27 Ağustos 2009 Perşembe

El Otro (2007)


Yönetmen: Ariel Rotter
Oyuncular: Julio Chávez, María Ucedo, Inés Molina, Arturo Goetz, Osvaldo Bonet
Senaryo: Ariel Rotter

Orta yaşlı bir adamın hikayesi. Eşi hamile, babası kendi başına hareket edemeyecek kadar yaşlı ve hasta. Bir gün gayrimenkul işi için küçük bir kasabaya yolu düşüyor. İşini yaptığı adam olarak kendini tanıtıyor önce. Sonra otobüse biniyor. Otobüste yanına oturan adam sessizce ölünce onun kimliğini alıyor. Ardından onun cenazesine gidiyor. Orada bir kadınla tanışıyor, onunla sevişiyor ve sonra... Üç noktadan sonrasında herhangi bir gelişme, farklılaşma gerçekleşmediği de şahsi fikrim olarak kalsın ki, izlemek isteyenlere engel teşkil etmesin. Çok basit bir özet olduğunun farkındayım. Ama film hakkında dişe dokunur bir şeyler söyleyebilmek için bundan daha iyi bir giriş uydurmak zor. Son derece ağır temposu, diyalogsuz, müziksiz, ruhsuz sahneleri ile filmin başından sonuna dek cebelleşmek, göz kapaklarınıza hakim olmak durumundasınız. Bu anlamda Arjantin doğumlu aktör Julio Chávez’in can verdiği, yaşadığı kimlik karmaşasından ötürü ismini dahi hatırlamadığım adamın iç sıkıntısını yansıtma konusunda başarılı sayılabilir. Bu sıkıntıyı izleyiciye yaşatma konusunda da hiç sıkıntı çekmediğinden dolayı pek tavsiye edilecek türden bir film olmadığını söylemek gerek.

Öte yandan bana göre filmin anlatmak istediği şeyin insancıl bir tınısı var: Bir gün için bile olsa insanı sıkboğaz eden sorumluluklardan, rutinlikten kendini kurtarıp sizi kimsenin tanımadığı küçük bir yerde, başka biri olmak! Fakat anlatılmak istenen ile anlatım şekli ortak bir paydada buluşamayınca ve daha içine dahil olunabilir bir ifade biçimi tercih edilmeyince geneli yakalayabilecek bir film ortaya çıkmıyor kanımca. Herhangi bir kırılma noktası, bir sivrilme, yükselme, yoğunlaşma olmayınca filmi izlemek de kimileri için eziyet halini alıyor. Zaten filmin izleyene yaşatmak istediği bu duygulardan ziyade, karakterin gerçek kimliğinin sıkıcılığını farklı kimliklerde de yaşıyor olmanın yorucu süreci. Yani başka biri de olsak, değişen fazla bir şey olmuyor. Hayat, yine bildiğimiz hayat demeye getiriyor. Ya da canı sıkılan tilkinin dönüp dolaşacağı yer yine sorumluluklarının kök saldığı kürkçü dükkanı olur fikri. İşte anlatım o kadar bezgin ki, ana fikir edinme gücü bulduğunuzda bile heba olduğunu düşündüğünüz 80 dakika aklınıza geliyor. Julio Chávez’in neden özellikle bu roller için seçildiğini bilemiyorum. (Bkz. El Custodio) Ama herhalde onun ekranı dolduran güven verici varlığı olmasa bile şu halinden daha az sıkıcı olmazdı bu film.

21 Ağustos 2009 Cuma

RocknRolla (2008)


Yönetmen: Guy Ritchie
Oyuncular: Gerard Butler, Tom Wilkinson, Thandie Newton, Mark Strong, Toby Kebbell, Idris Elba, Karel Roden, Tom Hardy, Jeremy Piven, Ludacris, Matt King
Senaryo: Guy Ritchie
Müzik: Steve Isles

Bir Guy Ritchie filminin konusunu özetlemek zordur. Giriş yaptıktan sonra bir bakarsınız, filmin tamamını anlatmaya başlamışsınız. Çünkü karakterlerin konduğu köşeler size sağlıklı bir özet yerine, film hakkında bir inceleme yapma ihtiyacı doğurabilir. Çünkü bazen sudan, bazen ise dahice sebeplerle suç aleminde yolları kesişen sıra dışı karakterlerdir bunlar. Onlardan söz etmeye başladığınızda da ister istemez o karmaşık suç örgüsünün içinde kaybolma pahasına filmi anlatmak zorunda kalırsınız. Ritchie filmleri hep ortadan başlar. Bu yüzden karakterleri tanıtma işini çoğunlukla dış ses eşliğinde hızlı kurgular üstlenir. Merkezde bulunan karakterler her an için yardımcı rollere, hatta filmin belli bölümlerinde figüranlığa kadar düşebilirler. Fakat hikayeler o kadar birbirine bağlıdır ki, oturduğu sanılan, sonra ters yüz hale gelen düzen bir anda eski haline tekrar döner. Ortadan başlayan film, haliyle karakterler ile arasındaki mesafeyi korur, geçmişleriyle pek ilgilenmez, onlarla fazla yüz göz olmaz. Çünkü daha anlatacak başka hikayeleri de mevcuttur.

Start verildikten sonra başdöndürücü bir hızla türlü oyunların döndüğü suç coğrafyalarından birinden öbürüne zıplarsınız. Orada yeni karakterler filme dahil olur. Tabii yeni suçlar peydahlanır. Zincirleme kazaya uğramış gibi hisseden seyirci için, Tarantino ile karşılaştırılan Guy Ritchie anlatımıyla özdeşleşmek pek kolay olmaz. Zira Tarantino, Ritchie’ye nazaran işi daha ağırdan alan bir adamdır. Elbette ortak yönleri, Ritchie’nin bolca etkisinde kaldığı Tarantino edavatları (ki Tarantino da etki altında kalma konusunda epey sabıkalıdır), unutulmayacak alternatif karakter tasarımları, farklı kültürlere ait ortak mizahi dalga boyları vardır. Sonunda Ritchie filmleri döner dolaşır ve yine ortalarda bir yerde biter.


Genel bir Guy Ritchie değerlendirmesi yapılacak durumlarda öncelikle şu Swept Away acayipliğini yokmuş gibi farzetmek gerek. Lock, Stock and Two Smoking Barrels ve Snatch gibi iki komedi / suç şaheseri, yukarıdaki birtakım tanımlamalar ve daha fazlası ışığında kendinden sonra rotasını bu yöne çevirmiş pek çok yönetmene ve filme ilham kaynağı olmuş yapımlardı. Hatta yakın zamanda fazla ses getirmeyen Layer Cake ve Smokin' Aces, bu etkilenmenin en çarpıcı örneklerinden ikisidir bana göre. Tabi bu filmler, Ritchie’nin kalabalık karakter listesini, karmaşık kurgu oyunları ve yoğun biçimde gerçekleştirdiği stilize denemelerine yedirmeye çalışan yönetim anlayışına öykünüyor olsalar da, belki de Ritchie’yi gerçek Ritchie yapan en hayati özelliklerden birini ya beceremediler, ya o yöne gitmek istemeyip ciddi takılmayı seçtiler, ya da çok geriye attılar: Mizah!

Tuhaf bir çatışmada vurulan adamının “vuruldum” demesi üzerine, “niye vuruldun ki!” diyen bir patronun hazırcevaplılığı üzerinden, hazır olunmayan türden bir mizah en basitinden. Küfürlerin bile çakma edebi tiradlarda yedirildiği, birçoğunun arada kaynayıp ancak ikinci, üçüncü kez izlendiğinde farkına varıldığı, tilki kadar kurnaz veya su aygırı kadar miskin espiriler yumağında vur-kaç yapan bir mizah. Espiri yapmadığı anlarda bile zaten karakterleri içine düşürdüğü durumların komikliği bile kendi başına çok canlı. Hızlı kurgu ve karakter bolluğu, bu mizahi anlayış ile bir araya geldiğinde bazı anlarda izleyende komik skeçler izliyormuş duygusu yaratabilmekte.

Fakat o skeçlerde rol alan oyuncuların ustalıkla birbirlerine bağlantılanması, farklı skeç varyasyonlarına kapı açıyor. Çeşitli köşeleri tutmuş suç unsurları, hiç umulmadık biçimde karşı karşıya gelebiliyor veya o unsurlar film sona erene kadar hiç karşılaşmayabiliyorlar. Birinin tanıdığı, öbürünün iş bağladığı, diğerinin borçlandığı, ötekinin berikini soyduğu, soyulanın intikam için başkalarını işe dahil ettiği irili ufaklı suç profilleri cirit atıyor. Zaten hepsini filmin bir yerinde birbiriyle karşılaştırmak bu bollukta pek mümkün görünmüyor. Ama Lock, Stock and Two Smoking Barrels ve Snatch bu zorluğu bile aşmayı belli ölçülerde başarmış, film süresince izlediğimiz türlü ilginç çeteyi, suçluyu ve kahramanları (ki onlar da suçludurlar) bir kaosa tıkmayı becerebilmiştir.


Swept Away sonrası Guy Ritchie’nin yine zengin bir oyuncu kadrosuyla çektiği Revolver’ın, önceki iki suç harikası filmine yeni bir halka eklemesi bekleniyordu. Ne var ki Ritchie, kendisinden etkilenen benzerlerinin yukarıda sözünü ettiğim mizahi eksikliğine, ciddi takılma kaygısına bu kez kendisi düşüyordu. O iki film sonrası daha olgun ve ciddi bir hikaye (Luc Besson adaptasyonundan) kaleme almak istemesi, belki de %100 kendisinin olmayan bazı fikir ve uygulamaların etkisinde kaldığını, ya da tamamen kendi hakimiyetinde farklı bir tarz denemesine girişme hevesini gösteriyordu.

Ama belki de Swept Away ile başlayıp, Revolver ile süren dibe vurma döneminin tek sorumlusu, Ritchie’nin evlendiği dominant insan Madonna idi. Revolver’ın felsefi şifreleme metodları, kendi karakter vizyonuna olmadık ve anlaşılmadık diyaloglar okutan senaryosunda bolca kullanıldı. Musevi kutsal kitabının mistik biçimde yorumlanması esasına dayanan Kabbala adlı eski Yahudi öğretisinin müritleri arasında yer alan Madonna’nın bu metodlara etkisi ne derece olmuştur bilinmez. Fakat nedense Ritchie’yi birdenbire etkilemiş olmasının başka açıklaması da yok. Oysa filmdeki tüm karakterler korunmuş, Ritchie de Madonna öncesindeki yoğunluğuyla sıfırdan deli fişek bir senaryo yazmış olsaydı, hiç de kötü bir film ortaya çıkmayabilirdi. Revolver’ın da iki seksen yatması üzerine Ritchie’den beklentiler iyice azalmaya başladı. İşte RocknRolla bu yüzden tam bir dönüm noktası filmiydi.


“Hepimiz biraz tatlı hayatı severiz. Kimi parayı sever. Kimi, uyuşturucuları sever. Kimileri seks oyunlarını, cazibeyi veya şöhreti sever. Ama bir RocknRolla farklıdır. Çünkü gerçek bir RocknRolla hepsini birden ister.” Filmde RocknRolla’nın tarifi bu şekilde yapılıyor. Konusunu anlatmaya gerek yok. Sadece anahtar ifadeler yeterli. İrili ufaklı soygunlarla geçimini sağlayan The Wild Bunch çetesi, onların Londra’nın en güçlü emlak mafyası Lenny Cole’a tuhaf biçimde borçlan(dırıl)ması, Lenny’nin Abramovic modeli Rus işadamı Uri ile 7 milyon Euro’luk iş anlaşması, Uri’nin kendisini soyma planları yapan güzel muhasebecisi Stella, kendine öldü süsü veren rock şarkıcısı Johnny Quid, Uri’nin çalınan uğur tablosu, Lenny’nin karizmatik sağ kolu Archie’nin Johnny’nin peşine düşmesi, soygunlar, entrikalar ve yıllardır bulunamamış bir muhbir. Ritchie’nin çalışma tarzı az çok belli gibi görünse de, kendi yarattığı kalabalığı çeşitli olaylarla karmaşaya dönüştürme, farklı tipte suç girişimlerini ve onların aktörlerini kesiştirme konusundaki ustalığını, ayrıca uzun bir ara verdiği mizahi yönünü de hatırlatan gerçek bir Guy Ritchie filmi olmuş RocknRolla

Şimdilik ilk iki filmi kadar kült dokusu taşımadığı düşünülebilir. Ama kesinlikle demlenecek bir film. Öncekilerden etkiler taşıyor olması bazı çevrelerce eleştirilmekte. Bunlar normal. Ama türlü ayak oyunlarıyla birbirleriyle didişen suç dünyasının saf tiplerini, benzer kalıplarda farklı kişiliklerde görme eğlencesinin bağımlısı olmak, geri dönüşü olmayan bir alışkanlığa benziyor. Guy Ritchie 40 tane böyle film yapsa şahsen havada kaparım. Birbirine gece ve gündüz kadar zıt iki soygun (ikisinde de çalınan meblağ 7 milyon Euro!), aynı zamanda bir iş görüşmesi olan harika dans sahnesi (gay bardaki dans sahnesini unutmamak gerek tabi), Johnny’nin sigara paketi üzerine piyano başında RocknRolla bilgesi olarak yaptığı konuşma ile golf sahnesinin paralel kurgusu, yine Johnny’nin klüp bodyguardı ile kavgası ve uyuşturucu tribi bölümleri, The Wild Bunch çetesinin uyuşturucu tedarikçisi Cookie’nin Revolver’dan fırlamış gibi duran anlatısı, bir türlü ölmeyen Ruslar (Bkz. Snatch), Amerikalı vahşi istakozlar (Bkz. Yine Snatch’teki domuzlar) ve başka ufak ayrıntılar ortalama bir Guy Ritchie hayranının kayıtsız kalamayacağı detaylar.


Guy Ritchie filmlerinin oyuncu kadroları da filmleri gibi renkli olur. Guy Ritchie filmi olsun, çamurdan olsun” diyen, kariyerinin en güçlü oyunlarından birini Snatch’de yaşayan Brad Pitt ile, elit yapımların kaliteli aktörü Tom Wilkinson arasında her alandan oyuncuya kapılar açıktır. Jason Statham ve Vinnie Jones’u sinema dünyasına kazandıran kişidir Ritchie. Kadınlar ve polislerden pek hazzetmez. Yazdığı senaryolarda karakterlerine biçtiği ilginç kişilikler yanında, onların kendi oyunculuk standartlarını test edebilecekleri alanlar da yaratır. Bunu bilinçli olarak yaptığını söylemek güç. Ama bugüne kadar Brad Pitt, Vinnie Jones, Alan Ford, Jason Statham ve bu filmde de Tom Wilkinson, Mark Strong ve Tobby Kebbell’dan (ki kendisinin Dead Man’s Shoes’daki zihinsel özürlü küçük kardeş rolünden sonra zaten iyi olduğundan emindim) elde ettiği performansların, yaratılan sıra dışı suç atmosferlerine unutulmaz tiplemeler eklediğini düşünüyorum. Aslında Lock, Stock and Two Smoking Barrels, Snatch ve RocknRolla öyle uzun uzadıya anlatılacak filmler değiller. Onları görmek gerek. Sonrasında açtıkları ve boşalttıkları zihin faaliyetleri izleyeni tatmin eder veya etmez. Amacım, uzun bir aradan sonra Guy Ritchie ruhunun geri dönüşüne olan memnuniyetimi dile getirmekti.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Red (2008)



Yönetmen: Trygve Allister Diesen, Lucky McKee

Oyuncular: Brian Cox, Tom Sizemore, Noel Fisher, Kyle Gallner, Kim Dickens, Robert Englund, Marcia Bennett

Senaryo: Stephen Susco, Jack Ketchum

Müzik: Søren Hyldgaard

Avery Ludlow’un (Brian Cox) ölmüş karısından yadigar köpeği Red, üç serseri gençten biri tarafından sebepsiz yere öldürülünce yaşlı adam ne yapacağını bilemez. Önce çocuklardan ikisinin babası olan zengin ve nüfuzlu Michael McCormack'a (Tom Sizemore) gider. Amacı sadece hayatının geri kalanına yoldaşlık eden köpeğinin kaybından ötürü suçlu taraftan içten bir özür ve pişmanlık sesi duymaktır. Bunun yerine inkar ve aşağılama ile karşılaşınca yasal yollara başvurmaya karar verir. Orada da işler umduğu gibi gitmez. Çünkü öldürülen sadece bir köpektir. Medya işin içine girer. Ne var ki, McCormack'in kolu çok uzundur. Yaşlı Ave ise adalet için ısrarlıdır. Olaylar gelişir. Gelişmesine iyi de gelişir. Fakat iş sonuç sürecine doğru ilerledikçe senaryo aksamaya, öksürmeye, tıksırmaya başlar. Çünkü Ave’nin istediği adaleti elde etmesi için gerekli donanım, roman uyarlaması olan senaryoda veya bizzat romanın kendisinde bulunmamaktadır bana göre.

Yine şahsi kanaatim, içinden çıkılması güç bir adalet arayışının içinden bu şekilde çıkmak hiç de zekice değil. Evet, cezalandırılması gerekenler cezalandırılmıştır, yaşlı adam adaleti, zavallı Red de mezarında huzuru bulmuştur belki. Ama çok yapıcı ve ilerleyiş açısından aceleci davranmayan, hatta Ave’nin geçmişte yaşadığı trajediden bile neredeyse kısacık bir film üreten ustalık, bardağı taşıran son damladan sonra beklenen (ya da benim beklediğim diyelim) şekilde bir final süreci yaşatmadı. Gerçekçi olmak adına belki de gerçekle özdeşleşemedi, sahteleşti. Afişe reklam olsun diye yazılan "Grudge'ın senaristinden" yaftasının üzerine fazla yorum yapmak, yersiz şakalar gibi kalacaktır. Yine de hayatta her şey istediğimiz gibi olmaz geyiğine sığınarak filmi kötülemek olmaz. Her filmin finali kendine. Kişisel bir hayalkırıklığı diyelim. Hayvan hayatının önemine çektiği dikkatini ve Brian Cox tecrübesini hesaba katmaz isek haksızlık ederiz. Lakin şu da var ki, bir film için “daha iyi olabilirdi” diyorsanız, o düşünce de en az filmin size mesaj açısından düşündürdüğü pozitif duygular kadar düşündürücüdür. Red, iyi bir bağımsız. Ama sadece bir yere kadar.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Eden Lake (2008)


Yönetmen: James Watkins
Oyuncular: Kelly Reilly, Michael Fassbender, Jack O'Connell, Thomas Turgoose, Tara Ellis, Finn Atkins, Jumayn Hunter, James Burrows
Senaryo: James Watkins
Müzik: David Julyan

Anaokulu öğretmeni Jenny ile nişanlısı Steve, haftasonu tatillerini geçirmek üzere Eden Gölü kenarında kamp kurarlar. Aynı civarda takılan bir grup çocuk da oradadır ve önce çifti taciz etmeye, daha sonra da liderleri Brett’in zorlamalarıyla kontrolden çıkacak bir insan avına başlarlar. Hayatta kalabilmek için, tehdit unsuru çocuklar olunca yapılacaklarla yüzyüze gelen kişinin bir öğretmen olması filmin ahlaki sorgu cüretine düşündürücü bir vurgu yapıyor. Bir anaokulu öğretmeninin değişimini çarpıcı biçimde veren film, gerilimli yapısını korkutmak için değil, sinirleri bozmak için kullanıyor ve bunda başarılı da oluyor. Çünkü filmin kötüleri yaratıklar, hayaletler, zombiler, vampirler, seri katiller, uzun saçlı kızlar, işkence meraklısı yetişkinler değil, yaşları 12 ile 17 arasında değişen bir grup sıradan aile çocuğu ve aralarında şiddeti bu derece ileri boyutlarda algılayamayanlar var. Aynı şekilde onların değişimleri de ufak psikolojik dokunuşlarla verilmeye çalışılmış. Tabi bu değişimin derinlemesine bir analiz olmadığını söylemek yanlış olmaz. Hatta çete oluşumlarında kontrolünü kaybetmiş liderlerinin emirlerine kayıtsız şartsız uymak zorunda kalan silik tiplerden farklı değiller.

Alttan alta ebeveynlerinin onlara karşı tutumlarından ötürü şiddet eğilimli oluşlarından ve şiddeti oyun ile gerçek karışımı bir poz verme şeklinde hayatlarına sokmalarından dem vurulmakta. Filmin başlarında Jenny ve Steve göle giderken arabanın radyosunda dinledikleri bültende çocuklarının davranışlarını kontrol edemeyen ebeveynlere yönelik devlet politikaları, okulların ebeveyn işlevi üstlenmeleri, cezalandırmaların çocuklara bir şey öğretemeyeceği yönünde duyduğumuz cümleler, olacaklara bir nebze altyapı hazırlamaya çalışıyor. Sosyal içerikli mesajının zemini başlarda izleyene kaygan gelse de, pek çok filmde yaşadığımız “bu kadar da olmaz” duygusu ile, aslında hayatta bu kadarının, hatta daha fazlasının bile olabildiği düşüncesine de yakınlaştıran rahatsız edici (gerekirse sömürücü) karışımı, Eden Lake’in kimyasını oluşturuyor.

Filmde geçen, yaratacağı kaçınılmaz ironi yüzünden geçmesi de gereken "onlar sadece çocuk" repliğinin karanlıkta kalan öteki yüzüne bakarken, etik açıdan kabahati ebeveynlere yüklemesi yanında, şiddetin yaşça küçüğü-büyüğü olmadığına, insanın içindeki iyilik/kötülük tohumlarının yeşermişliğine de dokundurması, Eden Lake’i sert ve sivri bir film olarak algılatabiliyor. Bu şekilde bir algılatma, algılayan kişinin bu algısından rahatsızlık duyması yanında, ondan gördüğü samimiyetten ötürü gerçeğin huzursuzluk veren dürüstlüğünden memnun olma durumu da doğurabiliyor. Sıradan bir film gibi başlayan, hızla ilerleyen, kan döken, hoyratlaşan, mantıksızlaşan film, aslında hiç de bir film gibi bitmiyor. İşte sinema adına bu filmin, acı da olsa gerçekliğinin memnuniyet yaratan bitiş pozisyonu, sosyal meselelerden veya bireysel sapkınlıklardan bir sürü sahtelikler üretmiş çoğu çağdaşının öne sürdüğü basit ve huzurlu çözümleri elinin tersiyle itmesinden güç alıyor. Yine algılayış biçimine göre belli bir kopma noktasında film, şiddetin yaşça küçüğü-büyüğü olmadığı savunusuna çarpıcı ince bir ayar yaparak, bu kez şiddetin ebeveyni-evladı olmadığı iddiasıyla bazı yerleşik ailevi sınırları da bilerek ihlal ediyor. Ulaşmak istediği, muhtemelen de ulaşacağı ürkütücü sonuç, şiddet üzerine ender görülen domestik bir yapıya sahip.


İnsanların kötülüklerinin kaynağı olarak hep eğitimsizlik, ailevi sorunlar veya ekonomik krizler hedef gösterilir. Bunların etkileri yadsınamaz. Fakat bunlardan birinin veya birkaçının yanına, insanın doğasında zaten var olan şiddet eğilimlerinin eklenmesi hiç alışılmadık bir hamle olmaz. Küçükken hayvanlara veya yaşça kendinden küçüklere eziyet etmeyi, yaşıtlarıyla kavgaya tutuşmayı, sokakta onlardan küfürler öğrenmeyi, okulu asıp kendini yasakların kollarına bırakmayı başkalarından gördüğü kadar, bu davranışları doğrudan kendi hamurundaki kötülüğün galip gelmesi sonucu ifa etmiş olması da ihtimal dahilinde düşünülmelidir. Çocuklar, gençler veya yetişkinler… Herkes durumu kendi bakış açısıyla değerlendirir. 1999 yapımı The Talented Mr. Ripley filminde, Jude Law’ın canlandırdığı başına buyruk, şımarık zengin çocuğu Dickie’nin babası Herbert Greenleaf’in hiç unutmadığım bir repliği vardır: “İnsanlar hep ebeveynlerimizi seçme şansımız olmadığını söyleyip dururlar. Ama biz de çocuklarımızı seçemeyiz!". Anne baba ayrılığından, yokluğundan, ilgisizliğinden şikayet ederek çocukların uyumsuzluklarını bu sebeplere yükleyenler, istisnaların farkında değilmiş gibi davranırlar sanki. Oysa tüm ebeveynsel olumsuzluklara rağmen hayata tutunabilmiş, çalışıp başarılı olmuş, sosyalleşmiş, insan sevgisini yitirmemiş çocukların da var olduğuna dair gerçekler, çocukların sergiledikleri kötülüğün her zaman ebeveynlerin üzerine yıkılamayacağı gibi sıra dışı bir çıkarımda bulunmaya itiyor insanı.

Eden Lake, James Watkins’in ilk senaryosu değil ama ilk yönetmenliği. Her iki açıdan ele alındığında çok fazla sırıtan veya aksayan yön olmamasına rağmen, benzer örneklerden şekil itibariyle çok ayrı da sayılmaz. Fakat sonuç olarak üzerine oynadığı meseleden içerik yönünden elde ettiği sonuç hiç de yabana atılacak cinsten değil. Biçimsel ve politik anlamda çok farklı da olsa, akıl sağlığı hala yerindeyse usta yönetmen Michael Haneke’nin bu filmi izlediğini, film bitip aşağıdan yukarı doğru yazılar akarken içinden şöyle dediğini hayal ediyorum: “Aferin!”

8 Ağustos 2009 Cumartesi

The Last House On The Left (2009)



Yönetmen: Dennis Iliadis
Oyuncular: Tony Goldwyn, Monica Potter, Sara Paxton, Joshua Cox, Aaron Paul, Riki Lindhome, Spencer Treat Clark, Martha MacIsaac
Senaryo: Adam Alleca, Carl Ellsworth, Wes Craven
Müzik: John Murphy

Collingwood’daki göl evine giden Mari ile arkadaşı Paige, orada psikopat ruhlu hapishane kaçağı Krug ve ekibi tarafından kaçırılırlar. Mari’nin tek umudu, anne - babasına ulaşıp oraya gelmelerini sağlamaktır. Saldırganlar bir sığınak ararken Mari’nin hayatta kalabilmeyi başarabileceği tek yeri seçmişlerdir. İntikam almaya kararlı Mari’nin ailesi, saldırganların hayatını cehenneme çevirecektir.

1972 Wes Craven filminin yeniden çevrimi olan The Last House on the Left, orijinal filmin orijinal konusundan hareket eden, tabi onu günümüz şartlarına uyarlamak adına pek çok değişikliklerle sunan bir film. Zaten 72 tarihli filmin, Craven’ın bir parlak buluş olduğu su götürmez “ava giden avlanır” hikayesini ele alış biçimi değiştirilmezse olmazdı. Teknik ve oyunculuk anlamında tam bir felaket olan o film, yine de içerdiği şiddet yüzünden çekildiği döneme damgasını vurmuş, yasaklanmış, lanetlenmiş ve kültleşmiş bir durumda. Tahammül edilmesi zor bir film olmasını da bana göre içerdiği şiddetten ziyade çoğunlukla bu özelliklerine borçluydu. Ama artık günümüz ile 72 yılı şiddet anlayışının farklılığı da orijinal filmi birçok kez ürkütücü olmak yerine komik duruma düşürebiliyor. Kaldı ki filmin en önemli ürkütücülüğü de o teknik ve oyunculuk eksikliğinin sağladığı amatör çiğlikten ileri geliyor.

İki film arasında “şu şöyleydi, ama bu böyle” diyebileceğimiz, bunların nedenlerini hem zamansız, hem de iki farklı dönemin şartlarından beslenen zamanlı yorumlarla analiz edebileceğimiz örnekler mevcut. The Last House on the Left 2009, içinde bulunduğumuz remake furyası düşünüldüğünde belli yönlerden pek de yerden yere vurulacak bir film değil aslında. Özellikle yönetmen Dennis Iliadis’in filmin bazı anlarında elde ettiği rahatlık, ikinci yönetmenliğini yapan bir sinemacı için gayet pozitif. Daha girişte kötülerin ne kadar kötü olduklarını yüklemeyi başardıktan sonra iş biraz daha hafifliyor. Suya atlayıp kaçmaya çalışan kıza ateş edilen sahnede ve karı kocanın birlikte mutfakta işledikleri cinayette Iliadis gerçekten iyi iş çıkarıyor. Zaten karı kocanın evlerine misafir ettikleri insanlar hakkındaki gerçeği öğrenmelerinden sonra “işte film şimdi başlıyor” diye içimizden geçiriyorsak Iliadis hakkında bu kanıya varabiliriz. Elbette kullanılan klişeler ve orijinal film kadar cesur olamayan yufka yürekli Hollywood elden geçirmeleri, filmin pazarlama güçlüğü çekmemesi yönünde kaygılarla dolu. Senaryo veya yönetim, artık kimlerin fikriyse, seyircinin yüreğinin yeterince soğumadığını düşünmüş olacaklar ki, bir de zorlama ek final koymuşlar. Bu Wes Craven tasarımı üzerine 50 yönetmen 50 film çekebilir. Ama belki hiçbiri o finali koymaz veya onu filme daha mantıklı biçimde yedirmeyi düşünebilir. Yine de orijinal filmin teknik garibanlığından eser taşımayan, özellikle karı koca rolündeki Tony Goldwyn-Monica Potter ikilisinin çok başarılı dönüşümleri yansıtmadaki tecrübelerine tanık olunan bir film.

2 Ağustos 2009 Pazar

Indiana Jones and The Kingdom Of The Crystal Skull (2008)

Yönetmen: Steven Spielberg
Oyuncular: Harrison Ford, Cate Blanchett, Karen Allen, Shia LaBeouf, Ray Winstone, John Hurt, Jim Broadbent, Igor Jijikine, Alan Dale
Senaryo: David Koepp, George Lucas, Jeff Nathanson
Müzik: John Williams

Indiana Jones ve Rambo serilerinin son filmlerinin söylemeye çalıştığı tek şey var: Öyle veya böyle, biz buradayız! Aman ne büyük marifet! İyi de niye hala buradasınız amca! Sizin çoktan çoluk çocuğa karışmanız, göl kenarında sallanan sandalyenizde emekliliğin tadını çıkarıp, başınıza gelen onca müsibetten sonra kucağınızda hoplattığınız torununuzun bu gününü gördüğünüz için şükretmeniz lazımdı. Bunlar niye hala başımızdalar? Hayranları için mi? Hayranlara göre öyle, fakat yapımcılara, yönetmenlere, aktörlere göre durum paradan, prestijden, biraz da günümüz şartlarının değişen unsurlarına uydurulmuş versiyonlarını görme arzusundan. Artık bu yaştan sonra dublörlere istihdam sağlamış olmanız neyse de, sizin için yeni hikaye yazılamadığı gerçeğinin farkına varmanız gerek. “Gençlerin önünü açın da geçsinler” diyeceğim, bu kez de Shia LaBeouf’dan Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu”nu peydahlayacaksınız. Şayet öyle bir niyetiniz varsa bilin ki, hasılatın gözünü de çıkarsanız, Oscar’ın dibine de vursanız, Shia LaBeouf’dan peydahladığınız şeyin bir değeri olmaz.

Son Rambo en azından köklerine biraz olsun sadık kalmak suretiyle en iyi yaptığı iş olan “birilerinin esir düştüğü kampa sızıp, önüne geleni eşek cennetine yollayarak esirleri kurtarma” görevini yerine getiriyor. Indy ne yapıyor? Son macerasındaki ormanda takip sahnesinin yarattığı nostaljik Indiana Jones romantizmini diriltme çabası dışında, bu kez işi uzaya bağlayarak çağa ayak uydurduğu sahteliğini gözümüze sokmaya çalışıyor. Çoluk çocuğa karışma yaşının kendisinden habersiz çoktan gelip geçtiğini kabullenmiş dürüstlüğü zaten bu saatten sonra üstüne düşmezse olmayacak bir şeydi. İyi de hala oradan oraya atlamalar zıplamalar neyin nesi? Bunların hepsini çoktan yaptın ve onları her izleyişimizde aynı heyecanı duyuyoruz. Lakin yaş kemale erdi. Siz Rambo ve Indy, her filminde 40 yaş civarında bir James Bond değilsiniz. 40’lı yaşlarına milyon tane macera sıkıştıran yaşlanmayan Bond gibi bir konsept uydurmadığınız için, bir türlü yaşlandığını kabullenmediğiniz karakteriniz “kurt kocayınca çoluk çocuğun maskarası olur” atasözünü doğrulamaya mahkum oluyor. Madem öyle, zamanında devamlılığı olmayan, yaşsız bir adam olarak maceradan maceraya koşacaktınız ki kırışıklıklarınızın, göbeğinizin, yılgın bakışlarınızın üstüne o kadar aksiyondan sonra biz de bu noktada mantık hataları arama durumuna düşmeyelim. Üstelik böyle bir bilim kurgu abartısı, o alıştığımız Indiana Jones efsanesini yıpratacak derecede modern ve cilalı kaçmakta bana göre. Uzaylıların dost mu, düşman mı olduğuna hala karar verememiş Spielberg, bari Indy’yi bu işe bulaştırmasaydı. Belli bir yaştan sonra dekoder misali her şifreyi çözer hale gelmek (şifrenin abartılı karmaşıklığı da göz önüne alınarak) mümkün olsa dahi, senaryo senin çözdüğün şifrenin hakkını veremedikten sonra neye yarar? Mesele, Rambo ve Indiana Jones filmlerinde mantık arama meselesi değil. Mesele, sosisi tadında bırakmak!

Jones’un yerde yuvarlanan şapkası, genç Mutt’ın ayaklarının dibine geliyor. Mutt şapkayı yerden alıp kafasına giymeye yelteniyor. (“Artık yeni maceralara atılma sırası saltanat usulü bana geçti” mesajı). Fakat tam o sırada Jones şapkayı onun elinden alıp kendisi takıyor. (“Bazı kıllarım ağarmış olabilir ama daha ölmedim ben” mesajı). Defterin burada kapanıp kapanmayacağını bilemiyoruz. Ama bence Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull, serinin eski filmlerinin başarısıyla kapanmış olası defteri en ufak bir yenilik eklemeden (çoluk çocuk, mürüvvet olayını hesaba katmazsak) tekrar açmaktan başka bir işe yaramamış. Yine Roger Ebert’e göre Indiana Jones olsun, çamurdan olsun” diyebilen hayranlarına ne mutlu! Bu arada en az peruğu kadar itici İngilizcesiyle Kate Blanchett’i kötü adam olarak inandırıcı ve başarılı bulmak da ciddi bir efor gerektiriyor bana göre. Fakat Indiana Jones, Rambo, Terminator, Bond ne olursa olsun, bu serilerinin sadık hayranları için kötü adamın ne kadar inandırıcı veya yalan olduğu pek mühim olmuyor genelde.