30 Ağustos 2008 Cumartesi

Intermission (2003)


Yönetmen: John Crowley
Oyuncular: Cillian Murphy, Kelly Macdonald, Shirley Henderson, Colin Farrell, David Wilmot, Colm Meaney, Owen Roe
Senaryo: Mark O'Rowe
Müzik: John Murphy

Oscar (David Wilmot) ve John (Cillian Murphy) aynı markette çalışan ve aynı evi paylaşan iki arkadaştır. Tüm zamanları bir arada geçmesine rağmen hayatları birbirinden oldukça farklı devam etmektedir. John’un güzel bir sevgilisi, dolayısıyla da düzenli bir ilişkisi varken Oscar yıllardır kendine uygun bir kadın aramaktadır. Hatta uygun olması bile gerekmez, herhangi bir kadın zaten uygun olacaktır.Oscar’ın az da olsa kıskandığı bu güzelim hayatı John durup dururken altüst eder. Sevgilisinin kendisine ne kadar bağlı olduğunu sınamak isteyen genç adam kıza ayrılmayı teklif eder. Ancak John’un yaptığı plan tam tersi bir etki yaratır. Hayalleri yıkılan genç kız çok kısa bir zamanda kendisinden yaşça hayli büyük olan evli bir sevgili edinir. Bu ayrılık ve yeni başlayan ilişki sadece onların değil, çevrelerinde yaşayan tanıdık tanımadık tüm insanların hayatını altüst edecektir.

Bir pasta düşünelim. Dışındaki meyvelerin cazibesi ile alınıyor. Satıcıya sorduğunuzda "o dıştaki meyvelerin aynıları içinde de var" (bkz. Trainspotting benzetmesi) diyor. Pasta eve getiriliyor ve kesiliyor. İçinde o meyvelerden eser yok! Biraz çikolata parçası o kadar. O yedikçe tadından içimizi kıyan pasta özelliği de yok. Çünkü iç kıyacak kadar bir kıvam yok. Ama yediğimiz kadarından anlıyoruz ki aslında malzeme hiç de o kadar kötü değil.. Hatta o malzemeyle kat kat düğün pastası bile yapılır, pastayı yiyen misafirler "pardon, bir dahaki düğününüz ne zaman, davetiyemi isterim" der. Mark O'Rowe'un yarattığı karakterler klişe olmasına rağmen o kadar renkli, onlara katılan kişilik özellikleri çeşitli kapılar açmaya o kadar müsait anahtarlar ki, insan vitrin cazibesine kapılıyor. Lakin içeride zenginlik yerine, o kaliteli malzeme ile yanlış ölçekler sonucu tutturulmaya çalışılmış kıvamla yapılan pastacıklar bulunuyor. Zenginlik derken tabiki çok satan, hit pastalardan değil, kendi yağıyla kavrulmasını ve haddini bilen, ama tadını en rüküş pastalara değişmeyeceğiniz türlerden söz ediyoruz.

Intermission'un en önemli özelliği, içinde barındırdığı potansiyel. Çeşitli bağımsız pastanelerden aldığı ödüller, bu potansiyeli takdir etmeyi öncelik sayan bu pasta festivallerinin karakteristik özelliğidir. Ama yine de insan biraz daha parlak zeka, zırzop espiri, umulmadık gelişmeler, söylenmesi gereken ama anlamsızca unutulan çözümlemeler bekliyor. Çünkü bu, İngiliz-İrlanda-İskoçya soğuk mizahının göbeğinden çıkma bir film. İrlanda’nın dünyaya açılmış iki oyuncusu Cillian Murphy ve Colin Farrell, çok tuttuğum Colm Meaney, Shirley Henderson, ayrıca en son No Country For Old Men’de güzelliğinden neredeyse hiç koklatmamış Kelly Macdonald’ın da yer aldığı Intermission, bu coğrafyadan çıkmış bir sürü örneğe hayran biri olarak beklediğim gibi çıkmadı.

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Wanee & Junah (2001)


Yönetmen: Yong-gyun Kim
Oyuncular: Hee-seon Kim, Jin-mo Ju, Seung-woo Cho, Kang-hie Choi
Senaryo: Yong-gyun Kim
Müzik: Hong-jib Kim

Genç bir çizgi film ressamı Wanee, ve bir senaryo yazarı Junah birlikte huzurlu bir şekilde yaşayan sevgililerdir. Bir gün, eski bir arkadaşı Wanee'yi ziyarete gelir ve bu olay, Wanee'nin ilk aşkı olan üvey erkek kardeşine dair gizli anılarını su yüzüne çıkartır. Hafiften ensest ürpertili, fantezi beklentili, incelikli çekimleri, dokunaklı anlatımı, ileri geri akışlarıyla nefis ve etkileyici bir romantik drama...

İnce, narin, nazenin bir aşkı ve yoğun iş temposunun gölgeleyemediği bir hayatı paylaşan Wanee ve Junah’ın ilişkisi, Wanee’nin bir zamanlar aşık olduğu, yurtdışında okuyan üvey kardeşi Yeong-min’in (Marathon ile kalbimizi fetheden Jo Seung-woo) şehre gelecek olmasıyla önemli bir viraja hazırlanmaktadır. Her bünyenin kaldıramayacağı böyle sıra dışı bir aşk geçmişinin izlerini yoğun bir anlatım ile süren filmin bir ileri, bir geri kurgusunu, hiç çaktırmadan birbirine bağlanan şarkılara benzettim. Normalde üvey kardeşine aşık bir kızın işlenişi sert geçişlere, dikenli tellere, ahlaki sömürülere maruz kalır. Ama film, “aralarında hiç birşey olmadı, öpüşmediler bile” şeklindeki mazur göstermelere bile pabuç bırakmayacak, ayakları yere basan bir şiirsellikle yoğrulmuş. Üstelik filmde her şeyiyle saf ve temiz bir denge unsuru var: Junah.. Bu güzel insanın sağladığı dengeden kastım, Wanee’nin eski aşkını ahlaki açıdan kabullenememizi değil de, Wanee’nin eski aşkını Junah’ın iyiliği yüzünden kabullenememizi hissettirmesi belki de.. Tabi Wanee’nin eski aşkı Yeong-min’i olduğu gibi kabullenmemizi sağlayabilecek açık kapılar da yok denemez. Sonuçta eskiden hissedilmiş güçlü duyguları görmezden gelmek haksızlık olur. Ama Junah gibi kırılgan bir beyaz atlı prense yapılacak haksızlık beni daha fazla yaralar. Yeong-min de, Junah da kötülükten uzak, güzel insanlar. Fakat atlarının rengi farklı.
 
 
Objektif bir bakış atarsak Wanee’nin de işi zor. İki erkek arasında kalmak, ipek tenli bir Güney Koreli kadının yaşayacağı ne ilk, ne de son ikilem. Ama bu kez seçim sorunu yok. Onun yerine eski ve yeni arasındaki kafa karışıklığının faturasının yeniye kesilmesi endişesi var. Eskinin olduğu kadar yeninin de söz hakkı var. Yaşanmışlıkları eski-yeni diye kategorilendirmenin böylesine bir kafa karışıklığını şıp diye çözmesi beklenemez. Bu durumda kalmış bir kadının yapacağı seçim, küpe seçmek kadar kolay olmasa da, bunu küpe seçmek kadar basite indirgemiş binlerce sözde romantik kadından binlerce kere daha samimi Wanee.. Gereksiz kaprisleri, koyu hırsı, ölçüsüz sulugözlülüğü olmayan olgun bir prenses.

Wanee & Junah çok güzel bir film. Tamam, bu hiç şiirsel olmadı belki ama şiirsel olduğumu düşündüğüm anların tetikleyicisi bu filmlerin bizzat kendileri oluyor. Evet güzel bir film. “Güzel” kelimesinin altında yatan şiirsellik kadar hem de.. Temposu da biraz ağır olabilir. Ağır ağır güzelliği sindirmek de daha bir güzeldir. 3 bin wonluk çilek, araba çarpan bir kedi, düzeltilen kaşlar, unutulan şemsiyeler, hızla giden trenin açık kapısında içilen sigara, yeni alınan bir televizyon, buzdolabı üzerine yapıştırılmış bir not. Ve saymaktan bitkin düşeceğimiz, üzerinde durmaya bile tenezzül etmediğimiz hayatın ufak detayları. Ruh halimize göre filmler seçmeyi severiz. Peki filmin ruh haline, temposuna ayak uydurmayı ne kadar sıklıkta deniyoruz? Kendimizden bir şeyler bulduğumuz filmlere midir meylimiz, yoksa bize kendinden bir şeyler bulduranlara mı? Sinema tarihinin en iyi 100, en iyi 1000 filminde olup da diğerlerinde olmayan nedir? Sinema tarihinin en iyi filmi hangisidir? Var mı öyle bir film? İnsanlardır o filmleri yapanlar. Ama en iyileri seçmek için diğerlerini harcarlar. Wanee & Junah’ın yeri de The Godfather ile Crossover arasında bir yerde işte. Çemberi daraltalım: Wanee & Junah, iki muhteşem animasyonun arasında, Elton John’un tabiriyle “Rüzgardaki Bir Mum”. Hani şu çiftlerin tanışmaları çok sadedir, yıldırım, şimşek, havai fişek yoktur demiştik ya, işte bu animasyonlar, böylesine yaratıcı fikirler havai fişek yerine geçmez de ne geçer?

21 Ağustos 2008 Perşembe

The Happening (2008)


Yönetmen: M. Night Shyamalan
Oyuncular: Mark Wahlberg, Zooey Deschanel, John Leguizamo, Ashlyn Sanchez, Betty Buckley, Spencer Breslin, Robert Bailey Jr.
Senaryo: M. Night Shyamalan
Müzik: James Newton Howard

Birdenbire ortaya çıkan, kısa sürede Amerika’nın birçok şehrinde sebebi açıklanamayan garip ölümlere ve intiharlara sebep olan doğaüstü bir olay meydana geliyor. İnsan davranışlarındaki bu garip değişikliğe neyin sebep olduğu bilinmiyor. Bir terörist saldırı, kontrolden çıkan bir virüs mü, ya da hava yolu ile mi yoksa suyla mı bulaştığı açıkanamıyor. Binmiş oldukları trenden indirilen hayatta kalmış bir grup insan bu tanımlanamayan felaketten kaçabilmek için plansız programsız bir biçimde yola koyulurlar.

Bilimsel manada kafa karışıklığı bir yana, dramatik anlamda yerlerde sürünen senaryo ve karakter gelişimleri ile de Shyamalan'ın en kötü filmi olduğunu söyleyebilirim gönül rahatlığıyla. Aslında gönlüm rahat değil. Çünkü bu adamın istinasız her filminde başardığı gizem halesi insanı kilitlemeyi iyi beceren bir yapıda oldu hep. Fakat filmlerinin genelinde bu gidişatın sonunu getirememe gibi bir sıkıntısı olduğu da aşikar. Bugüne kadar derme çatma da olsa, işi fanteziye, bilim kurguya, masala, sürprize de bağlasa bir şekilde kör topal filmlerini tamamlıyordu sanki. Tabi ona da bileğinin hakkıyla tamamlamak denirse. Mesela The Sixth Sense'i bozan tek unsurun finali olduğunu düşünenlerdenim. Fakat The Happening kör topal bir finalden bile yoksun derecede zavallı bir film. Shyamalan'ın düşen grafiğinin dibe vuruşu adeta. Belki bunda gelişmekte ve yükselmekte olan gizem-gerilim çıtamızın böyle bir kitlesel intihar hezeyanına meraksız kalışının da etkisi vardır.

İlerisi için böyle filmler çekecekse belki artık Shyamalan'ın kendini ciddiye alır tavırlarından uzaklaşması, bunun yanında bolca kara mizah çalışması lazım. Çünkü dram yanını geçtik, işi kara mizaha vurmaya çalıştığında çok sık hata veriyor. Öyle adamlar vardır, en sert, en yaslı anlarda bile yaptıkları zeki espirileriyle o kasveti şöyle bir silkelemeyi başarırlar. Shyamalan onlardan biri değil, bunu birilerinin ona söylemesi gerek. O yüzden The Sixth Sense ile sağladığı dram-gerilim başarısına daha ağırlık verip, mümkünse işi hiç espiriye ya da o malum "alakasız anların alakasız tepkileri"ni veren diyalog anlayışından yol yakınken vazgeçmesi şart. Ne gereği var millet intihar ederken sosisli sandviçin, hardalın derdine düşmenin! Bırak bu işleri, sen İngiliz misin?


Belki şu Bayan Jones ile karşılaşıldıktan sonra yaratılan gerilim dokusu sağlamlaştırılsa, hatta tüm şu arılar, bitkiler, intiharlar bir kenara bırakılıp, ıssız bir kırsalda yolunu kaybetmiş bir ailenin sığınmak zorunda kaldığı Bayan Jones kabusu üzerinden bir film çekilseymiş, hiç olmazsa bu filmden daha gizemli, aynı zamanda ürkütücü olurmuş. Üstelik böyle klişe bir kır kabusunu daha da özgünleştirme başarısını daha önce The Village ile göstermiş birisi kendisi. Madem ısrar ediyor, Bayan Jones'u filmin sonunda Marslı çıkarırdı belki ama en azından buradaki kadar dağılıp basitleşmezdi. John Leguizamo'nun canlandırdığı karakterin, hele de onun küçük kızının fonksiyonunun böyle ciddiyetsiz bir filme dramatik duygu sömürüleri katmak olduğunu anlayamayacak kadar sinemacı değilse bu adam tam bir fiyasko! Herşeye rağmen bir The Village hadisesi var ki, onu demeye de pek dilim varmıyor. Çünkü bana göre şu ana dek altına girdiği türlerin altından bütünüyle kalkabilmiş tek filmi o...

19 Ağustos 2008 Salı

The Ruins (2008)


Yönetmen: Carter Smith
Oyuncular: Jena Malone, Laura Ramsey, Shawn Ashmore, Jonathan Tucker, Joe Anderson
Senaryo: Scott B. Smith
Müzik: Graeme Revell

Çok iyi arkadaş olan Amy ile Stacy, yanlarına erkek arkadaşlarını da alarak Meksika’daki turistik bir bölgeye tatile giderler. Arkeolojik kazı bölgesine vardıklarında beklenmedik olaylar meydana gelince korkuya kapılan genç gezginler, eski bir taş yapının tepesine sığınırlar. Orada gizlenmiş ölümcül tehditle yüz yüze kaldıklarında gençler için vahşi bir hayatta kalma mücadelesi başlayacaktır.

The Ruins, Stephen King’in de övgülerini kazanan “Lanetli Topraklar” adlı romanın sinema uyarlaması imiş. Ya bizim izlediğimiz filmin romanı fena halde delik deşik edilmiş, ya da bu roman Stephen King'in alkollü bir anına denk gelmiş diyeceğim. Hayır şimdi böyle bir filmin romanı nasıl oluyor onu merak ettim. Taş çatlasa bir, bilemedin iki paragraf ile anlatılacak bir "nebati slasher" için roman formatı nasıl oluşturulmuş acaba? Herhalde bolca Maya uygarlığından, onun efsanelerinden, lanetlerinden falan bahsetmiş olması lazım ki, az çok bu gençlerin elin Meksika kırsalında heba olmaları roman içinde bir yere bağlansın. Filmde öyle herhangi bir yere bağlanma durumu yok. Hani pastoral açıdan küresel ısımaya dikkat çeken veya insanoğlunun doğaya ettiklerinin intikamı ahanda böyle alınır gibisinden bir mesaj kaygısı olur da anlarsınız. Belki de tek ilginç yanı, şu derin kuyuda çalan cep telefonunun yarattığı tuhaflık duygusuydu. Onu bile bir yere bağlamaktan aciz kalmış. E tabi "daha önce de sizin gibi bu kuyuya birileri indi, babayı aldı" demeye getirmekle senaryo özgünlüğü sağlanmıyor. En azından gerilim sinamasının zor beğenen kaliteli izleyicisi bunları yutar gözükmüyor. Ne demeye hala böyle filmler çekiliyor? Demek ki yutan birileri her zaman var bu dünyada.

Şu yönetmeni geçin de, işin en tuhaf yanı o Stephen King'in övgüsünü kazandığı iddia edilen romanın yazarı ve bu filme senaryolayanı Scott B. Smith, en beğendiğim suç yapımlarından bir olan A Simple Plan'in romanını + senaryosunu yazan kişiymiş. Güler misin, ağlar mısın! Acaba diyorum King'in övdüğü iş The Ruins değil de bu olmasın. Son olarak filmde çok manidar bir replik vardı, onu tekrarlamak isterim: "Dört Amerikalı öyle durup dururken tatilde kaybolmaz!"

17 Ağustos 2008 Pazar

In Bruges (2008)


Yönetmen: Martin McDonagh
Oyuncular: Brendan Gleeson, Colin Farrell, Ralph Fiennes, Clémence Poésy, Jérémie Renier, Jordan Prentice, Eric Godon, Thekla Reuten
Senaryo: Martin McDonagh
Müzik: Carter Burwell

Bir cinayet sonrası patronları Harry Waters (Ralph Fiennes) tarafından saklanmaları için Bruges’e gönderilen iki tetikçi ve aynı zamanda sıkı dost olan Ken (Brendan Gleeson) ve Ray (Colin Farrell) yerleştikleri otelde Harry’nin bir sonraki talimatını beklemeye başlarlar. Bu bekleyiş, tarihle iç içe bir konumda olan Bruges’ü gezip görmek açısından Ken’in hoşuna gitse de, geride bıraktıkları işin de gerginliğiyle Ray’i çok sıkmaktadır. Çünkü Ray, yanlışlıkla küçük bir çocuğu öldürmüştür. Fakat tesadüfen genç ve güzel aktris Chloë’den bir randevu koparınca bu tarih kasveti kuşanmış şehir, kendisinin güzel bir kadın tarafından beğenileceğine pek ihtimal vermeyen Ray’in gözüne de güzel gözükmeye başlar. Ne var ki, bir çocuğun öldürülmüş olması sebebiyle prensiplerinin çiğnendiğini düşünen Harry, Ken’den Ray’i öldürmesini ister. Ken bunu yapmayınca Harry tüm öfkesini yüklenerek Bruges’ün yolunu tutar.

Bruges (ya da bizdeki yazılışıyla Brüj), günümüze kadar korunmuş olağanüstü Ortaçağ mimarisi, Venedik’i andıran kanalları, çikolata çeşitleri, dantelleri, biralarıyla ünlü turistik bir Belçika kenti. Yaklaşık 120 bin nüfuslu bu kentin tarihi ve turistik dokusunun fonunda bir gangster hikayesi anlatmak ve izlemek değişik bir tecrübe. Her ne kadar fazla duyulmasa da pekçok yüz kızartıcı suça ev sahipliği yapmış ve yapmakta olan, fakat genel anlamda bir Avrupa Birliği ülkesi olarak refah seviyesinin ve eğitim oranının yüksekliği ile bu durumu örtbas edebilen Belçika’nın bu güzide kentinde anlatılacak suç hikayesi hakkında herhangi bir fikir sahibi olmak da güç. Ama In Bruges, herhangi bir fikir, önyargı, tür beklentisi, mesaj kaygısı, gönderme endişesi olmaksızın sadece doğal akışına teslim olmanızı gerektirecek kıvamda, ya çok güçlü, ya da kendi halinde bağımsız bir yapım hisleriyle algılanabilecek bir yapım. Kafalarda bu biraz karmaşık tarifin yapılmasında en büyük rolü oynayan isim ise, ilk uzun metrajına imza atan İngiliz Martin McDonagh’dan başkası değil. Filme geçmeden evvel McDonagh hakkında bilgilenmek sanırım daha etkili olacaktır. Daha ilk filmini yazıp yönetmiş biri hakkında neden ve ne derecede bilgileneceğiz diye düşünülebilir. Ancak McDonagh’nın In Bruges’a varana kadar yaptıkları, onun sinema yolculuğunun başlangıcı için bize altyapısı sağlam veriler sunmuyor değil.

Martin McDonagh her şeyden önce bir oyun yazarı. Beauty Queen Of Leenane, The Lieutenant Of Inishmore, The Pillowman, A Skull In Connemara adlı tiyatro eserleri sayısız ödül ve adaylık kazanmış, camiada saygın bir yer edinmiş. Hatta 27 yaşında iken, Shakespeare’den bu yana Londra’nın Broadway’i sayılan West End eğlence ve sanat merkezinde aynı anda dört oyunu birden oynanan ilk yazar McDonagh olmuş. 2006 yılında iki yıl öncesinde çektiği yaklaşık 25 dakikalık Six Shooter ile En İyi Kısa Film Oscarı kazanmasıyla ismi daha fazla duyulmaya başlandı. Karısını kaybeden bir adamın trende karşılaştığı geveze, küfürbaz, patavatsız ve bunlara rağmen sempatik bir genç ile yaşadıklarını konu alan film çok beğenildi. Yeni filmi beklenmeye başlandı. İşte beklenen film In Bruges sonunda görücüye çıktı. Bir kere en basitinden şu yorumu aradan çıkaralım: Six Shooter’ı sevenler kesinlikle kaçırmasın! Özellikle kısalığından ötürü tadı damağında kalanlar.

Tabi kısa film ile uzun metraj arasındaki yapısal ve duygusal bakış açısı çok farklıdır. Bu durumun yaratabileceği şekilde In Bruges’i uzun ve sıkıcı bulma ihtimali de olabilir mi bilmiyorum. Fakat kendi adıma In Bruges filmini tanımlamak için aklıma geleni söylemek istiyorum. Çünkü film ve yaratıcısı McDonagh belki de bunu istiyor. Six Shooter’ı sevenler kaçırmasın” derken, garip biçimde ikisini karşılaştırma amacı gütmedim. Bana göre Six Shooter’ı görmeyenler de bu filmi kaçırmasın. Zira In Bruges, aslında “kısa” bir uzun film. Ya da daha saçma bir tabirle uzun metraj içinde kısa filmler silsilesi. Elbette bir kısa filmden oldukça farklı biçimde. Martin McDonagh tecrübeli bir oyun yazarı ve filmine koyduğu diyaloglar o kadar akıcı ve kimi zaman o kadar spontane ki, aynı sahnede, aynı kişilerin konuşmalarında bile bir fragman hızında kısacık filmler izliyoruz sanki. Olabildiğince inatçı, altta kalmak istemeyen, hazırcevap, cevabı hazır olmadığında dürüstçe “hımm”layabilen, uzun cümlelerin arasında kaçırdıklarınızı tekrar duymaya değer şeyler olduğunu hissettiren, tekrar duyduğunuzda daha büyük bir hayranlık uyandıran replikler bunlar.


Evet Martin McDonagh her şeyden önce bir oyun yazarı. Bu yüzden tiyatro oyunlarının dekorları da önemlidir. Sade bir dekor, metini daha da öne çıkarır. Bruges gibi tarihi açıdan zengin bir dekorunuz varsa oyun metininiz kendini daha farklı biçimde ifade etmelidir. McDonagh belki burada biraz risk alıyor gibi görünebilir. Neticede Shakespeare epizodlarından bahsetmiyoruz. Üzerine bol miktarda küfür serpilmiş, espirileriyle zekasını doğrudan ifade eden, zaman zaman da Ray’in filmde bir yerde de ifade ettiği gibi İngilizceyi bile doğru dürüst konuşamayan diyaloglardan oluşan bir metinin Bruges dekoru ile yarattığı tezattan beslenen bir tarafı da var. Riskin avantaja dönüştüğü birçok sahneye tanık olunca dekorun dekor, metinin metin olarak kendi yoğunlukları ile paralel ilerledikleri, sık sık çok güzel paslaştıkları anların tadına varıyorsunuz. Kanalları, köprüleri, kiliseleri, binaları ile Bruges, artık bir yerden sonra bahşettiği tarihi ve turistik sıkıntısı ile, yine Ray’in “shithole” benzetmesini doğrular niteliğe bürünüyor zihinlerde. McDonagh bu görkemli dekorunu ekonomik biçimde kullanarak ve o tarihi-turistik sıkıntının üzerine alaycı bir tavırla giderek Bruges’ün kendi hikayesinden ve karakterlerinden rol çalmasını önlüyor. Böylece dekor dekorluğunu biliyor, bu güzel hikayeye güzel bir fon teşkil etmek, filmin espiri ve dram setlerine malzeme olmak dışında haddini aşmıyor.

Martin McDonagh her şeyden önce bir oyun yazarı. Ama ortada öyle bir oyun var ki, tiyatro sahnelerine hapsolmuş metin üzeri dramatizasyonlardan fazlasını gerektiren gerilimli bir kedi-fare, av-avcı, iyi-kötü aksiyonunu da elden geçirme ihtiyacı bulunmakta. Birçok yeni yetme yönetmenin düştüğü hata budur. Filmlerini gereksiz aksiyonlara kurban ederek belki de onları farklı kılacak bir sürü unsuru ıskalarlar. Bunun yanında yabancı birçok yönetmenin, kendi vatanında çok özgün işler çıkardıktan sonra İngilizce çektikleri ilk filmde tanınmaz hale geldiklerine tanık olduk. Her ne kadar ilk film de olsa biz burada bir yeniyetmeden söz etmiyoruz. Tabi McDonagh da filmini satmak uğruna böyle bir hataya düşebilirdi. Üstelik çok para kazanıp, bunu maddi açıdan bir hata olmaktan kurtarabilirdi. İşte gerçek yazarlar veya yönetmenler burada kendilerini gösteriyorlar. McDonagh’nın bu filmden sonra deli dolu bir Hollywood aksiyonu çekmeyeceğini kimse garanti edemez. Ama şu an için In Bruges, kıymeti bilinmesi gereken bir film bana göre.

Martin Scorsese, David Lynch, Terrence Malick ve Quentin Tarantino hayranı olduğunu belirten McDonagh, daha çok Tarantino ve Guy Ritchie çağrışımlı enfes diyaloglarıyla, ama yine bir kendine özgülük durumunu hissettirerek yola koyulmuş izlenimi vermekte. Daldan dala zıplayan, lafı (iyi ki) uzatan, uzattığı lafı başka alakasız dallara bağlayan, sonra o alakasızlığı beklenmedik şekilde alakalayan, bu sayede suratlarda aptal bir ifade yaratan, ama bu aptallıktan hoşnutluk yaratan bir kalemi var McDonagh’nın. Tarantino ve Ritchie genel olarak işin dalgasındadırlar ve dram yönü onları fazla kasmaz. Fakat McDonagh, o dalgacılığı hep zinde tuttuğu gibi, belki de tiyatronun kendisine sermaye ettiği komedi-dram kıvamını da ilk filmine yedirmeyi başarmış. Öyle ki, Ray gibi filmin en önemli mizah unsurlarından birini, üstelik Colin Farrell’ın canlandırmasıyla ağlatıp, bunda algılamaya göre inandırıcı olmayı becerebiliyor. Yine algılamaya göre belli bazı sahnelerin komik mi, yoksa dramatik mi algılanması gerektiği görecesini izleyene bırakıyor.


Kilisede bir rahibi öldürmek, öldüreni kötü yapar. Öte yandan o rahibin neden öldürüldüğünü söylememek, öldüreni yine kötü yapar ama rahip ile ilgili de kafalarda soru işareti yaratır. Rahibi öldürürken kazara masum bir çocuğu da öldürmek, öldüreni yine kötü yapar ve bu kez devreye vicdan ve prensipler girer. Kötünün içinde sadece kötülük bulunmadığına dair bir inanç ihtiyacını karşılayan yegane şeye McDonagh’nın bulduğu çözüm “prensip” olduysa, film mantığında buna daha makul birtakım gerekçeler aramaya çalışmak da yersiz. “Prensip” olgusunun bir tercih olduğu gayet açık. Eğer mesele tercihin neden bu yönde olduğunu sorgulamak ise filmin varlığı zaten en güzel cevabı veriyor: In Bruges, tıpkı Six Shooter gibi ölüm ile oyun oynuyor. Bunu en iyi Ray’in çocuk parkında intihar etmeye yeltendiği sahneden ve tabi finalden çıkarmak mümkün. Ölümü hem intihar gibi bir zayıflık, hem de prensip gibi soylu bir davranış olarak tanımlamak, aslında ölümün ne olduğunu tam olarak bilememekten kaynaklı bir alaycılığın ürünü olsa gerek. Hadi buna da ikna olunmazsa filmin tek kusurunu bu ileri düzeydeki “prensip” konusunun işlenişi olarak ilan edelim.


In Bruges aslında üç kötü adamın hikayesi. Ama üçünün de iyi-kötü algısı, filmin bize sunduğu 107 dakikalık kesit içinde yer yer ufak değişimlere uğruyor. Harry Waters’ın emrinde çalışan iki tetikçiden Ken’in nezaketi, Bruges estetiğine olan ilgisi, babacan tavırları ile, Ray’in saf ve temiz delikanlılığı, kendini ele vermemeye gayret eden romantizmi, yakasını bırakmayan vicdanı ve içtenliği onları para için adam öldüren kötü adamlar sınıfından ayırmaya yetiyor. Filmin tek kötüsü olan Harry bile, onu oynayan kıdemli kötü adam eksperi Ralph Fiennes’in müthiş yorumuna rağmen bir şekilde katıksız “kötü” diyebilmek için çok uğraştıran tiplerden. Üstelik üçünün de sahip olduğu, izleyene biraz garip, hatta yavan gelebilecek “prensip” hadisesi de üzerinde düşünülmesi gereken bir durum. Bunu filmde yer yer işlenen dini temalarla da ilişkilendirmek olası.

Brendan Gleeson, Colin Farrell ve filme fiilen ilk saatten sonra dahil olan Ralph Fiennes müthiş bir üçlü oluşturuyorlar. Six Shooter'ın başrolündeki Gleeson’ın son derece güven veren oyunu yanında Colin Farrell için Phone Booth’dan sonra izlediğim en iyi performansı diyebilirim. Sonradan oyuna dahil olmasına rağmen Ralph Fiennes’in tecrübesini konuşturduğu Harry ise Tarantino ve Ritchie filmlerinin, bulaşılmaması kişinin biraz daha uzun yaşamasını sağlayacak derecede tehlikeli ve bir o kadar da karizmatik kötü adamlar familyasına ait.

Her üçüne de harika replikler yazılmış bu oyuncular yanında, güzel yankesici Chloë, onun serseri ortağı Eirik (Altın Palmiyeli L' Enfant filminin Belçikalı oyuncusu Jérémie Renier), hamile otel işletmecisi Marie, silah tedarikçisi “girinti” Yuri, Bruges’de film çeken Amerikalı cüce aktör Jimmy gibi gerçekten renkli yan karakterleriyle tadına doyulmaz komik anlar ve diyaloglar içeriyor film. Filmin komik olduğu kadar hüzünlü havasına katkıda bulunan koyu renk tercihleri, loş ortamları ve Carter Burwell’in dingin piyano dokunuşları, kontrollü bir ciddiyet sağlıyor. Baştan beri In Bruges’ü tanımlamak için tek bir cümle arıyordum. Elimden gelenin en iyisi şu oldu: In Bruges, zeki ve sinirli bir İngiliz oyun yazarının yazıp yönettiği dramatik, komik, romantik, prensip sahibi bir modern zaman euro-western güzellemesi!

14 Ağustos 2008 Perşembe

Cidade Baixa (2005)



Yönetmen: Sérgio Machado

Oyuncular: Lázaro Ramos, Wagner Moura, Alice Braga, José Dumont, Tinho Bahia, Harildo Deda

Senaryo: Sérgio Machado, Karim Ainouz

Müzik: Carlinhos Brown, Beto Villares

Brezilya'nın sersefil atmosferinde, fahişe Karinna'ya aşık olan Naldinho ve Deco'nun hikayesi. Birbiri için canını verebilecek bu iki arkadaşın hayatlarına giren Karinna, onlar için başlangıçta eğlence unsuru olmasına rağmen, tutkulu bir saplantıya dönüşüyor. Cesur, yerine göre sert ve ısrarla kendisini gizlemeye çalışan, ama artık sonunda dayanamayıp kendini salıveren bir hüzüne de sahip. 2005'te Cannes'da Gençlik Ödülü kazanmış filmin üç başrol oyuncusu da çok doğal ve başarılı. Carandiru ve en son Tropa de Elite’de izlediğim Wagner Moura ile yine Carandiru’da ve son olarak O Homem Que Copiava (The Man Who Copied) filminin başrolü Andre olarak izlediğim Lázaro Ramos o tutku ve saplantıyı çok yerinde vurgulamasını bilmişler. Karinna rolündeki Alice Braga’nın CV’sinde ise Cidade de Deus, I Am Legend ve yine bir Fernando Meirelles filmi olan Blindness var. Ama bir başrol daha var ki, o da filme adını veren o "kahrolası şehir" ve onun zalim, uyuşuk ve umarsız arka sokakları. İki erkek arasında kalmış bir kadından çok, bir kadın arasında almış iki erkeğin o şehrin sokakları gibi sefil olmuş dramı. Daha iyilerini görmüşüzdür muhakkak. Ama doğal ortamı Brezilya olunca konusu ne olursa olsun, herhangi bir dram bile maça iki sıfır önde başlıyor.

12 Ağustos 2008 Salı

Battle For Haditha (2007)



Yönetmen: Nick Broomfield
Oyuncular: Elliot Ruiz, Yasmine Hanani, Andrew McLaren, Matthew Knoll, Oliver Bytrus, Ali Adill Al-kaanan Desher, Duraid A. Ghaieb, Vernon Gaines
Senaryo: Nick Broomfield, Marc Hoeferlin, Anna Telford
Müzik: Nick Laird-Clowes

19 Kasım 2005'te Hadisa’da yol kenarına konulan bomba Amerikalı bir deniz piyadesinin ölümüne, ikisinin de ağır bir şekilde yaralanmasına sebep olur. İlerleyen saatlerde Iraklı erkek, kadın, çocuk 24 kişi, ölen arkadaşlarının intikamını almak isteyen piyadelerin hışmına uğrayarak hayatını kaybeder. Saygın İngiliz sinemacı Nick Bloomfield’in senaryosuna da katkıda bulunup yönettiği Battle For Haditha, artık işgal sonrası mantar misali türeyen Irak konulu yapımlardan hiçbir şekilde ayrılmayan, tek farkı gerçekten yaşanmış bu katliamın belgesele öykünen anlatım tarzı diyebileceğimiz bir film. 11 Eylül’den sonra Irak’ın her bir parçasında yaşanan buna benzer insanlık ayıbı olayların farkına varmamıza sebep olan bu tür filmleri takdir etsek de, işin sinema ve mesaj kısmına baktığımızda değişen bir şey görememek insanı üzüyor. Yavaş yavaş Irak savaşında yaşanan bu olayların politik sinema açısından bir maden olarak sömürülmeye başlandığı hissine kapılıyorsunuz.

Cihat peşindeki El Kaide, intikam peşindeki Amerikan deniz piyadeleri, arada ezilen masum siviller. Film bu üç köşeyi de süresi dahilinde ziyaret ediyor. Kara deliğe benzettikleri Irak’ta bulunma sebeplerini sorgulayan askerler, zorla El Kaide bombacısı durumuna düşürülen Irak vatandaşları film içinde yer yer öyle basit, herkesin zaten bildiği ve sloganvari cümleler kuruyorlar ki, filmin gerçekliğine yakışmayan bir sahtelik açıkça hissediliyor. Hani en basitinden “neden savaşıyoruz” diye soran ve sorduğuyla kalan askerler ile, “Saddam’ı zaten sevmezdim” diyen El Kaide maşası Iraklılar’ın vaziyetlerini farklı açılardan ele alamayan bir senaryo zaafı var. The Times tarafından “Irak’ın Apocalypse Now’ı” olarak reklamlanması da yenir yutulur cinsten değil. Yaşanan olayın trajikliği akla gelmese doya doya gülünecek bir benzetme. Tüm bunlara rağmen uyuz bir latin onbaşının, uğradıkları bombalı suikast sonrası arkadaşlarını galeyana getirmesi ve kadın çocuk önüne geleni indirmesi olayının uzun süre örtülmüş, üstelik askerlerin ancak 8 Mart 2006’da yargılanmış olmaları düşünülünce, bu gerçekleri geç de olsa ifşa eden bir filmi de yerden yere vurmak haksızlık gibi geliyor.

10 Ağustos 2008 Pazar

The Last King Of Scotland (2006)



Yönetmen: Kevin Macdonald
Oyuncular: Forest Whitaker, James McAvoy, Kerry Washington, Gillian Anderson, Simon McBurney, David Oyelowo
Senaryo: Giles Foden, Peter Morgan, Jeremy Brock
Müzik: Alex Heffes

İnsanlık tarihinin en kanlı diktatörlerinden olan İdi Amin Dada Oumee, Uganda’nın bir kabilesinden gelip uzun süre İngiliz sömürge ordusunda aktif görevler almış, girişkenliği ile subaylığa kadar yükselmiş bir adamdı. Bir dönem yakın arkadaş olduğu Uganda Devlet Başkanı Obote’nin ülke dışında olmasını fırsat bilip darbeyle yönetime el koydu. Kimilerine oldukça sempatik gelen kişiliği, aşırı milliyetçiliği, Uganda ağır siklet boks şampiyonu oluşu, beyaz iş adamlarını köle gibi kullanması, nükleer silah yanlısı tutum izlemesi gibi daha nice özelliği ile görev aldığı dönemde (1971-1979) tüm dünya kamuoyunu meşgul etmişti. Göreve geldikten bir yıl sonra Uganda’daki tüm Asyalıları sınırdışı etti. İsrail ile ilişkilerini koparıp Filistin’e yakınlaştı. 1976’da içinde İsrailli ve Yahudilerin bulunduğu bir Fransız yolcu uçağını kaçıran Filistin Kurtuluş Örgütü militanlarının Uganda’ya inmesine izin verdi. 1978’de Uganda Ulusal Kurtuluş Ordusu gerillalarının güçlü isyanlarına direnemediği için Uganda’dan kaçtı. Uzun süre ülkesine dönmeye çalıştıysa da başaramadığı gibi, Afrika ülkeleri arasında çeşitli krizlere de yol açtı. 2003 yılında sürgün olarak kaldığı Suudi Arabistan’da 78 yaşında öldü.

İdi Amin’in tüm bunlardan daha vahim özellikleri de vardı. Yönetimi boyunca 300.000 Ugandalı’nın, bir çok kabilenin, hatta hiç sevmediği fillerin katledilmesi, onu tarihin karanlık sayfalarına yerleştirdi. Öldürttüğü insanları timsahlara yem ettiğinden, hatta bazen kendisinin de yediğinden söz edilir. İskoçya ve İskoçları çok sevmesinin nedeni de İngiliz ordusunun İskoç birliklerinde savaşmış olması, İskoçların da kendisi gibi İngilizleri sevmemesinin yarattığı ortak paydadır. The Last King Of Scotland, idealist ve biraz da şımarık genç doktor Nicholas Garrigan’ın İdi Amin iktidarı sırasında kendi rızasıyla Uganda’ya gitmesini ve onunla tanıştıktan sonraki yükselişini, akabinde de düşüşünü öyküleyen İngiliz/Fransız/Alman ortak yapımı tarihi bir dram.



Forest Whitaker
2007’de En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ı kazandığı bu filmde İdi Amin’i canlandırıyor. Şu kötü karakterleri sevimli-sempatik gösterme meselesine bakmak lazım. Çünkü sinemaya uyarlanan biyografilerin zaman zaman içine düştükleri ciddi bir sıkıntıdır bu. Charles Manson, Adolf Hitler, Ted Bundy gibi tarihe kötülükleriyle damga vurmuş figürlerin günümüzde fanatik hayranları, web siteleri, fan clubları bile olduğunu düşünürsek, perdeye yansımış olan “sevimlilikleri” hakkında yapacağımız yorumlar onların sahne karizmasına uyarlanmış halleri ile bağdaşacağı gibi, bu insanlara hayran olanların ekmeğine yağ sürülmesi fikrini de akıllar getirebilir. “Zaten bu adama sempatim vardı. Bak filmde de ne güzel çıkmış.” Kötülükleri almış yürümüş bu insanları bize en başta birer resim olarak sunmuş sinemanın bunda ne ölçüde suçlu olduğu tartışılır. Etkisi olduğu doğrudur. Zaten çoğunun gerçek simalarında da sinematik unsurlar görmek mümkün. Bu unsurları sinematik görme sebebimiz de büyük ölçüde yapmış oldukları kötülüklerden kaynaklanıyor. Şöhret, kötü de olsa şöhrettir ne de olsa. Gerçek yüzleriyle sıradan bir karakter olarak yaşasalardı kim sevimli bulur, sempati duyardı?

Şöhretle, azınlıklarla, zenginlerle, sistemle sorunu olan veya tamamen psikopat gerekçelerle hareket eden sıradan bireylerin, bu figürlerde kendilerine ait özellikler bulmaları, sempati besleyip model olarak benimsemeleri, insanlıklarını köreltmeye kadar götürebiliyor. Çünkü zamanla onların işledikleri suçları ya da icraatlarını mazur, mantıklı, normal görecek bir düzeye gelmeye başlıyorlar. Kült mertebesine koydukları bu kötülerin eylemlerini daha da ileri giderek kendi hayatlarında pratiğe geçirmeye çalışıyorlar. İşte sinemanın buradaki fonksiyonu kimi zaman yönetmenin o karaktere bakışı veya izleyicinin o örnekleri ne ölçüde benimsemiş olduğu ile şekilleniyor. Şu an elimizde bulunan üç arızalı karakterden en tehlikelisi olan İdi Amin’i canlandırmak, dünya tatlısı Forest Whitaker’a düşünce ister istemez benzer ikilemlere düşüyoruz.

Forest Whitaker dört dörtlük bir oyuncu. Fiziken mümkün olmasa da oyunculuk disipliniyle bıraksanız Rudolf Nureyev’e bile hayat verebilir. İri cüssesi, cevval tonlaması, az ama öz saflığı ve Thom Yorke ile Hayko Cepkin’in de sahip olduğu göz kusurundan mülhem psikopat bakışlarıyla çok klas bir adam. Bastığı zemini titrettiğini hissettiren, etrafına kalın duvarlar örüp, isterse onları tekrar yıkabilen şahane bir karizması var. E şimdi siz İdi Amin rolünü bu adama verirseniz sonuçlarına katlanmanız lazım. Tamam Whitaker bu filmde İdi Amin’dir. Ama filmin kendisi size İdi Amin’i olduğu gibi gösterme sıkıntısı çekiyorsa ne kadar uğraşsanız da o psikopat bakışlarda İdi Amin’i değil, güzel insan Whitaker’ı görürsünüz. Eli kanlı bir diktatörü yeterince kötü sunamayan bir film ve yönetmen, sunumu Whitaker’a bıraktığında onun diktatörlüğü kişiliğinden bir adım geriden geliyor.

Başka bir açıdan bakarsak Forest Whitaker bu filmde biraz yardımcı oyuncu konumunda. Ana hikaye, şimdilerde yeni jenerasyonun kostümlü beyaz atlı prenslerinden yetenekli oyuncu James McAvoy’un canlandırdığı Nicholas Garrigan etrafında dönüyor. Her yeni mezun gibi idealist kıpırtılar içindeki Nicholas, istediği yerde doktorluk yapabilecek iken, dünya haritasını döndürüp rastgele parmağını koyduğu Uganda’da çalışmayı seçiyor. Darbeyle iktidara yeni gelmiş İdi Amin ile ilginç tanışmasının ardından girişken kişiliğiyle kendini ona sevdirip özel doktoru olmayı başarıyor. İdi Amin’e hayran bir insan evladının var olabileceğine inanmamız için ise ilk etapta Amin’in renkli kişiliği ile hemhal olmamız icap ediyor.



İşte Forest Whitaker’ın devleştiği, bize sevimli gelen yanlarıyla kolayca benimseyebildiğimiz İdi Amin bu oluyor. Sonradan gerçek yüzünü göstermesi gereken, ama filmin bize bir türlü tam manasıyla göstermeyi beceremediği canavar İdi Amin ile sadece finale doğru karşılaşır gibi oluyoruz. Bu da, sadece eşlerinden biri ile ilişkiye girmiş genç bir beyaz adamdan intikam almak isteyen, normal bir tepkiyi fazla kaçırmış İdi Amin oluyor. Belgesel ağırlıklı bir kariyeri bulunan İskoç yönetmen Kevin Macdonald, ne hikmetse Whitaker hariç oldukça etkisiz bir film yönetmiş. Bunda Giles Foden’in romanının ne denli sert ve etkili olduğunun da etkisi vardır muhtemelen. Macdonald doğrudan ustası olduğu belgesel türünde İdi Amin’i ele alabilirdi diye düşünmek de olası. Belki de usta sinemacı Barbet Schroeder’in 1974 yapımı Général Idi Amin Dada: Autoportrait isimli belgeselinin varlığından çekinmiştir. Esasen İdi Amin’i tanımak için bu belgeseli izlemek The Last King Of Scotland’dan daha doyurucu olacaktır kanaatindeyim. Fakat popüler, hele de Oscar ile adını duyurmuş bir dramın, bir belgesele oranla geniş kitlelere ulaşması çok daha kolay. Yine de bazı belgesellerin yerini bu şekildeki kurmaca dramlar hiç mi hiç tutmuyor. Şu an aklıma Michael Moore’un Bowling For Columbine belgeseli geldi. Bu olaydan esinlenerek bir sürü okul baskını filmi yapıldı ama bence hiçbiri bu belgeselin yanına bile yaklaşamadı. Milyonlarca arşiv görüntüsü, maç kaydı, olağanüstü espirileri varken Muhammed Ali’yi niye Will Smith olarak izleyeyim ki!



The Last King Of Scotland
toplamda izleyen bünyelere ne kadar iyi geldiyse bunun yarıdan fazlasını Whitaker’ın oyununa borçlu. Hoş Afrika ezgileri, zinde tutmaya çalıştığı gerilimli temposu, nerede nasıl görüntü alacağını bilen kamerası –ki orada da Anthony Dod Mantle (Bkz. 28 Days Later, Millions, Dear Wendy, Dogville, Manderlay ve yeni Lars von Trier filmi Antichrist) filmi izlenir kılan diğer özellikler. Gillian Anderson’ı da konu mankeni olarak kullanmak filme pek gitmemiş açıkçası. Tekrar gibi olacak ama öyle bir Forest Whitaker var ki, yanına kimi koyarsanız koyun, koyun gibi kalacaktır. Gerçek İdi Amin de öyle değil miydi?

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Lions For Lambs (2007)


Yönetmen: Robert Redford
Oyuncular: Robert Redford, Meryl Streep, Tom Cruise, Michael Peña, Andrew Garfield, Derek Luke, Peter Berg
Senaryo: Matthew Michael Carnahan
Müzik: Mark Isham

Lions For Lambs, aynı bir saatlik dilim içinde üç kritik noktada cereyan eden politik bir yapım. Amerika’nın son zamanlarda iyice ivme kazanan günah çıkarma triplerinden birisi. Gerçekten bu üç noktanın hakkını vermeye çalışan bir özeleştiri yoğunluğunu yaşatmayı başarıyor. Üniversitedeki bir siyaset bilimleri profesörü ile öğrencisi, yükselişteki bir senatör ile tecrübeli bir gazeteci arasındaki görüşmeye tanık olduğumuz bu bir saatin içine, sırf yüksek miktardaki harç paralarını ödeyebilmek için orduya yazılan ve Afganistan’ın en yüksek tepelerinden birinde kaza sonucu mahsur kalan iki Amerikan gencinin dramını da yedirmiş.

İlk olarak Tom Cruise’ün canlandırdığı senatör ile Meryl Streep’in oynadığı Janine Roth isimli tecrübeli, idealist ve lafını esirgemeyen gazetecinin randevusundan başlayalım. Tam bir düello şeklinde geçen bu görüşmede dile getirilenler, her ne kadar Amerika’nın Ortadoğu ve özellikle filmde ön plana konan Afganistan politikası hakkında yeterli bilgiye sahip insanlara yeni şeyler söylemese de, bunların bir Hollywood yapımında içtenlikle dile getirilmesi de bir olgunluk örneği. Roth ne kadar doğru ve iğneleyici sorular soruyorsa, senatör Irving de o kadar hazırlıklı görünüyor. Ama George Bush ve diğer önemli politikacılarla samimi pozları olan fotoğrafları ofisinin duvarında asılı olan, Afganistan operasyonlarından sorumlu senatör, Roth’un onu köşeye sıkıştırdığı anlarda “yapacağım, düzelteceğim, bunun için buradayım” nutuklarından da geri kalmıyor. Savaştaki Hummer’lar 3 sene zırhsız oluşuna ya da başkanın neden bu savaşta uçak ve denizatlılara (!) milyarlar harcadığına verdiği cevaplar da bu yönde.


Taliban’ı fazla küçümsediklerini, tarihin en kötü istihbaratına sahip olduklarını (ki bu durum şu sıralar bizim de onlarla istihbarat ilişkisi içinde olduğumuz düşünüldüğünde daha bir garip), hiçbir savaşta fiilen görev almamış karar verenler olduğunu ve kötü halkla ilişkilere sahip olduklarını itiraf eden senatör, kendisiyle birlikte yeni bir sayfanın açılacağı propagandasını yapıyor. Fakat karşısındaki dişli gazeteci Roth’un soru-eleştiri karışımı yaklaşımının cevapsız kaldığı anlar da mevcut. Mesela senatör isabetli askeri operasyonlarla terörü engellemek yönünde “ilk” adım atacaklarını söylediğinde 6 yıldır ne yaptıklarını söylediği, hele de 5 yıldan kısa süren İkinci Dünya Savaşı’nı örnek gösterdiği, ya da “Suudi Krallarına milyarlar yollarken nasıl demokrasi vaazı verirsiniz, demokrasiye en uzak insanlar onlar” suçlaması bu anlara birkaç örnek. Fakat Roth, ya barışçıl bir çözümden ümidini yitirmiş olmasından, ya da senatörün savaş diline kendini fazlasıyla kaptırdığından mıdır, “neden 150.000 askeri bize saldırmayan bir ülkeye, onda birini ise saldırana gönderiyoruz?” diye bir cümle de kuruyor. Artık hangi ülkeye ne kadar asker gönderdiğiniz sorusu, o askerleri neden gönderiyorsunuz sorusunun önüne geçmeye başlamış bir vaziyette.

Senatör az da olsa köşeye sıkıştığını hissettiği an, idealist bir gazeteci olarak kendisini o saat içinde köşeye sıkıştıran Roth’un hizmet ettiği basın ile aynı saflarda yer aldığına dair acı gerçekleri dillendiriyor. Bir senatör ve bir gazeteci kılavuzluğunda, gerek basının gerekse hükümetin savaşan adamları tehlikeye attıklarını, hükümetin kendi hatalarını kabul etmeye başladığını, ama nedense basının bunu kabul etmeye yanaşmadığı tokatını patlatıyor. Poitikacıların basını, halkı askere çağıran bir celp olarak görmeleri de son derece manidar. “Bedeli ne olursa olsun” ile başlayan terörü bitirme yönündeki askeri müdahalelerin içinde, o bedelin ağır sonuçlarını ne kadar umursadıklarını da zaten filmin sonunda o kötü istihbarat yüzünden kapana kısılan iki askerin başına gelenler vurguluyor. Görüşme sonrası Roth’un patronuyla girdiği tartışma sonrası görevi bırakması ise, inandırıcılığı fevkalade şüpheli vicdan hususuna bir başka kabak tadı daha ekliyor.



Bu görüşme ile aynı saat içinde bu kez Robert Redford’un canlandırdığı siyasal bilimler profesörü Stephen Malley ile, eften püften sebeplerle derslerini askıya almış parlak politika öğrencisi Todd Hayes arasındaki görüşmeye tanık oluyoruz. Görüşmenin amacı Malley’nin böyle bir öğrenciyi kaybetmek istememesi ve onu siyaseten daha aktif hale getirme yönünde cesaretlendirme gayreti. Tabi karşısındaki öğrencinin son derece zeki, fakat ümidini yitirmeye başlamış, duyarsızlaşmış, üstelik bastırılmış bir kızgınlığı içinde taşıyan bir yapıda olması da yine bu tartışmayı zevkli hale getiriyor. Birbirlerinin varlık sebeplerini, konumlarını, ideallerini cesurca sorgulayan bu ikili, ülkenin genel savaş politikasını üniversitelerin politika bölümlerine yansımış haliyle tartışmak yanında, talihsiz biçimde askere alınıp Afganistan’ın göbeğine yollanan iki üniversite öğrencisi Ernest ve Arian’ın durumunu da masaya yatırıyorlar.

Biri siyah, diğeri latin kökenli bu iki öğrencinin bir münazara sırasında okul harcı için askere çağırıldıkları anda gitme sözü vermelerinin ardından, dönem ortasında askere alınmalarını, bir operasyon sırasında da Taliban’ın ortasında kalarak hayatta kalma mücadelelerini izlediğimiz filmin üçüncü halkası tamamlanıyor. Amerika’nın etnik azınlıkları kendi mahallelerinde yok yere adam öldürüp, yok yere öleceklerine orduya katılıp düşmanı öldürsün ya da vatanı için ölsün fikri, ordu politikasına sağlam bir eleştiri niteliğinde. Savaş için ilk gönüllü olanların, Amerika’nın iyi davranmadıkları da artık bilinen bir gerçek. Onların ölüm haberlerini bir paparazzi programı sırasında alttan akmakta olan bir altyazı ile öğreniyorsunuz. Aslan ve kuzu benzetmesi burada kendini gösteriyor. Savaştan anlamayan aslanların, cehennemin göbeğine yolladığı kuzular.



Lions For Lambs, tüm söylediği doğrulara, karakterlerin konuşan birer kafadan ibaret olmadığı gerçekliğine rağmen bunları sadece konuştuğuyla kalıyor. Ne yapabilirdi derseniz, sinemanın yapabileceklerini hatırlatırım. “Evet biz hata yaptık, yapmaya da devam ediyoruz” diye basından, politikadan, ordudan, üniversiteden mesajlar yollayan bir filmin daha fazla alternatif çözümlerle masaya oturmasını beklerdik. Öbür türlü “sağ” elinizle “sol” kulağınızı göstermekten öteye gitmiyorsunuz.