihi de farklı değil. Sabırsızlıkla karakter özdeşliği kurma derdine düştüğümüzden, bu tür filmlerin samimi dokularından uzaklaşma eğiliminde olabiliyoruz. Halbuki Kabluey ve onun onlarca benzeri, olaylar ve kişiler arasında kurmaya çalıştıkları bağlantıları aceleye getirmemeye, bu yüzden basmakalıp anlatımlardan, unsurlardan, karakter tahlillerinden uzak durmaya çalışırlar. Bunda ne ölçüde başarılı oldukları tartışılır. Bazen içine girilmesi zor filmler ortaya çıkar. Tıpkı Kabluey gibilerin iletmeye çalıştıkları temel bir mesaj olduğunun tartışılabileceği gibi. Az da olsa müsait olmasına rağmen apolitik duruşu veya bu duruşunun içinden politik çıkarımlar yapılabileceğini düşündürmesi gibi.

Kabluey’deki en belirgin değer aile kavramı. Fakat bu kavramı ele alış biçiminde iç içe geçmiş doğallık ve sıra dışılık, zaman zaman absürdlüğe varabilen komedisine rağmen ayaklarını yerde tutmayı becerebilen bir olgunlukta. Zaten tipik bir kaybeden olarak ona acayip bir kostüm giydirip farklı bir sorumluluk yüklemek suretiyle Salman’ın üzerine daha fazla giderek dile getirmek istediği şeyleri anlatmak için elindeki insandan başka güvencesi yok filmin. Yeğenlerine bakma sorumluluğu ile ilan dağıtma sorumluluğunun dönüp dolaşıp bir noktada birbirlerini tamamlamaya başlaması, yöntem olarak pek alışıldık sayılmaz. Daha da önemlisi filmin (ya da Prendergast’in) Salman gibi silik bir karakteri hem kendisinin, hem de izleyenin yeniden keşfetmesi için tasarladıkları da önemli.

Film içine ekmek kırıntıları yerleştirip, sonlara doğru onları toplamaya başlaması, hatta sadece buna niyetlenmesi bile Salman’ı ve onun üzerine giydiği Kabluey’i minicik bir anti-süper kahraman yapmaya yetiyor. Fiziki farklılıklarına rağmen Salman ve Kabluey arasındaki o hüzün dolu benzerlik, birbirinin zıttı çift kişilikler yaratmaktansa, ortak bir amacı (aile bütünlüğünü korumak) paylaşan iki dramatik kimlik olarak çok iyi yansıtılmış. Başlangıçta kendisini öldürmekle tehdit eden büyük çocuk Cameron’un kalbini fethetmeyi ve çocuksu duyarlılığıyla ağabeyinin ailesine sahip çıkmayı başardığı için bile alternatif bir süper kahraman sayılabilecek Salman, dünyayı kurtarmamış da olsa çok iyi bir başlangıç yapıyor: Önce kendisini tanıyor.

12 Kasım 2009 Perşembe

Død snø (Dead Snow) (2009)


Yönetmen: Tommy Wirkola
Oyuncular: Vegar Hoel, Stig Frode Henriksen, Charlotte Frogner, Lasse Valdal, Evy Kasseth Røsten, Jeppe Laursen, Jenny Skavlan, Ane Dahl Torp, Bjørn Sundquist
Senaryo: Stig Frode Henriksen, Tommy Wirkola
Müzik: Christin Wibe

Her şey bildiğimiz gibi başlıyor. 4 erkek, 3 kız arkadaş, Paskalya tatili için karlarla kaplı ıssız bir dağ kulübesine gidiyorlar. Cep telefonlarının çekmediğini daha filmin başında dile getiriyorlar. Karanlık çökünce kulübede neşeli saatler geçirirlerken tuhaf bir adam onları ziyarete geliyor. II. Dünya Savaşı sırasında o bölgede bulunan acımasız bir nazi birliği hakkında gizemli hikâyesini anlatarak çekip giden adamın ardından kâbus başlıyor. Sinema tarihinin ünlü slasherlarının telaffuz edilmesi, şişman eleman, basit korkutma numaraları, sevişenin ilk önce ölmesi gibi klişe nâmına ne ararsanız var.

Uzunca bir süre kendi saçmalığını ciddiye alan sıradan bir slasher şeklinde ilerlerken, zombi nazi askerlerinin ortaya çıkmasıyla hareketlenen son yarım saatle kendi saçmalığını ciddiye almayı bırakıp, o saçmalığın içinde boğulmayı seçiyor. İşte tam o noktada ilginçleşiyor, bir anda eğlenceli ve komik bir kimliğe bürünüyor. Feast serisi ile kardeşlik bağı kuruyor sanki. Oluk oluk kırmızı sıvı harcıyor, beyin, bağırsak, kafa, kol, bacak önüne ne gelirse gözümüze sokuyor. Tüm bunları yaparken kasıtlı olarak komikleşip sahiden güldürmeyi beceriyor. Çeşitli filmlere el salladığı gibi, bir sahnede The Descent’e bile doğrudan gönderme yapıyor. (Belki de ben gönderiyorum!). Askerlerin zombi, kahramanlarımızın da kan makyajları neredeyse kusursuz. Rovdyr, Fritt vilt gibi bunca yıldan sonra adeta Amerikan slasher filmlerini yeniden keşfetme zekâsı geliştiren İskandinav yapımları arasında özellikle son yarım saatiyle farklılık yaratmaya oynayan Norveç yapımı Død snø (Dead Snow), kan banyosu, kopan uzuvlar, zombi gerilimi, Feast komedisi meraklılarının havada karada kaçırmaması gereken bir film. Artık hangisiydi bilemiyorum, filmde ölen zombilerden biri olarak göründüğü not düşülen enteresan insan Tommy Wirkola’nın bu ikinci yönetmenlik denemesiyle Sundance’de epey ilgi çektiğini de belirtelim.

10 Kasım 2009 Salı

The Lucky Ones (2008)


Yönetmen: Neil Burger
Oyuncular: Tim Robbins, Rachel McAdams, Michael Peña, Molly Hagan, Mark L. Young, John Heard, Jennifer Joan Taylor, Katherine LaNasa
Senaryo: Neil Burger, Dirk Wittenborn
Müzik: Rolfe Kent

Irak’taki görevlerinden izinli olarak dönen Colee (Rachel McAdams) ve T.K. (Michael Peña) ile, görevini tamamlamış olan Fred Cheaver (Tim Robbins) uçakta tanışırlar. İndikten sonra gidecekleri yere aktarma uçak bulamayınca araba kiralayıp beraber gitmeye karar veren üçlünün farklı yerlerde farklı amaçları vardır. Tipik şekilde yol boyunca birbirlerinin sırlarını, zayıf yönlerini ve karakter yapılarını öğrenip aralarında bir dostluk bağı kurarlar. Orduya geri dönmeden evvel gerçekleştirmek istedikleri amaçlarının dramatik yapıları ve karakterlerin uyumlu görüntüsü, samimi bir yol filmi havasını muhafaza etmekte. Irak dönüşü askerlerin yaşadıkları topluma yabancılaşmaya ağırlık vermek isteyen filmin pozitif yönlerinden biri, abartmadan ve hissettirmeden eleştirel davranabilmesi. Yolda giderken solladıkları arap kökenli bir aile ile bakışmaları, Amerikan ordusunun asker seçme yöntemleri, kilise sahnesi ve ölmüş bir askerin kahramanlığının sorgulanması bunlara örnek sayılabilir.

Halk tarafından “orada çok iyi işler yapıyorsunuz” şeklinde saygıyla karışık gaza getirilen bu askerler, kahraman havasına girip her zaman Colee, T.K. ve Cheaver gibi davranamayabiliyorlar. Mesela varlıklı vatansever bir iş adamının “orada tam olarak ne yapıyorsunuz” sorusuna “hayatta kalmaya çalışıyoruz” gibi bir cevap verebiliyorlar. Filmin sıradan ve aksayan yönleri de az değil. Ama yine de Neil Burger’in bir önceki filmi The Illusionist’ten daha iyi olduğu kesin. Özellikle üçlünün ayrıldıktan sonra tekrar bir araya gelene kadar yaşadıkları ile, kısa bir süre üçe bölünen film, bu sayede karakterleri biraz daha öne çıkarıp, dramatik yönü işlerlik kazanan olumlu bir kurgusal beceri elde ediyor. Üstelik finali ile de normal bir “kendini iyi hisset filmi” olarak, hâlen yaşanmakta olan savaşın hayatları nasıl etkilediği, nasıl yarım bıraktığı gerçeğini yadsımamış olduğu belirginleşmiş. Çünkü geri dönüşün anlamı, geri döndüğünüz yer ile kendini gösterir çoğu zaman. Geri döndüğünüz yer Irak olunca kendini iyi hissetmek de zorlaşır.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Tony Manero (2008)


Yönetmen: Pablo Larrain
Oyuncular: Alfredo Castro, Paola Lattus, Héctor Morales, Amparo Noguera, Elsa Poblete
Senaryo: Alfredo Castro, Mateo Iribarren, Pablo Larrain

1970’lerin sonunda Şili’de General Pinochet’nin diktatörlüğü döneminde 52 yaşındaki sıradan bir vatandaş olan Raul’un sıra dışı yaşamından bir kesit izlemekteyiz. Ancak film ilerledikçe Raul’un sade vatandaşlığının sadece yüzeyden öyle görüldüğünü anlamamız uzun sürmez. Raul, dönemin hit filmlerinden Saturday Night Fever’daki John Travolta’nın canlandırdığı Tony Manero karakterini saplantı haline getirmiş, hatta televizyonda düzenlenen ödüllü “Ünlülerin Benzerleri” yarışmasına adaylardan biri olarak katılma hakkı elde etmiştir. Bu yolda önüne çıkacak engellere karşı hastalık derecesinde acımasızdır. Şili’nin içinde bulunduğu kaos ortamında böyle bir portrenin oluşması boşuna değildir. Aslında Raul, bünyesinde yaşamaya çalıştığı politik yozlaşmanın, adaletsizliğin, sefaletin ve acımasızlığın ete kemiğe dönmüş halidir. Gözünü kırpmadan soygun amaçlı adam öldürebilecek, polisin yargısız infaz ettiği ölüleri soyabilecek, sevgilisinin kızına asılabilecek, rakiplerine karşı tahammülsüzlüğünü fütursuzca dışa vurabilecek kadar kişiliksiz bir bireyin, içinde yaşadığı politik iklimle birebir örtüşen varoluşu ile sistemlerin bireyleri nasıl kendine benzettiğinin hesabı çıkarılıyor filmde.

Diktatörlük altında 6 kişilik bir komün yaşam içinde kendi faşizmini yaşayan apolitik Raul’un, etrafındaki kadınların ilgisine rağmen cinsel olarak bir türlü iktidar olamaması da yine çarpık sistemlerin bireye dayattığı rollerin bir yansıması. Bu durum Raul’un Tony Manero hedefini daha da keskinleştiriyor. Olduğu ile olmak istediği arasındaki uçurumun bilincinde olup olmadığını bile anlamamızı güçleştirecek derecede gizemli bir havası var Raul’un. Sıradan, hatta çirkin yüz hatları ile tam bir poker surat olan Alfredo Castro’nun minimal sunumu, Raul’un tüm çıplaklığıyla bu denli anlaşılamaz oluşuna, baskı rejimlerinin tepkisizliği tetikleyişine ve oportünist soğukkanlılığın ürperten ruhsuzluğuna kusursuz bir zemin hazırlıyor. Hatta Castro, fiziken ve ruhen çirkinliğine filmin kattığı tekinsiz havadan doğan merak sayesinde Raul’a tuhaf bir karizma bile katıyor.


 
Adeta tek bir filmin sinefili olan Raul (öyle ki Grease’i bile beğenmiyor), tüm insani tepkilerini Saturday Night Fever’ı izlerken veriyor. Filmi izlerken artık ezberlediği replikleri mırıldanıyor, heyecanlanıyor, ağlıyor, şovu için prova yaptığı anlarda Bee Gees müziği ile başka bir boyuta geçiyor. Onun dışında leş yiyen bir etobur gibi hedefine kilitlenmiş, bezgin, ruhsuz, asabi ve içten pazarlıklı. Neredeyse her sahnede görünen Raul’un yaşadığı hayal aleminin fonunda ise polis infazları, ev baskınları, gündüz vakti sessizliğini bölen biryerlerden duyulan çığlıklar yer alıyor. Komşusu Arjantin’in 76-82 arasında cunta baskısı yüzünden yaşadıklarına paralel biçimde, Şili’de Pinochet yönetiminde yaşananlara coğrafi açıdan yabancı olunması (her ne kadar çoğu ülkenin bir 12 Eylül öncesi var ise de) ve yönetmen Pablo Larrain’in bu yabancılaşmayı bunaltıcı bir atmosfer + kötücül bir karakter yoluyla ifade etme biçimi Tony Manero’yu birçok yönden zor bir film yapıyor. Bu zorluk, benzer biçimde baskı yönetiminin Arjantin’deki faaliyetlerine yakın plan giren 1999 Marco Bechis filmi Garage Olimpo’nun son derece çarpıcı anlatımından kendini uzaklaştırmış olmasından, öyle bir yakın plan anlatımı tercih etmemesinden kaynaklanıyor. Seçilmiş karakterler etrafında şekillenen politik eleştirilerin daha bireysel gerekçelerden de beslenmesi Tony Manero’yu Garage Olimpo kadar kurgusal kılmıyor belki. Fakat kesinlikle en az onun kadar gerçek hale getiriyor.

Baskıcı sistemin Raul gibileri bencil ve vicdansız bir seri katile çevirmesi yanında, Saturday Night Fever fanatizmine benzer Amerikan unsurların, kıtanın güneyine olan etkisi de göz ardı edilemez. Raul’un Tony Manero olmak istemesinin altında belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiği Amerikan Rüyası’nın peşinde koşması da yatıyor. O rüya ki, kendi vatandaşlarını bile defalarca hüsrana uğratmış, uzaktan kumandası ile başka coğrafyadaki insanları bile tüm kör edici cazibesiyle büyülemiş. Amerikalı, yakışıklı, iyi dans eden film kahramanı Tony Manero’nun, sefalet ve çürümüşlük içindeki Raul için bir kurtulma ümidi mi, yoksa çocuksu ve ergensi ruh halinin kendine seçtiği bir rol model mi, belki de hepsi bir durum söz konusu. Ama onun caniliği ile Manero hayranlığını temsil eden farklı ipler, baskı rejiminin sağladığı aleni öldürme rahatlığı ile özgür Amerika’nın sağladığı gizli emperyalist ruh istilasının tuhaf karışımıyla birbirine bağlanabiliyor.


Havana, Rotterdam ve İstanbul film festivallerinden en iyi film ödülleri almış olan Tony Manero, bir uyanış, bir arınma, bir tövbe filmi değil. Bittikten sonra bile yaşayan, kafalarda devamını çektiren bir yapım. Kötü adamın başrolde olduğu ve kötülüğünün gerekçelerini baskıcı sistemlerin daralttığı çemberlerde bulduğu, karanlık, boğucu, gerilimli bir film. Bütün bunları bir dezavantajlar silsilesi olarak ele alırsak, hepsinin birleşiminden ortaya çıkardığı kimya ile gücünü tescilleyen karaktere sahip. Belki önündeki tek engel ise yine kendisi!

2 Kasım 2009 Pazartesi

Peur(s) du noir (2007)


Yönetmenler: Blutch, Charles Burns, Marie Caillou, Pierre Di Sciullo, Lorenzo Mattotti, Richard McGuire
Senaryo: Blutch, Charles Burns, Jerry Kramski, Pierre Di Sciullo, Michel Pirus, Richard McGuire, Romain Slocombe
Müzik: Laurent Perez

Altı animasyon sanatçısının kotardığı Fransız yapımı Peur(s) du noir (İngilizce adıyla Fear(s) Of The Dark), gizemli dört adet kısa öykü yanında, aralara serpiştirilmiş iki farklı çalışmadan oluşan 85 dakikalık siyah-beyaz bir kolaj. Bu serpiştirilen iki çalışmadan ilki, vahşi köpeklerini birer birer bazı değerleri temsil eden insanlara saldırtan ürkütücü bir aristokratı işlemekte. Reklam kuşağı misali hikaye aralarına yerleştirilmiş diğer bölümlerde ise kişisel tasvirlerle yoğunlaşmış bireysel, sosyal, kültürel, politik eleştirilerde bulunan bir kadının monoloğundan kesitleri, yaratıcı siyah-beyaz grafik animasyonlar eşliğinde izliyoruz. Anlatılan dört hikayeden Kafkaesk tuhaflıkta bir aşka, “gore” sayılabilecek bir hayalet masalına veya karanlığın bilinmezliğinin, karanlığın gerçekliğine dönüştüğü dostluk temalı bir yaratık hatırasına tanık olmak mümkün. Fakat hepsinde sanki bir şeyler eksik ya da kısa hikayeleri bünyesinde yaratmış oldukları etkileyici noir ambiyanslarını öyküsel bazda Alacakaranlık Kuşağı tatminkarlığına ulaştıramama söz konusu.

Ama bu toplama filmin elinde öyle bir (son) kozu var ki, anlatılmaz yaşanır. Kar fırtınasından dolayı önüne çıkan karanlık bir eve sığınan kel adamı konu alan diyalogsuz hikaye, gerçek anlamda siyah-beyaz bir animasyon şaheseri bana göre. Üstelik filmin “Karanlık Korkusu” konseptine en fazla uyan hikayesi olarak, iki rengin ortaklaşa yarattığı uyumdan vücut bulan olağanüstü görselliğini, rahatsız edici bir gerilim ile buluşturma becerisi hayranlık verici. Kısa süresi ve yoğun sembolik anlatımı dahilinde, birtakım gerilim klişelerinden faydalandığı gibi, sonu itibariyle diğer öykülerin bir türlü yakalayamadığı türden ürperten bir dramatik duruşa ve finale sahip. Peur(s) du noir sadece bu son animasyon için bile izlenebilir. Hatta sadece bu son animasyon izlense bile olur.