İtiraf edeyim, hiç bu filmin havasında değildim. Ama artık aradan çıkarma vakti geldi diyerek biraz ite kaka bir seyir oldu. Tabi hal böyle olunca hiç beğenmedim. Fakat acaba farklı bir yer, zaman ve ruh haliyle izlesem nasıl olurdu diye düşününce de değişen birşey olmayacağı kanaatine vardım. Bir kere bence filmin en birinci amacı zalimce klostrofobi yaratmak olmalıydı. Hatta böyle bir film, nefes alacak fırsat bile tanımadan bizi bulunduğumuz odaya kilitlemeliydi. Ama o ne yaptı, zavallı Cusack'ı duvardan duvara vurdu, dargın babasıyla avantadan bir yüzleştirme yaşattı, karşı pencere sahnesi haricinde yaratıcılıktan yoksun halüsinasyon bilmem nelerine sardırdı. Güya izleyiciyi ters köşeye yatıran alternatif bir finalle de perdeyi kapattı. Cusack ile hiç sorunum yok, tam tersi kendisini çok severim. Aldığı her başrolün altından rahatlıkla kalkan katıksız bir oyuncu. Burada da altından kalkıyor. Ama böylesi bir filmin altına girerken görmek istemezdim kendisini. Samuel L. Jackson'u da zaten burada olduğu gibi geçerken uğradığı filmlerden ziyade, şöyle adam gibi başrollerde daha çok seviyorum. İsveçli Mikael Håfström şahsiyetinin 2. Hollywood seferi yine milyonlarca özelliksiz filmin arasında yerini alacak. Aklıma o güzelim Ondskan geliyor, iyice deli oluyorum! Bazı bülbülleri altın kafese koyuyorsun da ne oluyor?
30 Aralık 2007 Pazar
1408 (2007)
İtiraf edeyim, hiç bu filmin havasında değildim. Ama artık aradan çıkarma vakti geldi diyerek biraz ite kaka bir seyir oldu. Tabi hal böyle olunca hiç beğenmedim. Fakat acaba farklı bir yer, zaman ve ruh haliyle izlesem nasıl olurdu diye düşününce de değişen birşey olmayacağı kanaatine vardım. Bir kere bence filmin en birinci amacı zalimce klostrofobi yaratmak olmalıydı. Hatta böyle bir film, nefes alacak fırsat bile tanımadan bizi bulunduğumuz odaya kilitlemeliydi. Ama o ne yaptı, zavallı Cusack'ı duvardan duvara vurdu, dargın babasıyla avantadan bir yüzleştirme yaşattı, karşı pencere sahnesi haricinde yaratıcılıktan yoksun halüsinasyon bilmem nelerine sardırdı. Güya izleyiciyi ters köşeye yatıran alternatif bir finalle de perdeyi kapattı. Cusack ile hiç sorunum yok, tam tersi kendisini çok severim. Aldığı her başrolün altından rahatlıkla kalkan katıksız bir oyuncu. Burada da altından kalkıyor. Ama böylesi bir filmin altına girerken görmek istemezdim kendisini. Samuel L. Jackson'u da zaten burada olduğu gibi geçerken uğradığı filmlerden ziyade, şöyle adam gibi başrollerde daha çok seviyorum. İsveçli Mikael Håfström şahsiyetinin 2. Hollywood seferi yine milyonlarca özelliksiz filmin arasında yerini alacak. Aklıma o güzelim Ondskan geliyor, iyice deli oluyorum! Bazı bülbülleri altın kafese koyuyorsun da ne oluyor?
28 Aralık 2007 Cuma
Meninas (2006)
Meninas, çocuk anne diye tabir edilen 13 yaş ve üzeri kızların, muhtemelen bu kavramın kaynağı olan Brezilya varoşlarında filme alınan dramı üzerine 70 dakikalık bir belgesel. Akıl almaz hayatların yaşandığı bu varoşlara bu kez çocuk yaşta hamile kalan kızlar yönünden bakan, bu kızlardan üç dört tanesini numune alarak onların hikayelerini doğumlarına kadar belgelemeye çalışan film, gerçekliği ile tüyleri diken diken ediyor. Bir baltaya sap olamamış, oraya buraya tohum saçan cahil serserilerin kurbanı olmuş bu cahil kızların dramına numunelerle olsa da dikkat çeken bir film olmuş.. Doğuracağı bebekleri oyuncak sanan, doğurduktan sonra da pişmanlıkları her yerlerinden okunan bu kızlar, hatta aynı gençten hamile kalan ana-kız gibi sapkınlığı bile normallemiş anne adayları artık ahlak, sorumluluk, inanç, güven ve daha nice insani kavramın uğramadığı bu varoşların tek kurbanı değil elbette. Fakat çok çarpıcı olsa da, sadece gerçekleri filme alarak iyi belgesel çekmiş olmuyorsunuz. İşin teknik kısmı çok dağınık. City Of God başyapıtı bile bir senaryo olmasına rağmen bundan çok daha iyi bir belgesel aslında. City Of God mertebesinde bir yapım beklediğim komikliğinden değil, Meninas'ın çok yetersiz bir belgesel altyapısı olduğundan bahsetmekteyim. Bir anlatıcı, istatistiki bazı bilgiler, uzman görüşü olmadan da çok iyi belgeseller çekiliyor pekala. Ama böylesi bir konu için fazla başıboş geldi bana.
27 Aralık 2007 Perşembe
The Band’s Visit (2007)
Akraba sayılabilecek Selamsız Bandosu ve İtalyan yapımı Mediterraneo’dan izler taşıyan The Band’s Visit, küçük kasabaları dekor alan, küçük hayatları perdeye taşıyan küçük filmlerden biri.. Pozitif manada kullanılan bu küçüklüğün içinde sadelik, doğallık, sıcaklık, huzur ve tebessüm var. Selamsız Bandosu, Beynelmilel, Brassed Off gibi bando merkezli filmlerin traji-komik samimiyetini taşımasına karşın, bu filmlerin hamurundaki politik taşlama ve sistem eleştirisi özelliklerinden farklı olarak hiçbir siyasi misyon taşımayıp, sadece bu filmlerin duygusal temaslarına sahip bir film. The Band’s Visit, zevkler ve renkler doğrultusunda sıkıcı veya tam tersi insanı sarıp sarmalayan bir şirinlik olarak bulunabilir. Aslında her iki türlü de amacına ulaşmış sayılır. En azından, büyük şehrin imkanlarından yoksun, bunaltıcı bir rutini olan, gidilecek yeri, yapılacak doğru dürüst bir sosyal faaliyeti bulunmayan, bu sayede sıkışmışlık sıkıntısı yaratan, ama yine de birilerinin sığındığı bir liman, bir yuva potansiyelini muhafaza eden kasaba yaşantısına yabancı olmayanların bazı hislerine tercüman olabilir. Orada bir gün için de olsa zoraki ikamet etmek durumunda kalan orkestranın bu küçük kasabadan, kasabanın birkaç sakininin de onlardan öğreneceği az ama öz şeylere o kadar da yabancı olmadığımızı farkedebiliriz.
Bu noktada tekrar dönmemiz gereken genç trompetçi Haled ise ekolü olan, zamanında “bir kadın için yapamayacağım tek şey, kadın olmaktır” diyen, loş dumanaltı caz kulüplerinin kalbi kırık trompet ustası Chet Baker’ın izini sürüyor adeta. Tawfiq’in saygı anlayışına karşın Haled’in zaaflarını ise saygısızlık olarak yorumlamamak gerek. Aynı şekilde Simon’un bitmemiş senfonisi de biraz önce sözünü ettiğimiz yarım kalmışlık duygusunun altını çok güzel çiziyor. Bitmediğini, yarım kaldığını, devamının geleceğini düşündüğümüz bir güzelliğin belki de sonunda olduğumuz ihtimali kadar kederli bir bakış açısı bu. Veya belki tam da o yarısı dediğimiz yerde durmak, onu bir son olarak görmek, öyle kabul etmek. İşte The Band’s Visit böyle bir film.
25 Aralık 2007 Salı
Ocean's Thirteen (2007)
Yönetmen: Steven Soderbergh
Oyuncular: George Clooney, Brad Pitt, Matt Damon, Elliott Gould, Al Pacino, Don Cheadle, Andy Garcia, Ellen Barkin, Shaobo Qin, Casey Affleck, Scott Caan, Bernie Mac, David Paymer, Vincent Cassel
Senaryo: Brian Koppelman, David Levien
Müzik: David Holmes
Tadında bırakmak, birgün dönüp tekrar tatmak isteyeceğimiz şeyden yine aynı tadı almamız demekse, tadına doyulmaz bir duygu olsa gerek. Tadında bırakma mevzuna Hollywood'un beyninin bir kısmına (daha dürüst ve yaratıcı kısımları tenzih ederek) hiç kafa yormamasına bu saatten sonra şaşıracak halimiz yok. Zira tadını çıkarmak ile b.kunu çıkarmak arasındaki ayırımı yapamayacak kadar gerizekalı bir anlayıştan bahsediyoruz. Ocean's 11 diye güzel de bir remake yapmışsın, daha bunda 12, 13 diye neden ısrar edersin ki? Steven Soderbergh'in sinema kişiliğinden ödünler verip cebini dolduruyor olmasını, "biz çok iyi dostuz, hep beraber eğleniyoruz" mantığına büründürmesi kadar sahtekarca bir tavıra şahsen karnım tok. Buna rağmen 13'ü de izledim. Soderbergh bu sefer suç ortakları arasına Al Pacino'yu da eklemiş. Zaten o da böyle bir filme tencere-kapak uyumu sağlamakta sorun yaşamamış ki, makyajdan yüzü gözü, mimiği gözükmeyen bir Pacino izleme şansını bize bahşetmiş. B sınıfı filmlerin bile artık dönüp bakmadığı türden bir intikam temasını karmaşık ve mantıksız soygun detaylarıyla süsleyip gişe canavarlarına sunan boşa masraf bir film işte.. Uykum gelmese sabaha kadar giydiririm, ama değmez. Soderbergh'in yönetmen olarak sadece Out Of Sight'ını ve bir de prodüktör tarafını çok severim. Gerisinin bana hiçbirşey ifade etmediğini gururla söylememi sağlayan bir film Ocean's 13.. 14'de gelir yakında. Birisi de çıkıp, dünyayı bu seriden kurtarmaya soyunmuş bir süper kahraman yaratsa ne güzel izlenir hani..
23 Aralık 2007 Pazar
Secret Sunshine (Milyang) (2007)
Küçük oğlu Jun ile, ölen kocasının memleketi olan Miryang’a taşınmaya karar veren piyano öğretmeni Shin-ae, yol sırasında bozulan arabasını tamir için gelen servis görevlisi Jong Chan ile tanışır. Shin-ae, Çince'de anlamı "Gizli Güneş Işığı" anlamına gelen Miryang’dan bir arsa almak, orada bir müzik okulu açarak temelli yerleşmek istemektedir. Yaşadığı çevrede birikmiş parası olduğu duyulduktan kısa bir süre sonra oğlu Jun fidye için kaçırılır. Fidyeyi ödemesine rağmen oğlunu kurtaramayan Shin-ae’nin zaten var olan inanç bunalımı iyice artar ve hayatta neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veremeyecek trajik bir döngüye hapsolur.
Yönetmen Chang-dong Lee, katmanlı karakterleri kanlı canlı hale getirmesini bilen, o karakterleri çıkışı olmayan dehlizlere hapsetmeyi seven ve onları bir deney faresini izler gibi izleyen seyircilerin vicdan akustiklerinde ses denemeleri yapan usta bir sinemacı. Bu söylemiş olduklarımı pekçok sinemacı da yapıyor. Lee’nin sinema matematiğinin formüllerine yaptığı birtakım katkılar ve kendi yazdığı senaryolar üzerindeki hakimiyeti, kendine has bir üslubu da beraberinde getiriyor. Belli bir üslup sahibi sinemacıların eserleri, ötekilere nazaran daha çarpıcı, daha kalıcı oluyor. Lee’nin en belirgin özelliklerinden biri karakter işleme titizliği.. Fakat bununla yetinmeyip o karaktere hazırladığı doğal ortama da aynı titizlikle yaklaşıyor. Önce o baş karakterin belli bir dönemi üzerinde yoğunlaşıyor, sonra diğer evreleri daha da yoğunlaştırarak birbirine ekliyor. Peppermint Candy’deki Yongho ile Shin-ae arasındaki benzerlikler de bununla ilgili.
Shin-ae’ye yakınlık bakımından Lars Von Trier filmi Breaking The Waves’de Emily Watson’un canlandırdığı Bess McNeill’den de söz etmek isterim. Shin-ae’nin tüm devrelerini yakan son kırılma noktası ile girdiği son evre, Bess’in Tanrı ile olan konuşmalarının ardından yaptığı dengesizlikler evresini anımsatmıyor değil. Bess’in sorgusuz sualsiz itaatlerinin sebep oldukları ile, Shin-ae’nin sorgusuz sualsiz itaatlerinin sebep oldukları arasında sadece göreceli hasar farkı var. Secret Sunhine, Peppermint Candy, Takva, Breaking The Waves gibi filmler, hedeflerini ana karakterlerinin önünden arkasından, profilinden görmeye çalışan filmler. Ama kimin bunu başardığı, kimin denediği, kimin hiç üzerine kafa yormadığı yorumları bizlere kalıyor.
Secret Sunshine’ın eleştirel bakışı çok güçlü. Ama sırf eleştirel olayım meraklısı değil. Zaten doğal akışı gereği Tanrı-din- Hristiyanlık üzerine söyledikleri olsun, bu söylemlere sebep olan hüzünlü-isyankar dokusu olsun bu eleştirel tavır esnasında yapmacık olması mümkün değil. Lafı ve olayları dağıtmadan, oldukça çiğ eleştiriler yapıyor. Shin-ae’nin Tanrı’ya ve dinine inanma sıkıntısı hem aynı sıkıntıyı çeken, hem de inancı sağlam izleyici profili için de dengeli denebilir. Fakat yine devreye giren o doğal akış, filmin her iki tarafı birbiriyle uzlaştırmak için göstermelik bir denge tutturmaya çalıştığını düşündürmüyor. Kısaca Secret Sunshine, bu iki kesimi birden memnun etme veya orta yolu bulma misyonu üstlenmiyor. Septik bir film. Karşı görüşe karşı kuşandığı silahlar ve saldırı planı elbette rahatsız edecektir. Bunu rahatsız etmeden yapmaya çalışan munis örneklerin çoğunluğu acımasız biçimde sıkıcıdır. Kah taraflardan birine körü körüne bağlı, kah orta yolu bulma uğruna herkese kucak açtığını sanan ezik örneklerdir. Secret Sunshine’ın bir orta yolu varsa bile, olması gereken diye bir şeyi başımıza kakmayıp, olanı saf haliyle yansıttığı için sorgu gücü zarar görmüyor.
Dinlerin varoluşlarından beri şüphe hep olmuştur. Bize doğruluğu söylenenler, öğretilenler ile bizim günlük yaşamda karşılaştıklarımızın örtüşmemesi, öteki alem hakkındaki tasvirlerin çelişkili hali, haksızlıkların ve kötülüklerin açtığı yaralara karşı somut çözümlerin getirileceği tesellisinin dayanakları, dilek ve duaların adaletsizliklere karşı gösterilmesi gereken haklı tepkileri/isyanları budaması gibi nedenler, bireylerde inanç problemleri yaratmıştır. Maneviyat gerçek bir ihtiyaç. Fakat farklı dinlerin varoluşu ve bunların yarattığı söylem kargaşası, teoride ve pratikte birlik olmaması insanların bu dinlere ve Tanrı’ya duyulan şüpheyi de beraberinde getirebilmiştir. Çeşitli inanç tavırları ortaya çıkmıştır. Mensubu olduğu dinin tüm gereklerini kayıtsız şartsız benimseyen, ama bunu yaparken kendi dininin dışındakilere gösterilecek hoşgörüyü kapının dışında bırakan, Tanrı’nın sözleri kisvesi altında kendi yobazlıklarını dine alet edip din kuralları diye yutturmaya çalışan, Tanrı’nın varlığına inandığı halde dinlere inanmayan veya ne Tanrı, ne de dinlerle alakası olmadığı halde maske takanlar buna örnektir.
Secret Sunshine’ın affetmek-affedilmek ile de çok derdi var. Dinlerde yeri olan “kötülüğe hoşgörü”, “kötülüğe iyilikle cevap verme”, “sana yapılan kötülüğü bağışlama”, “öteki yanağı çevirme” ne kadar ulvi bir kapsama alanına sahipse de o kötülüğün boyutları hakkında her zaman hazırlıklı olunmuyor. Affetmek her durumda bu kadar kolay oluyor mu? Çünkü “her durum” söz konusu. Belli durumlarda affedin, bazılarında affetmeseniz de olur gibi bir durum yok. Shin-ae, oğlunu kaybettikten sonra en büyük acıyı, tırnakları yediren bir yüzleşmenin ardından tekrar yaşıyor. Yapılan bir kötülüğü biz affediyoruz diyelim, ama bir yandan onu affetmeyecek, cezalandıracak birinin de olmasını arzu ediyoruz. Hele Tanrı’nın o kötülüğü bağışlamasını ne derece hazmediyoruz? Tanrı’nın bağışlayıcı olması kadar, yapılan her kötülüğün bağışlanma kapısının da açık olmasını Shin-ae’nin karşılayış şekli için ne söylenebilir?
Son olarak filmin incisi Do-yeon Jeon’dan söz edelim. Asyalı suretlerin birbirinden farklarını güç anlamamız, farklı bir ırkın gözünden bakmamızla veya onları oyuncu olarak çok farklı projelerde, sıkça izlemeyişimizle ilişkili belki de. Ama bir kez benimsediğimiz Uzakdoğulu bir oyuncuyu da kolay kolay unutmuyoruz. Kocasını, oğlunu, inancını ve nihayet kendisini kaybetmiş Shin-ae’nin depresif, mutlu, telaşlı, huzurlu, kederli anlarını, geçirdiği üç değişik evreyi canlandırmak, bu hisler üzerine rol yapmak her oyuncunun eline geçen bir fırsat, her oyuncunun üstesinden gelebileceği bir kolaylık değildir. Şimdi oturup sayamayacağımız kadar fazla Güney Kore yapımında rol almış 34 yaşındaki Do-yeon Jeon, Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü de aldığı performansıyla doğallığın zirvesinde. İddiasız duru güzelliği bize Shin-ae’nin paramparça olmuş ruhuyla bir bütün halinde yansıyor. Zaman zaman dehşet verici bir doğallıktan bahsediyorum.
Shin-ae’ye ümitsizce aşık oto tamircisi rolüyle Güney Kore’nin en güçlü aktörlerinden Kang-ho Song’un saf, sadık ve komik tiplemesi de ayrı bir renk. Onun Shin-ae’yi gerçekte ne amaçla istediğini anlatan çok da güzel bir sahnesi var. Bu uzunca yazı, Secret Sunshine’ı tam olarak anlatmıyor. Çünkü filmden alınacak şeyler aynı olsa da, yorumlar farklı olacaktır. Herkesin inancı, günahı, sevabı, ibadeti kendine ait. Kutsal kabul ettiğimiz değerlerimiz için yaşıyoruz. Ama bazı insanlar için din kavramı ve onun insanoğlu tarafından değiştirilmiş, katılaştırılmış kuralları hala tartışılıyor. Filmin kimi yorumları hoşunuza gitmeyebilir. Fakat ortada duran şeyi bir sinema eseri, onun yapmak istediğini de banal bir propaganda olarak algılamaz isek, Secret Sunshine’ın son yılların en eleştirel filmlerinden biri olduğu konusunda hemfikir oluruz.
19 Aralık 2007 Çarşamba
A Mighty Heart (2007)
14 Aralık 2007 Cuma
Stranger Than Fiction (2006)
Harold’un öleceğini daha filmin başlarında öğrenmiş olmamız, filmin geri kalanına zarar vermek şöyle dursun, farklı karakterlerin de dahil olması durumunu beraberinde getirmesiyle, son derece düzeyli bir fantastik komedi ile sahici bir dramın karışımını yudumluyoruz. Hem daha Harold’un öleceği de kesin değil. Öleceğini öğrendiği andan itibaren Harold’un kendi yaratıcısının peşine düşmesi, bu süreçte Eiffel’i bir yazar olarak çok iyi analiz etmiş olan üniversite profesörü Jules Hilbert (Dustin Hoffman) ile buluşması, vergi cezası kesmek için uğradığı pasta dükkanını işleten deli dolu, asi ve idealist Ana Pascal (Maggie Gyllenhaal) ile tanışması da gerçekleşiyor. Hikayenin diğer tarafında ise, yazarların çektiği kabızlığa karşı yayımcı şirketlerin görevlendirdiği kontrol görevlilerinden birinden Eiffel da nasibini alıyor. O da Penny (Queen Latifah) ki filmde ona da gereksinim var. Çünkü Eiffel’in yazma sıkıntısının nedenlerini izleyici ile paylaşabilmesi arasında bir köprü lazım. Kısaca senarist Zach Helm, filmin karakterlerini laf olsun diye tasarlamamış.
Will Ferrell’in tarzının dışına çıkmasının meyvesi çok lezzetli. Onun gibi her tarafı oynayan bir komedyenin böylesi oturaklı bir karaktere olan uyumu, Reign Over Me’deki Adam Sandler eksikliklerini hiç mi hiç hissettirmiyor. Bunda yönetmen Marc Forster’in etkisi ne derece etkilidir bilemiyorum ama filmin bütününü ele alırsak, özellikle Stay’den sonra kendisine fazlaca bel bağladığım Forster’ın bir sonraki filminde bu kadar iyi olmasını da beklemiyordum. Yine fantastik bir hikayeyi, bu kez dozajı kontrollü bir komedi ile perdeye yansıtma becerisi sayesinde bir kat daha devleşiyor.
Hudutsuz bir hayalgücünün, yaratıcılığın, fantazinin hudutlarını kendi mütevazi gramerleriyle çizen, gerçek olamayacak öykülerinden insana dair gerçeklikler elde etmeyi başaran yapımlar bunlar. Üstelik hikayesiyle, hudutlarıyla sapına kadar gerçek anlatımlara sahip filmlerin başarılı olabildiği kadar hem de.. Hayatı boyunca bir TV dizisi kahramanı olduğundan habersiz yaşayan, bir sabah uyandığında her gün aynı günü yaşamak zorunda kalan, eski sevgilisini unutmak için tüm hafızasını sildiren, hayranı olduğu sanatçının beynine giden bir yolu keşfeden veya Harold gibi bir gün kendisinin aslında yazar tıkanıklığı içinde olan bir yazarın baş roman kahramanı olduğunu fark eden bireylere dair anlattıkları şeyler, yaşadığımız hayatın anlamına yapılacak en sıkı vurgular olmalı. Bu filmler 21. yüzyıla uzandığımız günlerin sinema şaheserleri kabul edilmeli. Çünkü günümüz kirliliğinde buna benzer yaratıcı fikirlerin sinemaya aktarılması, bırakın aktarılmasını, o fikirlerin ortaya çıkması bile o kadar zor ki.. Son derece hassas bir denge tutturulması da şart.
12 Aralık 2007 Çarşamba
Evening (2007)
10 Aralık 2007 Pazartesi
Sleeping Dogs Lie (2006)
7 Aralık 2007 Cuma
The Full Monty (1997)
The Full Monty, ak komedi-kara komedi gibi nitelemelerin her ikisinden de biraz nasibini alan eğlenceli ve eleştirel bir yapım. Açılış sizi yanıltmasın. Filmin iyi oturabilmesi için çok da güzel bir Sheffield tanıtımı bizi karşılıyor. O girişte bulunmayan bazı bilgileri de biz verelim. Çünkü bu da bizim yazının iyi oturmasını sağlayacak! İngiltere’nin orta kesiminde yer alan Sheffield, çeliği, bıçak çeşitleri, tarihin ilk futbol kulübü olan Sheffield FC’si ve Pulp grubu ile ünlüdür. Aynı zamanda The Full Monty’nin geçtiği yer olan Sheffield, 1979-1990 arası hüküm sürmüş Margaret Thatcher hükümetinin liberal özelleştirmeleri sonucu allak bullak olmuş ekonomisinin yaraladığı yerlerden sadece biri. (Yine bir Sheffield’li olan Bruce Dickinson’un Iron Maiden isminde Thatcher’dan esinlendiği söylenir.) Diğer şehirlerde olduğu gibi bu bunalım ortamı sonucu Sheffield halkı günlerini boş çelik fabrikalarında, sokaklarda, işçi bulma kurumlarında, işsizlik maaşı kuyruklarında veya striptiz kulüplerinde geçirmekteydi..
İşte o kapanmış fabrikaların birinde satacak bir şeyler arayan Gaz (Robert Carlyle), oğlu Nathan ve kankası Dave (Mark Addy), şehirde bir klüpteki erkek striptiz grubunun geldiğini duyan kadınların klübe akın ettiklerini görünce merak edip gizlice içeri girerler. Gördükleri manzara karşısında, işsiz güçsüz hayatından bunalan Gaz’ın aklına buna benzer bir grup kurma fikri iyice yatar. Kuracağı grubun da yine işsizlerden oluşması kaçınılmazdır. Boşandığı eşinden oğlunun velayetini alabilmesi için paraya ihtiyacı olan Gaz ve striptiz gösterisine giden eşiyle ilişkisinde kendine güven sorunları yaşayan Dave’in yanında, aylar boyu eşini bir işte çalıştığını söyleyerek kandıran Gerald (Tom Wilkinson), saftirik gece bekçisi Lomper (Steve Huison) ve bu ekipten oluşan jürinin seçtiği Horse (Paul Barber) ve Guy (Hugo Speer) ile dans ekibi tamamlanır. Ortak noktaları işsizlik olan bu kaybedenlerin artık başka bir ortak paydaları olmuştur. Dans!. Ama biraz edepsiz olanından.. Bu karakterlerin bahsedilen dramatik yönlerine paralel ilerleyen dans misyonları, filme komedi-dram arasında çok dozunda bir denge sağlamış. Nefis hazırcevaplıklar ve çok komik sahneler mevcut. Zaten striptiz yapmaya soyunan kilolu, kıllı, çelimsiz, yaşlı başlı adamlar zaten hazır malzeme.
İngiliz sinemasının ele aldığı sancılı konuların birçoğunun, ekonomik yaptırımların ve başarısızlıkların bireylere ve sosyal yaşamlarına dayattığı güçlüklerden kaynaklanması boşuna değil. Şimdi bu kaynaktan beslenen başka ülke sineması yok mu? Elbet var, ancak İngiliz milleti özellikle Thatcher sonrası fena halde abandone olmuş bir vaziyette kraliyet soyunun vurdumduymazlığı, IRA, ecstasy, futbol fanatizmi, işsizlik, ırkçılık, sömürgeci zihniyet gibi meselelerle boğuşmak zorunda kaldı. Ekstra bir yaratıcılığa gerek bırakmayan, yaşanmış korkunç dramlar veya trajikomik ayakta durma çabalarından beslenen sıra dışı anlayışlar, bu sinemayı belli açılardan oldukça sivriltti. Aşklar, çivi çiviyi söker misali daha sert yaşandı, istikrarsız ortam yüzünden yerini kıskançlıklara, ihanetlere bıraktı. Öfkeleri dizginlemek çok zordu. İşsizliğin, yoksulluğun faturası yine kendi gibi olan bireysel hedeflere kesildi. Akıl almaz aile dramları yaşandı. Cinsel istismar, pornografi, alkol, uyuşturucu kullanımı aldı yürüdü. Bu çürümüşlüğün arasında var olma savaşı veren bireylerde ve gruplarda günü kurtaran, ama çok iyi kurtaran ufak çapta kahramanlık, direniş, reddediş, risk alış, yükseliş ve yere çakılış hikayeleri yaşandı.
İngiliz sinemasının tüm bu olanlara karşı duyarsız kalması imkansızdı. Ken Loach, Alan Parker gibi sinema adamları bu çürümeyi pek çok katmanda işlediler. Tavırları çok ciddi ve sertti. Ama bu yozluğun o meşhur İngiliz mizahı ile birleştiği örnekler de gerçekten tadından yenmiyordu. Çamur, bütün türlere sıçramıştı elbette. Ama ondan güzel heykeller çıkaranlar işini biliyor, mizahın karalığı, aklığı, griliği doğru ellerde su gibi yolunu buluyordu. The Commitments, Brassed Off ve daha birçok örnek, eleştirel komedilerini The Full Monty ruhuyla perdeye aktardılar.
3 Aralık 2007 Pazartesi
Searching For Debra Winger (2002)
1 Aralık 2007 Cumartesi
Renaissance (2006)

Başta çizgi roman tutkunları olmak üzere, perdede farklı tecrübeler yaşamak isteyen herkesin görmesi gereken bir film Renaissance.. A Scanner Darkly, Sin City, 300, Paprika gibi başka bir dünyadan seslenen kaliteli sinema deneyimlerinin yanına eklenebilecek bir halka. Konuşma balonları yerine altyazılar var, ama bu bir sonraki sayfada ne göreceğimizin merakını zedelemiyor. Barthélémy Karas yeni neslin Max Payne-Nathan Never karışımı karizmatik-kurmaca-kült karakteri olur mu şüpheli.. Fakat aşina olduğumuz olay örgüsünü bir kenara bırakırsak, sırtını iki renge dayamış bir görsel şölen olarak tekrar izlenmeyi bile hak ediyor.