28 Mart 2009 Cumartesi

All The Boys Love Mandy Lane (2006)


Yönetmen: Jonathan Levine
Oyuncular: Amber Heard, Anson Mount, Aaron Himelstein, Whitney Able, Luke Grimes, Melissa Price, Edwin Hodge, Adam Powell
Senaryo: Jacob Forman
Müzik: Mark Schulz

Mandy Lane, Teksas'ta yaşayan, okuduğu lisenin en popüler kızıdır. Bütün erkekler henüz kimseyle birlikte olmamış Mandy ile beraber olmak istemektedirler. Red, bu amacını gerçekleştirmek için Mandy'yi ve arkadaş grubunu her şeyden uzaktaki çiftliklerinde yapacağı partiye davet eder. Gece ilerledikçe alkol ve uyuşturucunun etkisiyle erkekler kontrolden çıkmaya başlar. Reddettiği erkeklerden biri bunu gururuna yediremeyince Mandy'nin yapabileceği tek şey kalır, o da canını kurtarmak için kaçmaktır.

Bir filmi izleyip hayalkırıklığına uğrayan bazı insanlar kendilerini "fragman kurbanı" olarak görürler. Bir zamanlar bende onlardandım. Bir zamanlar diyorum, çünkü artık fragman sonrası izleyip beğenmesem dahi kendimi bir kurban olarak görmüyorum. Çünkü fragman-merak-hayalkırıklığı üçgeninin yarattığı duyguyu gerçekten yaşamak istediğimi farkettim. Filmi olmadığı biçimde gösteren bir pazarlama tuzağına düşmek zaman zaman faydalı olabiliyor. Bir nevi tecrübe kazanma, gard alma ve bu sayede fragmanın yarattığı altyapı ile film bitimi sonrası yaşanılan beğenme-beğenmeme durumunun değişkenliğine duyulan heyecan. En azından merak duygusu köreltilmiş oluyor. Zaten filmimiz All the Boys Love Mandy Lane'in korku kategorisinde Altın Fragman adaylığı dışında pek bir başarısı yok şu ana kadar. (Bu arada o kategorinin birincisi I Am Legend olmuş.)

Martyrs gibi izleyene sinema salonunu dar etme kapasitesi olan filmler dururken 2006 yılına ait böylesi sıradan bir filmi üç yıl sonra gösterime sokma düşüncesi de çok ilginç. Filmin yönetmeni Jonathan Levine, çoktan The Wackness filmini çekmiş, filmin oyuncuları da muhtemelen çoluk çocuğa karışmıştır. All the Boys Love Mandy Lane son 20 dakikasına kadar bırakın gerilimi korkuyu, heyecan bile yaratmaktan uzak, sıkıcı ve ruhsuz bir film. Peki o son 20 dakikada ne oluyor? "Hadi bu kez hep beraber bir arkadaşın evinde ölelim" sloganıyla biraraya gelmiş 6 azgın genç, civar sakini bir asker eskisi ve sevgili katilimizin yarattığı sinerji, konu olarak olmasa da biçim olarak biraz ilginçleşiyor. Sürpriz sonun mantığı, bu sonun aslında sürpriz olmadığını anlamaktan geçer bazen. Ama filme en ufak bir yakınlık hissetmediğiniz için isterse filmin sonunda şapkadan su aygırı da çıksa nâfile. Lafı fazla uzatmaya değecek bir film olmadığı için, benim gibi fragmanı izledikten sonra "bugün canım kendini bir sapığa öldürtmek isteyen gençler izlemek istiyor" masumiyeti ile karşısına oturduğunuz bu filme karşı bir uyarı olsun. Niyetlenen varsa bence bu güzel fragman ile yetinip olay yerinden sessizce uzaklaşsın. Pişman mıyım? Hayır! Çünkü fragmanın az da olsa yarattığı merakı köreltmiş oldum. Bazılar bütün filmi iki dakikaya sığdırsa da fragmanları seviyoruz neticede!

25 Mart 2009 Çarşamba

Michael Clayton (2007)


Yönetmen: Tony Gilroy
Oyuncular: George Clooney, Tom Wilkinson, Tilda Swinton, Sydney Pollack, Michael O'Keefe, Austin Williams
Senaryo: Tony Gilroy
Müzik: James Newton Howard

Milyar dolarlık tarım şirketi U/North, kar amacı güderek ürünlerinde yüksek oranda zehirli maddeler kullanmasından dolayı 468 müşterisinin ölümüne sebep olmuştur. Arthur Edens (Tom Wilkinson) ise U/North’u savunmakla görevlendirilmiştir. Dava sürerken temsil ettiği şirketin yanlışlarını içine sindiremeyen Arthur, davacılardan biri olan genç kıza aşık olup kamera önünde soyunarak rezalet çıkarınca, avukatlık şirketi olayı örtbas etmesi için en iyi sorun çözücüsü olan Michael Clayton’ı (George Clooney) devreye sokar. Aynı zamanda Arthur ile yakın dost olan Clayton’ın tek amacı Arthur’un bu skandalı en hafif şekilde atlatmasını sağlamak ve elbette U/North’un çıkarları doğrultusunda olayın üzerini örtmektir. Fakat Michael Clayton bunu başaramaz. Arthur, elindeki çok güçlü belgeler yüzünden U/North için doğrudan bir tehdittir. Clayton onun susturulması için U/North’un girişimlerinin farkına varınca vicdanı ile yüzleşmek durumunda kalır. Çünkü kendisi de bir süre sonra aynı yolun yolcusu olacaktır.

Kimi filmlerde Michael Clayton benzeri karakterlere rastlamışızdır. Çeşitli meslek gruplarında “arabulucu”, “tamirci”, “jeneratör”, “temizlikçi”, “kapıcı” gibi lakaplarla anılan bu insanların yegane amacı sorun çözmek. Üstleri, onların üstleri, müşteriler, onların eş, dost, akrabaları bir suç işleyecek ya da yanlış zamanda yanlış yerde bulunacak ve devreye bu insanlar girecek. Pratik zekaya, tilki kurnazlığına sahip, yasa ve yönetmeliklere hakim, gözükara, acımasız, vicdansız olmak, onların yaptıkları işte iyi olmalarını sağlayan özellikler. Pulp Fiction’da Harvey Keitel’ın canlandırdığı The Wolf benzeri, kelimenin tam anlamıyla pislik temizleyenler olduğu gibi, Michael Clayton gibi hukuki manada amiyane tabirle “kıç kurtarma” becerisine sahip insanlar bunlar. Fakat bunu yaparken bir pisliği aklamak, insani doğrulara ters yönde savunular yapmak, otorite çıkarlarını gözetmek suretiyle genel ahlak ve adalete, kamu vicdanına ters düşmek de gerekebiliyor. Sonuç olarak bireysel vicdan ile araya mesafe koymak icap ediyor. İşte Michael Clayton bize sunulduğu ölçüde böyle bir iş bitirici. Arthur’un dediği gibi bir avukat değil, Batman!
 

Ama öte yandan kendi kapısının önünü temizleyememiş, eşinden boşanmış, kumar sorunu ve borçları olan bir adam. Klişe bir tınısı olduğu açık. Dahası da var. Kendisiyle aynı kaderi paylaşan avukat dostu Arthur, birdenbire yıllarca içinde bulunduğu aklama sisteminin muhasebesini yapıp, sesin dikkat çekecek, rahatsız edecek biçimde yükselttiğinde yaşadığı dram, Clayton’ın da kendi vicdan hesaplaşmasının kapılarını açıyor. Bu senaryo yerleşimine pek yabancı sayılmayız. Gerçeğe, ahlaka, adalete, vicdana uyanış süreci. Klişe olduğu kadar mesaj kaygısı da taşıdığı düşünülebilir. Hatta finali bile size bazı filmlerin finalini ya da böylesi bir finalle bitmesi gereken başka filmleri anımsatacak derecede klişe kaçabilir. Fakat Michael Clayton’ı bunca sıradan çağrışımdan uzak tutan, onu kuşatan ve özgür bırakan önemli özellikleri var.

Adeta hiç susmayan senaryosu, sanki filmin klişe yerleşimini örtbas etmek istercesine zor bir yöntem belirlemiş. Arthur’un Michael’a bıraktığı uzun telesekreter mesajıyla ve avukatlık şirketinin bulunduğu dev gökdelenin içindeki boş toplantı odalarının, koridorların, ofislerin görüntüleriyle açılan filme direk ortasından dahil olduğumuzu anlamamız fazla gecikmiyor. Haliyle havada uçuşan isimler, kurulan çetin ceviz cümle yapıları, endişeli yüzler, mana veremediğimiz sorunlar bir anda etrafımızı çevreliyor. Alışık olunmayan bir başlangıç, filme devam edebilmek ve sunacağı bulmaca parçalarını yerleştirebilmek için meydan okuyor. Daha basit, düz ve anlaşılır biçimde ifade edilebilecek diyalogları bu zor kalıba sokmaya çalışması, izleyenin yaşaması muhtemel yabancılaşma duygusunu umursamaz bir tavırda olduğu izlenimi veriyor.

Ama karakterleri yerli yerine koymaya başlamamızla, karmaşık hukuki ilişkiler yumağının altında kalma tehlikesi de ortadan kalkmaya başlıyor. Mesela Michael Clayton’ın ofisinde ardı ardına yaptığı telefon görüşmeleri içerik olarak bize bir şey ifade etmese de, onun nasıl bir işi olduğunun, işlerini nasıl hallettiğinin, bilgisi ve yeteneğinin ipuçlarını veriyor. Kişiler ve olaylar hakkında kendimize sorduğumuz soruların film ilerledikçe çözülmesi gerekiyor. Fakat film, bu çözülmeyi de kendine has üslubuyla, kah zor, kah basit, kah klişe, kah gizemli yollarla halletmeyi tercih ediyor. Bu sıfatlar arasında sıkışmış görüntüsünü, yine bu sıfatları anahtar olarak kullanmak suretiyle netleştirmesini de biliyor. Yani film olarak Michael Clayton, tıpkı ismini verdiği kahramanı gibi kendine özgü yöntemleriyle izleyici ile arasındaki görüş mesafesini ustaca koruyor. Yakınlaştırmadığı gibi, uzaklaştırmıyor da…


Bu mesafenin oluşmasının bir diğer sebebi de filmin ortadan başlaması. Clayton'ın izbe bir yerdeki kumar masasından kalktıktan sonra bir telefon alıp, gece bir adama çarparak kaçmış nüfuzlu bir adamın evine “temizlikçi” olarak gönderilmesi, oradan ayrıldıktan sonra ıssız bir yolda aniden durup tepede gördüğü atlara doğru gitmesi ve hemen ardından meydana gelen olay ile 4 gün öncesine gitmemiz, filmin başladığını vurguluyor. Şüphesiz benzerlerini bildiğimiz etkileyici bir kurgu. Özellikle atlarla olan sahne bu geri dönüşü çok daha farklı bir düzleme sokuyor. Filmin başında ve ortasında olmak üzere iki kez izlediğimiz bu sahne, kurgusal zaman farkından ötürü değişik hisler yaratıyor. İlk sahnenin belirsizliği, ikinci sahnedeki araba takibinin de kattığı dinamizmle gerilimli bir hal alıyor. Ama atlarla olan bölüm, gizeminden taviz vermese de filme, Michael Clayton’a ve kendimize göre yorumlamak durumunda bırakıldığımız çok etkileyici bir bölüm. Gerilimin gölgesinde filmin huzur bulduğu kısa bir epik sekans adeta. Entrika, yalan, yozlaşma üzerine kurulu filme felsefi ve insancıl bir sakinlik katmakta. Farklı sembolleştirmelere kapı açan bir diğer unsur da Michael’ın oğlunun okuduğu, babasıyla paylaştığı, hatta Arthur’a da okuttuğu fantastik kitabı ve onun sağladığı manalı göndermelerle zihinleri kurcalayan bağdaştırmalar.

Michael Clayton filminin ismine, afişine ve kapanış jeneriğine damgasını vuran, bu strateji ile deyim yerindeyse gözümüze sokulan sorun çözücü Michael Clayton’ı da sembolleştirmek zorunlu bir hal alıyor. Etik değerleri ve yasalarla saptanmış kuralları bireysel çıkarların, acımasız sermayenin kitabına uydurmakla yükümlü bir temizlikçinin kendi vicdanı ile giriştiği mücadelenin sembolü. Fakat filmde bu sembolün sağlamasını yapan çok önemli bir karakter daha var ki, o da Tom Wilkinson’ın canlandırdığı Arthur Edens. Her şey onun fitili ateşleyen vicdani uyanışı ile başlıyor. Kariyerinin en önemli oyunlarından birini çıkaran Wilkinson, ilaçlarla uyuşturulmuş beyni içinde bulduğu bir anlık boşlukla gerçekten ne yaptığını sorgulayan, söyledikleriyle Michael Clayton gibi kurt bir görev adamının bile kafasını bulandırmayı başaran, duygusal, sempatik, aynı zamanda öfkeli Arthur Edens performansıyla çok etkileyici. Her ne kadar bu uyanışın verilerini tatminkar bulmayacak bir kitleyi karşısına alma riski de bulunmasına rağmen.
 

Filmin en önemli ayaklarından biri de yine İngiliz oyuncu Tilda Swinton. U/North’un hırslı kadın yöneticisi Karen Chowder rolüyle filmin kötüsü olarak gerçekten pek sık rastlanmayan bir kötü profili çıkarıyor. Tedirginlik içinde vereceği röportajların, yapacağı sunumların provasını odasında tek başına yaparken gördüğümüz Karen Chowder’ı canlandırırken, neredeyse onun göründüğü her sahnede stres ve huzursuzluk içinde bir ruh halini olağanüstü biçimde perdeye yansıtıyor Tilda Swinton. Zayıf yönleriyle öne çıkan bir kötü karakter olarak filmin genel insancıllığını pekiştiren çok önemli bir karakter. Kendine acındırmayı beceren bir kötü adamı en son ne zaman izlediniz sorusuna verilebilecek en iyi cevaplardan biri. Güçlü ve doğuştan kötü biri yerine, dengesiz, güvensiz ve savunmasız bir kötüye can vermek, ve bunda inandırıcı olmak her oyuncunun altından kalkabileceği bir durum sayılmaz. Ayrıca They Shoot Horses, Don't They?, Three Days Of The Condor, Tootsie, Out Of Africa gibi unutulmaz klasikleri yöneten oyuncu, prodüktör, yönetmen Sydney Pollack da filmin kaliteli kadrosunda dikkat çekiyor.

Başrol olarak George Clooney çok yerinde bir seçim. Oyunculuk olarak Syriana kadar etkili bir yanı olmamasına, basında göründüğü hali üzerinde oynama yapılmamasına rağmen Michael Clayton karakterinin olması gerektiği gibi sert, yakışıklı, karizmatik, şık bir figürün geçirmek durumunda kaldığı değişim için biçilmiş kaftan bile sayılabilir. Uzaktan da olsa Amerikan Rüyası’nın tehdit altındaki duruşunun, vicdani teslimiyetin vücut bulmuş hali. Bugünlerde tam bir dava adamı haline gelmiş olan Clooney’nin bu duyarlılık tavrı, yönetmek-oynamak için seçtiği filmlerde de ara ara kendini gösteriyor. Michael Clayton, Tony Gilroy’un yönettiği ilk film. İlk filmi ile Oscar’a aday olması şansa bağlanmamalı. Zira Gilroy esasen senaryo yazarlığı yapmakta. Yine hukuki temeller üzerinden inşa edip fantastik bir düzleme oturtmak istediği The Devil's Advocate ve Bourne serisinin senaryo yazarı. Aksiyon yönünden olmasa da, senaryo biçimi açısından Bourne filmlerini çağrıştıran kimi ustalıklar Michael Clayton’ı başarılı bir ilk film yapmaya yetiyor.

Boogie Nights, Magnolia, Good Night and Good Luck, Syriana, There Will Be Blood
 gibi yapımların sinematografilerini veya görüntü yönetmenliğini yapmış olan Robert Elswit’in filmin soğukluğunu öne çıkaran çekimlerini de bir kenara iliştirelim. George Clooney, Sydney Pollack, Steven Soderbergh, Anthony Minghella isimlerini prodüksyon isimleri arasında da görünce her açıdan temiz bir yapım ortaya çıkarıldığını tahmin etmek güç olmaz. Ama Michael Clayton, tüm bu devasa isimlerin torpiline ihtiyaç duymayan, çok çarpıcı bir disiplinle hareket eden olgun bir yapım. Karmaşık görünen basit ve klişe senaryo omurgasının gücü, Michael’ın U/North meselesini kaşımaması için Arthur’u ikna etmeye çalıştığı, sokakta geçen diyalogdakine benzer örneklerle anlaşılabilir:

Michael Clayton: “Arthur, ben senin düşmanın değilim.”

Arthur Edens: “O zaman kimsin?”

23 Mart 2009 Pazartesi

Sur mes lèvres (2001)


Yönetmen: Jacques Audiard
Oyuncular: Emmanuelle Devos, Vincent Cassel, Olivier Gourmet, Olivier Perrier, Olivia Bonamy, Bernard Alane
Senaryo: Jacques Audiard, Tonino Benacquista
Müzik: Alexandre Desplat

Carla işitme cihazıyla duyabilen, dudak okuyabilen, işinde başarılı, özel hayatında gerçek aşkı arayan biraz saf, duygusal, sıradan bir genç kadındır. Büyük bir inşaat şirketinde sekreter olan Carla’ya patronu işlerin yoğunluğu yüzünden bir yardımcı tutmasını önerir. İşçi bulma kurumundan gönderilen Paul’ün kendisine yardımcı olabilmek için söylediği yalanları umursamayan Carla onu işe alır. Hırsızlık yüzünden hapise girip çıkan ve gözetim altında bulunan Paul’ü işe aldığı gibi ona yapacaklarını öğretir, kalacak bir yer ayarlar ve gözetim memuruna karşı onu idare eder. Karşılığında da Paul’ü kendi kariyeriyle ilgili bazı etik olmayan durumlarda hırsız olarak kullanır. Aralarında tuhaf bir ilişki başlayan Paul ve Carla, Paul’ün mafyaya olan yüklü borcu yüzünden beraber tehlikeli bir soygun planına yelken açarlar.

De battre mon coeur s'est arrêté’yi de yazıp yöneten Jacques Audiard’ın bir önceki filmi olan Sur mes lèvres – Read My Lips, özellikle yarattığı iki baş karakteri ve aralarındaki ilişki sebebiyle çok çarpıcı bir arızalı romantizm atmosferi oluşturabilecek iken, bu yoldan sapıp nereye gideceği az çok belli, ne idüğü belirsiz bir suç hikayesine soyununca büyüsünü kaybeden bir film olmuş bana göre. Zaten kendi içinde belli bir gerilim temposu barındırdığını düşündüğüm bu ilişkiye bir de ufak mafyayı karıştırmak belki Paul’ün sabıkalı geçmişi yüzünden gerekli bir hamleydi. Ama sonrasında tamamen bu ilişkiyi ve hikayeyi suç öyküsüne endekslemek filmin başlardaki özelliğini özelliksiz bir duruma dönüştürmüş.

Aslında tuhaftır, işleyiş yönünden baş ile son arasında bir kopukluk yok. Fakat bana sorun gibi gözüken şey, belli bir noktadan sonra hikayenin alacağı yönün kestirilemez oluşunun yarattığı gizemin, yerini can sıkıcı ve sıradan bir soygun hesaplaşmasına bırakması oldu. Hani arada sırada “keşke şöyle olsaydı” diye senarist ukalası oluruz ya, işte o filmlerden biri oldu benim için. Öyle ki, Carla’nın filme de adını veren dudak okuma becerisinin filmdeki esas kullanım alanının bir soygun hazırlığı olduğundan önceden haberim olsaydı hiç elimi bile sürmeyebilirdim. Bir süre sonra ikisini öpüştürseniz bile asla aynı etkiyi vermeyebilir. Bazen öpüşme sahnelerinin zamanlaması film için hayati önem taşır çünkü. Geç kalır veya erken davranırsanız istediğiniz etkiyi veremezsiniz. Gerçi kime göre, neye göre geç/erken, o da muamma. İşte bu gibi sebeplerden Vincent Cassel ve Emmanuelle Devos bile sizin için boyutsuz kalabilir bir anda.

20 Mart 2009 Cuma

Thank You For Smoking (2005)


Yönetmen: Jason Reitman
Oyuncular: Aaron Eckhart, Maria Bello, William H. Macy, Cameron Bright, David Koechner, Robert Duvall, J.K. Simmons, Katie Holmes, Rob Lowe, Sam Elliott, Adam Brody, Kim Dickens, Todd Louiso
Senaryo: Jason Reitman, Christopher Buckley
Müzik: Rolfe Kent

Sigara sağlığa zararlıdır. Bu hiç kimsenin reddedemeyeceği bir gerçek. Ama bunun acayip şekillerde dillendirilip başımıza kakılması da öyle. Sigaranın zararlı olduğu gerçeğinin insanlara aktarılma gayreti son derece olumlu bir çaba iken, bunu aktarma yöntemlerinin etkisizliği, yaratıcılıktan yoksunluğu, hatta komikliği aynı derecede olumlu olmayabiliyor. Ters yönde esen bir rüzgara bile dönüşme ihtimali var. Sigaranın zararlarını kurukafalarla, kararmış akciğerlerle, veresiye satan-peşin satan benzeri içen-içmeyen imgeleriyle vurgulamak, ilkokul çocukları için etkili olabilir (mi o da günümüz şartlarında tartışmaya açık). Yetişkinler için daha ikna edici yollar bulmak lazım. Geceyi sabaha bağlayan saatlerde amatör ötesi sigara karşıtı programlar yayınlayarak, afiş hazırlamaktan başka işi olmayan sigarayla savaş dernekleri kurarak, günde 39 paket sigara içtikten sonra zaten kaybetmek zorunda olduğu kolunu bacağını yitirmiş insanları ekrana çıkarıp bilinçsizce ucuz duygu sömürüsü yaparak sigarayla savaşanlar için bu, son derece donanımsız bir savaş.


Ne yani, Ubeyd Korbey mi bana sigarayı bıraktıracak? Ya da medyatik olmak için orasını burasını açamayacağının bilincinde olan ve kendine göre meşhur olma “kural”ları belirleyen, onun bunun sahnede-ekranda içtiği içkinin sigaranın çetelesini tutarak rekorlar kitabına girmeyi hak eden profesörler mi bizi sigaraya düşman edecek? Bu adamlar yüzünden sigaraya başlayanlar bile vardır belki! Hudson Hawk filminde Danny Aiello’nun bir sözü aklıma geldi: Sigara içilmez yazısını görene kadar sigaradan nefret ettim.. Erkin Koray kompartımanda oturmuş sigarasını içiyordu. Bunu gören kondüktör içeri girip “beyefendi, görüyorsunuz burada sigara içilmeyeceğine dair bir yazı var.” dedi. Koray cevap verdi: Okudum, sigara içmek yasaktır yazıyor. Ama yanında da bilmem ne korselerini giyin yazıyor. Korse mi giyelim yani?

Sadece sigarada değil, pek çok alandaki özgür irademizi başkalarının ellerine teslim etmekten ne kadar zevk alıyoruz. Üstelik teslim ettiğimiz eller de ortada. Sigaranın zararları ile ilgili reklam kampanyaları yapılacak, dernekler kurulacak, programlar çekilecekse neden şu irade meselesini kaşımazlar ki? Yapabiliyorlarsa o yönde ince mizah ve kalın ciddiyet arasında bir çizgi çizsinler. Kimse bana “sigara içtiğiniz için size acıyorum, çünkü gebereceksiniz” demesin. Slogan üreteyim derken solucanlaşan bu zihniyet, bu savaşı nasıl kazanacak? Dernek kurmak her şeyi çözer mi? Sigara içenler onlara “neden Sigara İçenlere Karışmayanlar Derneği kurulmuyor” diye soruyor mu? Zararlı olduğunu zaten bildiklerinden bu girişim saçma olurdu. Hem bir sürü sorun çıkardı. Bu dernek ne iş yapacak, ismi nasıl kısaltılacak (ve telaffuz edilirken ne tür sıkıntılar yaşanacak), ana babalar sigara içen çocuklarına da mı karışmayacak vs. vs... Hal böyle olunca, atamayana atarlar misali haklı çıkma durumları yaşanıyor. Tex Williams’ın Smoke, Smoke, Smoke isimli gırgır country şarkısıyla açılan 2005 yapımı Thank You For Smoking, bu durumlardan biri.

Big Tobacco sigara şirketinin sözcüsü, sigara tiryakileri ve üreticilerinin haklarını savunan, işi “konuşmak” olan lobici Nick Naylor’un amacı, her platformda sigarayı mazur göstermektir. Son derece zeki bir tartışmacı olan Naylor, görevini sigaranın zararlı olduğunun bilincinde bir tavırla yapıyor. Reddettiği yok. Ancak o denli usta bir tarzı var ki, hayran olmamak güç. Sigara odaklı bir film olmasına rağmen içinde farklı meselelere yönelik müthiş toplumsal hicivler barındıran filmin özellikle Naylor’un işi gereği münazara teknikleriyle ilgili söyledikleri feci şekilde ikna edici. Zaten savunduğunuz ne olursa olsun, bu tekniklere ihtiyaç duyarsınız. Filmde sigara gibi dişli bir mevzunun bu yöntemler karşısında darbe üstüne darbe alışına şahit olmak mümkün. Doğrucu Davut, Ahlakçı Hüseyin misali filmlerden farklı olarak Thank You For Smoking’in duruş biçimi kafaları karıştırabilir. Ama madalyonun diğer yanına, aynanın öteki yüzüne, perde arkasına, yatağın altına bakan filmler çoğu insanı daha bir cezbeder. Ama öteki tarafına baktığınız şey sigara gibi kötü alışkanlıklardan biri olunca işin içine cüret ve cesaret de giriyor.


Maalesef bir “smoker” olarak elbette temkinli izledim. Zira film bana sanki objektif olmamı engelleyebilecek tuzaklar kurmuştu. Ama filmi beğenmemin sebebi tam olarak filmin benim tarafımda oluşu değildi. Sigara ile ilgili bahsedilmesi gereken önemli başlıklar, Christopher Buckley’nin aynı adlı kitabından uyarlanan güçlü ve kurnaz senaryonun cümlelerinden, tasvir ve örneklendirmelerinden nasibini alıyor. Mesela olayın kanser boyutu ile ilgili Nick Naylor’un fikirleri, daha filmin ilk başındaki TV programında kansere yakalanmış çocuk için söylediği "madalyonundiğeryüzü" ifadelerle rengini belli etmekte. Sam Elliot’un canlandırdığı yine kansere yakalanmış sigara reklamlarının vazgeçilmez oyuncusu Lorne Lutch’ın, büyük şirketlerin maşa olarak kullandığı Nick aracılığıyla ikna ediliş öyküsü filmin hızlı kurgusuna cuk oturtulmuş örnekler. Bitmedi! Nick’in beraber takıldığı Polly Bailey (Maria Bello) ve Bobby Jay Bliss (David Koechner) isimli iki arkadaşı ve onların mesleki pozisyonları yüzünden alkol ve silah meselelerini de pas geçmek istememiş bir yüzü de var. Bailey ve Bliss, aynı Nick’in üstlendiği sigara misyonu gibi biri silah, biri de alkol üzerine ihtisas yapıyorlar ve ilgili kuruluşlarda aktif rollerdeler. Hatta dileğim, bu filmle beraber Bailey ve Bliss ile ilgili iki film daha çekilsin, nefis bir üçlememiz olsun.

Nick, özellikle oğlu Joey ile yaptığı sohbetlerde de yıldızlaşıyor. Joey’in “Amerikan hükümeti neden dünyanın en iyi hükümetidir?” konulu ödevine Nick’in yaptığı yorum ve tartışma incelikleri hakkında oğluna verdiği öğütlerde kullandığı vanilyalı ve çikolatalı dondurma örnekleri muhteşem. Hatta bu son örnek, hükümetlerin, medyanın, tüketici avcısı şirketlerin stratejileri üzerine harika bir gönderme olmuş. Bir de retro insan Rob Lowe’un canlandırdığı Hollywood üzerinde çok etkin bir konuma sahip süper zengin Jeff Megall karakteri var. Nick’in görevlerinden biri de, yeni sigara tüketicileri kazanmak için genç kesimi etkilemek amacıyla bir Hollywood projesi üzerinde Jeff’i ikna etmek. Filmin bu bakışından da, daha geniş açılımlara yol açacak bir tünele girmemek elde değil.

Sigaraya nasıl başlanır? Kendi kendine biraz zor sanki. Etraftan bir iteleme olmadığı müddetçe sigaranın eksikliği pek hissedilmez diye düşünüyorum. “Özenti” sihirli kelimesi bağımlılıkların boynuna asılmış koca bir tabeladır adeta. Peki kime özendik? Belli bir kuşak (mesela 80'ler ve 90'lar) teknolojik gelişmelerden, medyatik kuşatmadan henüz muzdarip değildi ve harçlık rayiçlerinin düşüklüğünden ötürü fazla meşguliyet edinemiyordu. Arkadaşların rolü günümüzden çok daha fazlaydı. Tanıdığım içicilerin çoğu, annesi babası içiyor diye sigara içmezdi. Zaten birçok ergen için ergenlik demek, anne babanın teoride ve pratikte örnek alınmayacak bireyler olduğunu, arkadaş çevresinin sığınılacak ve keşfedilecek güzel bir liman olduğunu düşünmeye başlamak demekti.


Bir ikinci ve trajik sebep de şu: Sırf ünlü biri sigara içiyor diye hayranlarının da sigaraya başlaması düşüncesi garip bir şey. “Sanatçı örnek olmalı” konusu fena halde sıkıcı. O adamın / kadının topluma örnek olmak gibi bir misyonu yok, olmamalı da. Bir çocuk X şarkıcı, Y oyuncu sigara içiyor diye sigaraya başlıyorsa burada kişilik yönünden ciddi bir sakatlık var. Suçluyu başka yerde aramak gerekli sanki. Sigara içen ünlü kişilerin verdiği pozları çok havalı bulduğumu itiraf edeyim. O resimlerde farklı bir estetik yön var. Popüler idollerin sigara içerek, sigaralı pozlar vererek yeni yetmeleri özendirmek istemesi söz konusu olabilir mi? Bir sigara firmasıyla anlaşmaları veya sigara şirketlerinde hisseleri varsa başka tabii. Onlar bunu havalı durmak için yapıyorlar veya gerçekten tiryakiler.

Sigara ile savaş, yerleşik imajları değiştirerek, insanları her yerde bulunan bir şeyden abuk sabuk yöntemlerle korumaya çalışarak, sigaradan geçimini sağlayan milyonları yok sayarak, onları ikinci sınıf yerine koyarak, hatta hayvanların ağzına sigara tutuşturacak kadar zavallı reklamlarla yapılıyor. Red Kit’in ağzına ot tıkamakla ne kazanıldı? Ekranda sigara içenlerin ellerini kare kare göstererek ne kazanıldı ise o! Dünyada bir sürü çürümüşlüğe gösterilemeyen hassasiyet, hergün mutfağımıza veya boğazımıza giren bir sürü besinden daha fazla zararlı olmayan sigaraya gösteriliyor. O hassasiyet gösterilsin elbette. Çünkü sigara sağlığa zararlıdır. Ama çifte standart da öyle. Thank You For Smoking tüm bunları ve daha fazlasını düşündüren bana göre önemli bir film. Çifte standartı çift taraflı görebildiği için.

17 Mart 2009 Salı

Hunger (2008)


Yönetmen: Steve McQueen
Oyuncular: Michael Fassbender, Stuart Graham, Liam Cunningham, Liam McMahon, Brian Milligan, Helena Bereen
Senaryo: Steve McQueen, Enda Walsh
Müzik: Leo Abrahams, David Holmes

Cannes Film Festivali’nde ilk filmiyle yönetmen Steve McQueen’e Altın Kamera ödülü kazandıran Hunger, 1981’de Bobby Sands’in önderliğinde IRA militanlarının dayak, işkence ve aşağılamalar sonucu Maze hapisanesinde başlattıkları yıkanmama, sonrasında da açlık grevine yakın plân giren çok güçlü bir film. Sands’in hapis günlerinden, açlık grevinin 66. günü ölümüne kadar uzanan süreci pek de alışılmadık bir tarzda sunuyor. Kronolojiyi bozduğu anlamı çıkmasın. Hunger, farklı tür denemelerinden oluşan mükemmel bir kolaj, veya birkaç çarpıcı kısa filmin birleştirilmiş hali gibi adeta. Mahkumların hücrelerinden alınıp zorla yıkandıkları ve ilaç verildiği bölümler, 17,5 dakikalık tek planlı olağanüstü Sands-rahip Moran görüşmesi ve neredeyse hiç konuşmanın olmadığı, Sands’in açlık grevi sırasında hastanede yaşadıkları, üç ayrı kısa filmin bütünü bozmayacak şekilde kurgulanıp uzun metraja dönüştürülmüş şekli gibi. Steve McQueen, minimalist anlayışı yanında, insanî bir dramı tuhaf bir gerilim atmosferi içinde dinamikleştirdiği gibi, aralara serpiştirdiği bazı kısa bölümlerle gardiyan profillerine de göz atıyor.

Gerek kısa geçişlerle içerde ve dışarıda güç durumda kalan gardiyanlara bakması, gerekse dönemin başbakanı Margaret Thatcher’ın bu açlık grevi hakkında duyduğumuz bazı demeçleri ile karşı safların da sesini bir şekilde duyurmak istiyor. Özellikle “açlık grevi-duygu sömürüsü” ve “suç-politik suç” sorunsalı yönünden duyduklarımız, bu çoksesliliği düşündürücü bir platforma yerleştirmesini biliyor. Bu durumu, filmi tamamen seyirciye tek taraflı aktarmama amaçlı bir objektiflik olarak da görebilirsiniz, Sands'in davası uğruna göze aldıklarının yüceltilmesine yarayan dürüst bir epik olarak da... Bobby Sands’i canlandıran, 300 ve Eden Lake’de de oynamış Michael Fassbender’in performansı ise çok başka bir konu. McQueen, elde ettiği bu güçlü sinema diliyle klâsik bir sinema filmi formatını, heyecan verici bir sinema deneyimine dönüştürüyor. Sözü edilen 17,5 dakikalık sahnede Sands’in anlattığı birtakım anekdotlarla daha da güçlenen, gençliğinde bir kır koşusu sırasında ormanda kaybolduğunu hayal ettiği bölüm, en son Michael Clayton’ın atları gördüğü sahnedekine benzer bir saflaşma, bir arınma hâli taşıyordu sanki. Belki de insanın kendi özüne ait cevaplar her zaman kırda saklı. Gelip bulunmayı bekler şekilde…

15 Mart 2009 Pazar

In America (2002)


Yönetmen: Jim Sheridan
Oyuncular: Paddy Considine, Samantha Morton, Djimon Hounsou, Sarah Bolger, Emma Bolger, Ciaran Cronin, Juan Carlos Hernández
Senaryo: Jim Sheridan, Naomi Sheridan, Kirsten Sheridan
Müzik: Gavin Friday, Maurice Seezer

İrlandalı 4 kişilik sevimli bir ailenin Amerika’ya yerleşmelerini, orada yaşadıkları sıkıntıları ve hayatlarında iz bırakacak olaylar dizisini konu alan In America, birçok yönden usta tornasından çıkmış bir film. Taksi şoförü olarak iş bulan, bunun yanında oyunculuk seçmelerine katılan baba Johnny, aslen öğretmen olan, ama yine başka bir işte çalışmak zorunda kalan anne Sarah, onların akıllı, sevimli ve duygusal kızları Christy ile Ariel, ayrıca gizemli ve asabi ressam komşuları Mateo’dan kurulu karakterlerini gerçekçi, aynı zamanda biraz da masalsı bir anlatımla sunan bu ustalık, My Left Foot, In The Name Of The Father, The Boxer, Some Mother's Son filmlerini yöneten İrlandalı Jim Sheridan’a ait. Trajik bir kaza sonrası küçük oğulları Frankie’yi kaybetmiş olan aile, hem Amerika’da tutunma, hem de Frankie’nin acısını geride bırakma çabası veriyor. Tekrar çocuk doğurması riskli olan Sarah’nın hamile kalması bunlara tuz biber olunca kulağa bolca gözyaşı ve duygu sömürüsü çağrıştırsa da, özellikle zamanlaması mükemmel birkaç sahnede insanın yüreğine etkili şekilde dokunan, hüznünü istediği anda zirveye taşıyabilecek bir yapım.

Paddy Considine
, Samantha Morton, Djimon Hounsou gibi kaliteli oyuncular ile, sık sık onlardan rol çalan iki harika kız çocuğunun varlıkları (ki Sheridan bu kızların performanslarını kariyerinin en gurur verici olayı olarak görürmüş) es geçilemez. 2004 Oscar’larında En İyi Kadın (Morton) ile En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Hounsou) ve En İyi Orijinal Senaryo dallarında aday olan In America, Jim Sheridan’ın senaryosunu kızları Naomi ve Kirsten ile yazdığı bir film. Bu senaryo Sheridan’ın 1980’li yıllarda New York’a yerleştiğinde yaşanılanlardan etkilenerek yazılmış ve film de Jim Sheridan’ın erkek kardeşi Frankie’ye adanmış. 1989’da New York’tan İrlanda’ya dönen Sheridan, bir yıl sonra çektiği My Left Foot ile parlak kariyerine ilk adımı atmıştı. In America bir bakıma bu kariyerin hemen öncesinde Sheridan ailesinin Amerika tecrübelerinden kesitler de içeren son derece dokunaklı bir film.

13 Mart 2009 Cuma

Waltz with Bashir (2008)


Yönetmen: Ari Folman
Oyuncular: Ari Folman, Ron Ben-Yishai, Ronny Dayag, Ori Sivan, Zahava Solomon
Senaryo: Ari Folman
Müzik: Max Richter

Yönetmen Ari Folman bir arkadaşıyla gördüğü bir kabusu paylaştığında, kabusun Lübnan Savaşı'nda yaşadıklarıyla alakası olduğuna karar verirler. 26 tane vahşi köpek rüyasında onu kovalıyordur. Ari, bu konuşmanın sonucunda orada yaşadıklarını hatırlamadığının farkına varır. Bunun üzerine, dünyanın dört bir yanındaki dostlarını ve asker arkadaşlarını arayarak yaşananlar hakkında onlarla konuşur. Ve konuştukça o dönem ve kendisi ile ilgili gerçekler Ari'nin hafızasında oluşturduğu gerçeküstü resimlerle ortaya çıkar.


İçinde bulunduğumuz sıcak Ortadoğu gündemini geçmişe dönük farklı bir bakışla kucağımıza bırakan İsrail yapımı Waltz with Bashir, nitelikli politik yapımların değişik toplumlarda yarattığı taraflı bakış açılarından kurtulamayan bir film. Öyle ki savaş karşıtı duruşunda bile eleştirilecek yanlar bulmak mümkün. Tabi bu durum, teknik anlamda son derece kaliteli, yaratıcı, yenilikçi, sarsıcı bir film olmasını engellemiyor. Yani Ortadoğu meselesine nasıl bakıyorsak, filmin söylemek istediklerini de o şekilde yorumlamak durumunda kalabiliyoruz. Belki coğrafi ve politik açılardan bize daha uzak bir savaştan konuşuyor olsaydık, filmi bu kadar çok tartışmıyor olabilirdik. Bashir suikastının intikamının acı biçimde alındığı Sabra ve Shatilla katliamları sırasında İsrail hükümetinin ve ordusunun gözü dönmüş Hristiyan sağcı Falanjistlere yardım ve yataklık eden, göz yuman politikasını, o dönemde genç bir piyade olan Ari’nin gözünden, yani kendi iç hesaplaşmalarıyla ele alan Ari Folman, sertliği, şiirselliği, belgeselliğiyle bireysel çaresizliğini Waltz with Bashir’de gözler önüne seriyor. İşte filmin anlaşılma / yanlış anlaşılma noktaları bu savaş karşıtı figürün bünyesinde birbiri ardına boy göstermeye başlıyor.

Sıradan bir asker olan Ari’nin tek başına bu katliamı engelleme gücü olmadığından seyirci kalmasını, savaş dönüşü askerlerde yaygın olan hafıza kaybına bağlamasıyla doğal olarak bu durumu toplumsal hafıza kaybımızla özdeşleştiriyoruz. Meyve bahçesindeki RPG’li çocuğun İsrail askerleri tarafından öldürülmesinin günümüz hassasiyetleri doğrultusunda “kısasa kısas” çağrışımları yapması da çift taraflı okumalar / yanlış okumalar barındırıyor. Ari’den başka tüm arkadaşlarının hatırladığı, Ari’nin ise belki utanç içinde unutmak istediği için hatırlayamadığı bu dönemle yüzleşme ihtiyacı, İsrail politikasının Falanjist intikamına işine geldiği için pasif kaldığı eleştirileriyle paralel ilerliyor. Ama bu noktada da, alenen söylenmese de, askerlerin emir kulu oldukları, içinde bulundukları sisteme karşı duramayacakları savunması ise topu başka yerlere atıyor. “Bu katliamın tek sorumlusu Falanjistlerdir” demiyor elbette. Pasif oluşunun suçunu üstleniyor. Ama sivillerin kamplardan çıkarılmaları ardından, kampta kalan sivil oldukları belli kadın, çocuk ve yaşlıları savunması gerekliliğini bu pasifliğin herhangi bir yerine de koymayı beceremiyor.


Yine de bu kasıtlı veya zoraki pasifliği vurgularken Ari Folman’ın şahsi duyarlılığı anlamlı. Tüm bu çift taraflı okumaların, politik keşmekeşlerin gölgesinde Ari’nin bireysel dramını, artık ne kadar becerebilirsek filmin tarihi gerçekliğinden ayrı tutmak gerek. Orada olduğu halde “olamayan” bir askerin, yıllar sonra bile rahat yüzü göstermeyen rüyalar (açılıştaki olağanüstü 26 köpek sahnesi) ve kesitler (yine olağanüstü gece denizden çıkma sahnesi) sayesinde yaşadığı vicdani rahatsızlık sonrası unuttuklarının peşine düşmesi, vahşi bir tarih gerçeği ile yoğrulmuş biçimde ifadeleniyor. Bu ifadeyi stilize bir animasyon tekniği ile sunmak, filmin belgesel vizyonuna renk kattığı gibi, finaldeki gerçek arşiv görüntülerinin dehşet verici etkisinin de altını kalınca çiziyor. Çünkü bu çağdaş olduğu kadar, ciddiye alınmama riski de taşıyan ifade şekli, finalin kan donduran sahiciliğinin üzerini örtemezdi.

Waltz with Bashir’i tüm farklı değerlendirmeler yanında cesur bir özür olarak görmek mümkün. Hiçbir şeyi geri getirmeyecek de olsa, kendi ırkının veya askerlerinin değil, sadece piyade Ari’nin çaresizliğinin görkemli bireysel özrü olarak görmek istiyorum filmi. Çünkü öyle ya da böyle, bir parçası olmak durumunda kaldığı bu katliamda, bireysel olarak da elinden bir şey gelmemesinin, donup kalmasının, pasifleşmesinin özrünü böyle dilediğini düşünmek istiyorum. Çünkü onunki toplumsal hafıza kaybıyla özdeşleştirme kolaycılığına kaçılmayacak kadar dramatik sayılır.

10 Mart 2009 Salı

2 Days In Paris (2007)


Yönetmen: Julie Delpy
Oyuncular: Julie Delpy, Adam Goldberg, Albert Delpy, Marie Pillet, Aleksia Landeau, Alexandre Nahon, Daniel Brühl
Senaryo: Julie Delpy
Müzik: Julie Delpy

2 Days in Paris, iki yıldır birlikte olan Marion ve Jack'in İtalya tatiline çıkmalarını, dönerken Paris’e uğramaları ve orada Marion'un ailesiyle geçirdikleri iki günün hayatlarını nasıl değiştirdiklerini anlatıyor. Marion'un, çiftin cinsel yaşamlarına dair bile yorum yapmaktan çekinmeyen ailesi ve olur olmadık yerlerde karşılarına çıkan eski sevgilileri bir süre sonra Jack'in sabrını zorluyor ve ilişki muhasebesi başlıyor.

Oyuncu olarak başarılı bir kariyere sahip Fransız oyuncu Julie Delpy’nin birkaç kısa film geçmişi ve yolun başında sayılabilecek bir senarist-yönetmen kimliği olduğunu, üstelik son derece usta bir vizyonla bunu gerçekleştirdiğini söyleyebilmek için artık elimizde 2 Days in Paris gibi güçlü bir kanıt var. Aslında 2004 yılında Before Sunset filminde Richard Linklater, Kim Krizan ve Ethan Hawke ile beraber uyarladığı senaryo ile Oscar adaylığı bile almış bir tecrübe söz konusu. Bunun öncesinde yazar, yönetmen ve oyuncu olarak almış olduğu akademik eğitimin de katkıları unutulmamalı. 2 Days in Paris, Delpy’nin yazdığı, yönettiği, başrolde yer aldığı, kurgusunu üstlendiği, yapımcılığına katkıda bulunduğu, hatta müziklerini yaptığı son zamanların en kaliteli romantik komedilerinden biri. Bu tamlamanın hakkını vermek son zamanlarda pek kolay değil. Fakat Delpy’nin filmi, bir kadın ve bir erkeğin ilişkilerinin analiz ederken, hem Fransız-Amerikan iki insanın, hem kişilik olarak farklı iki sevgilinin, hem de tür olarak romantizm ile komedinin karşıtlığından etkileyici bir ahenk elde etmeyi başarıyor.

2 Days in Paris ile ilgili eleştiri yazılarında sıkça dile getirilen Woody Allen senaryolarına benzetilme durumu, zaten demirbaş Woody Allen filmlerini görmüş olanların muhtemelen atlamayacakları derecede kendini belli etmekte. Bu barizlik yanında daha yakın bir örnek olarak In Bruges filminin yönetmeni Martin McDonagh’nın o üzerinde çok konuştuğumuz akıcı ve canlı senaryo tadından esintiler de bulmak gayet olası. İster suç, ister romantik komedi yapımı olsun, benzer senaryo dinamiği yakalamış filmler, ne kadar klişe hikayelerden yola çıkıyor olursa olsunlar, fark yaratmaya mahkumdurlar adeta. 2 Days in Paris’in diyaloglara dayalı işleyişi, bu senaryo eşgalinden keyif alanları bir dakika olsun sıkmayacak derecede canlı.


Delpy, Marion ve Jack arasındaki ilişkiyi klasik bir kıskançlık ve ilişki sorgulama döngüsüne hapsetmemiş, fakat bu duyguların yoğun biçimde beslediği aşk, seks, bağlılık, arkadaşlık, politika, aile, ihanet, geçmiş ilişkiler gibi önemli yan unsurları sevimli, samimi ve son derece zeki biçimde elekten geçirmiş. Ama öte yandan elekten geçirmenin suniliğini hissettirmeden, ilişkinin iki günlük kesitini tamamen hayatın akışına bırakmış bir doğallıkla ve haliyle yer yer doğaçlama çağrışımlarla resmetmiş. İtinayla ördüğü ağlar birbirine bağlanıp tamamlandığında ortaya çok estetik bir görüntü çıkarmış. Hatta Woody Allen senaryolarının derli toplu zekasından biraz farklı olarak daha bağımsız ve doğal biçimde şahsi bir duygusal zekanın kodlarını kullanmış.

Bu senaryonun merkezinde Marion ve Jack bulunmakta. Onları analiz etmek hem kolay, hem de zor. Kendileri bile birbirlerini tam manasıyla çözememişken üstelik. Takıntılı, rahatsız, mutsuz ve terör paranoyasına sahip Jack, Paris’te karşılaştığı Bush tişörtü giyen Amerikalı turist hemşerilerine gıcık olup, bilmediği Louvre müzesinin tarifini yanlış verip onları mağdur edecek kadar umursamaz iken, kaldırıma park etmiş arabaları çizerek cezalandıran Marion’un babasının yanlış yaptığını söyleyecek kadar kuralcı ve etik davranan bir kişiliğe sahip. Başlangıçta itici bir izlenim yaratsa da, tanıdıkça ona duyulan büyüyen bir sempati oluşuyor. Marion’un ailesi, eski sevgilileri ve çevresiyle yaşadığı kültür farklılıklarından şikayet ediş biçimindeki alaycı yaklaşımı filmin komedi omurgasını zinde tutuyor.

Gerek sevgilisinin eski sevgilileriyle yüzleşmesine katlanmak zorunda kalan bir erkek, gerekse Paris’te bir Amerikalı duruşunun yarattığı yabancılaşma sayesinde izleyicinin kolaylıkla özdeşlik kurabileceği bir karakter haline geliyor. Etrafında Fransızca konuşulduğu anlarda yüzünden hiç silinmeyen şaşkınlık ifadesinin izleyende yaratacağı sempati buna en güzel örnek. Amerikan ve Fransız kültürleri arasındaki farklılıklara zekice espirilerle değindiği kadar, Rimbaud’yu “Rambo” şeklinde anlayacak kadar da dil farklılığına safça teslim olmuş bir turist konumunda. Jim Morrison’ın Paris’teki mezarına gitme sebebi de bir Val Kilmer hayranı olması yanında, sadece turistik önem taşıyan bir mekan olmasından başka bir şey değil.

Marion ile ilişkisinde de kıskançlık sınırları ciddi şekilde zorlanan bir erkek olarak, özellikle erkekler tarafından benimsenecek çaresizlikler içinde Jack... Sokakta rastladıkları eski erkek arkadaşlarından biri ile oral seks yaptığını Jack’e itiraf eden Marion, bunun Bush, Irak savaşı ve Kuş Gribi gibi dünya sorunları yanında büyütülecek bir şey olmadığını söylediğinde, Jack’in dünyayı sarsan Bill Clinton-Monica Levinsky benzetmesi, her ne kadar çalışılmış bir diyalog da olsa kayda değer. Fransız genişliğine karşı Amerikan muhafazakarlığı! Bu gibi kültürel çelişkilerden çok etkileyici çıkarımlarda bulunmuş olan çift vatandaşlığa sahip Julie Delpy’nin eleştirel yönü Paris’e cehennem dedirtecek kadar geniş, kendi memleketine turist duyarlılığıyla yaklaşabilecek kadar da tarafsız aynı zamanda.


Öte yandan Delpy kendi rolünü tasarlarken hiç de ego yapmamış. Bazen anlatıcı, bazen bilgilendirici, çoğunlukla da Jack’in rahatsız halini dengeleyici serinkanlılıkla hareket eden bir kadın. Bağımsızlığına düşkün, fakat kendisine ait hayatı boyunca tek bir erkekle beraber olamayacağı fikrine yine kendisini ikna edememiş dürüst bir aşk kadını aynı zamanda. Hataları veya yalanları olsa da, bunları gerçek aşkı saydığı Jack ile tanışmadan önceki hareketli geçmişinin küllerinden doğmuş ufak tefek yanlışlıklar olduğunu anlatabiliyor. Tam aşkı bulduğunu düşünürken onu kaybetmenin, sonra başka biriyle her şeyi baştan almanın hayatın bir döneminde artık kaldırılamayacak kadar zahmetli olmasının vurgusunu, ilişkilerle dolu geçmişimizin bizi gerçek aşktan alıkoymasının adaletsizliğini hissettiriyor. Fransız genişliğinin bile daralmaya ihtiyacı olduğunu belki de…

Her platformda insanların çenesini düşüren kadın-erkek ilişkilerine bakışı ile Delpy, çok yeni şeyler söylemiyor. Ancak eskileri yenileyiş biçimi çok etkileyici. Etkileyiciliği de sadelikten ve samimiyetten geçmekte. Oyunculuk açısından ekstra yük getirebileceğini düşüneceğimiz bu iki insanı canlandırırken Julie Delpy’nin ve Adam Goldberg’in abartısız hakimiyetleri, kendilerini akıntıya bırakmış halleri çok güçlü. Fakat Jack’in kapıldığı akıntı, Marion’a göre daha silkeleyici olunca Goldberg’in gurbetteki hali daha merkeze kayıyor. Kendisi Ethan Hawke kadar parlak bir görünüme sahip olmayabilir, hatta böyle kaliteli bir yapım için akla ilk gelen isimlerden biri olmayabilir. Ama ete kemiğe büründürdüğü komik ve aynı zamanda arızalı romantik Jack karakteri ile, Delpy’nin gerçek hayatta yakın dostu olması yanında çok iyi bir oyuncu olduğu gerçeğini de bilen bilmeyene kanıtlıyor. Julie Delpy’nin gerçek anne-babası olan Marie Pillet - Albert Delpy ikilsinin az ve öz katkıları yanında, Alman asıllı Barcelona doğumlu genç oyuncu Daniel Brühl’ün kısacık bir rolü de mevcut.


Tıpkı In Bruges gibi bir Avrupa fonu oluşturmasına rağmen, Paris’i hikayesinin önüne geçirmeyen bir turistik dekor olarak kullanan Delpy, Paris’in mimari yapısını, pazarlarını, kapalı mekanlarını, parklarını, tuhaf taksi şoförlerini, tavşan eti yanında servis edilen havucunu ve kendine has özgürlük anlayışını ekonomik bir dille yazmış, yönetmiş. Hem Amerikalı, hem Fransız, hem kadın, hem erkek, ilişki bazında da hem özgür, hem de olması gerektiği biçimde kuralcı olmayı başaran bir filme imza atmış. Özgürce yaşanan bir duygu olarak bilinmesine rağmen aşkın iki insan arasında belli bir kuralcılığı da beraberinde getirdiğini, sorumluluk yüklediğini, hatta bunların zamanla gerekli olduğunu düşündüren bir film olarak 2 Days in Paris gibi güçlü bir romantik komediye kapılar açık tutulmalı.

6 Mart 2009 Cuma

House (2008)


Yönetmen: Robby Henson
Oyuncular: Reynaldo Rosales, Heidi Dippold, Julie Ann Emery, J.P. Davis, Michael Madsen, Lew Temple, Leslie Easterbrook, Bill Moseley
Senaryo: Ted Dekker, Frank Peretti, Rob Green
Müzik: David E. Russo

İlgisizlikleri sonucu küçük kızlarını bir kazada yitirmiş olan bir çift, sallantıdaki evliliklerini düzeltmek amacıyla evlilik danışmanlarına giderken yolda yaşadıkları birtakım olaylar sayesinde tuhaf bir eve sığınmak zorunda kalıyorlar. Buraya kendilerinden önce gelmiş bir başka çift ile, evin kendisi kadar tuhaf sahiplerinin davranışlarından, buranın aslında bir otel olduğunu anlıyoruz. Anne, baba ve kazık kadar bir oğuldan oluşan bu ailenin garip davranışlarından ürken konuklar evden çıkmak isteyince bu kez dışarıda onları bekleyen maskeli, silahlı bir adamın oyununu oynamak zorunda kalıyorlar. Şafak sökene kadar kendisine bir ceset verilmesini isteyen, istediği yapılmazsa herkesi öldüreceğini söyleyen bu adam, evin dışındaki bir tehdit iken, evin içinde de daha başka tehditler kol geziyor. Görüldüğü üzere normal bir gerilim filmine fazla gelebilecek bu iştah kabartıcı bolluğa rağmen, bittiğinde geriye orijinal hiçbir şey bırakmayan bir film House. Kestirme yol, çekmeyen cep telefonu, aynaya bakan kişinin arkasında beliren silüetler, şimşek çaktığında başkasının omzunda biten tipler, uzun saçlı gizemli kız çocuğu gibi artık baygınlık getiren korku-gerilim unsurları, sanki kullanmayanı dövüyorlar misali yine hazır kıta. Michael Madsen bile var” diyerek bu kısa yorumu burada noktalasam, çoğu kişi ne demek istediğimi anlayacaktır.

Eve hapsolan dört karakterin çeşitli halüsinasyonlar vasıtasıyla lekeli geçmişleriyle yüzleşmeleri, akıllara Stephen King kısa öyküsünden uyarlanan 1408 filmini getirebilir. Aslında film, bir ara bu dört karakterin ev içinde birbirlerinden koptukları bölümlerde dörde bölünerek iyi bir tempo da yakalıyor. Bu dörtlü anlatım, artı ev içinde ve dışında mevcut bulunan tehlikelerin karışık dizilimi de kurgu yönünden başarılı sayılabilir. Ne var ki bu karmaşayı derleyip toparlama yönünde aynı başarıyı gösteremeyip, soluğu yine klişelerin yanında alıyor. O zaman da, zaten bu dört hikayede alışıldık biçimde ele alınmış olan ihmal, cinsel taciz, baba baskısı, evlilik gibi meseleler olağan sıradanlığına dönüveriyor. Son aşamada verilen “ışık içimizde” mesajı da öyle bir gereksizlik ki sormayın gitsin. Artık yönetmen mi, senarist mi hangisi bilemiyorum, durumu kurtarma adına biri “aslında siz buydunuz”, diğeri de “devam filmi de çekilse ne güzel olur” diyen iki sözde sürprizle çırpınışlarda bulunuyor. Son zamanlarda çoğalan isimsiz küçük korku filmlerinde umulan yaratıcı ruhun izlerini aramak için yanlış adreslerden biri. Bence kendisi bile tam olarak neye benzemeye çalıştığına karar verememiş tipik bir fragman tuzağı.

4 Mart 2009 Çarşamba

The Signal (2007)


Yönetmen: David Bruckner, Dan Bush, Jacob Gentry
Oyuncular: Anessa Ramsey, Sahr Ngaujah, AJ Bowen, Matthew Stanton, Justin Welborn, Cheri Christian
Senaryo: David Bruckner, Dan Bush, Jacob Gentry
Müzik: Ben Lovett

Cep telefonlarının, radyoların ve televizyonların yaydığı tuhaf bir sinyal yüzünden insanların durduk yere birbirlerini öldürmelerini konu alan, üç tuhaf bölümden oluşan, özellikle Shaun Of The Dead kıvamındaki ikinci bölümü ile tuhaf derecede komik olan Sundance çıktısı tuhaf bir film The Signal. Bu kadar “tuhaf” tabirine sahip bir filmin seveni çok olur ve ben de genel olarak o sevenlerden biriyim. Ama tuhaf bir biçimde bu filmi sevemedim. Sebebi de, ne kadar birbirinden kopuk olursa olsun, bir şekilde kendi varlık nedenini en azından bu bölümlerin birinde daha belirgin şekilde sunmalı, ya da ima etmeliydi. İma ettiyse ve ben anlamadıysam sorun yok tabi. İlk bölüm, sinyalin yayılmaya başlamasından sonra insanların birbirlerini fütursuzca harcamaları üzerine pekala etkili bir gizem halesi ve bolca kan, ölüm tasarlamış. İkinci bölüm sanki bambaşka bir gore komedinin başlaması ile ilk bölümün sağlamaya çalıştığı gizem üzerine sünger çekip, saldım çayıra, George A. Romero kayıra misali acayip, ama bir o kadar da keyifli bir izlenceye, halüsinasyonların gerçek (!) ile iç içe geçmesi ile tamamen parodiye dönüşmüş.

Son bölümde ise başlangıçtaki aşk üçgenine odaklanarak tekrardan ve sanki o matrak ikinci bölüm hiç yaşanmamış gibi yaparak köprüden önceki son dram çıkışına sapmış. O sinyal neydi, nereden geldi, kim gönderdi gibi sorularla uğraşırken de zaten film bitiyor. Belki bitmeden evvel bu soruları kendine göre cevaplamıştır. Ama şahsen ben o kadar dağılmışım ki, o saatten sonra Matrix: Reloaded’ın mimarı gelip durumu izah etse dahi pek bir şey anlayabilir miyim ya da mimar kendi mantığına göre bu üç bölümü birbirine bağlayabilir mi meçhul. Gerçi devamı düşünülüyormuş. Temennim, gereksiz bir The Signal üçlemesi ile Sundance gibi saygın bir organizasyonun fazla meşgul edilmemesi, bu fikrin sadece fikir olarak kalması yönünde. Her şeye rağmen bu üç bölüm arasında favorim, tüm tuhaflığıyla ikinci bölümdür. Tabi açılışta sinyalden önce TV’de izlenen filmin, yönetmene ait bir kısa filmden alınma bölüm olarak konmasını da çok orijinal bulduğumu eklemek isterim. Zira film bitince, keşke film başladığı gibi sürseymiş diye düşündürmedi değil o ürküten atmosfer.